| | Murathan Mungan: "Kendini Şaşırtırsan Okuru da Şaşırtırsın" Irmak Zileli, Remzi Kitap gazetesi, Mayıs 2008 Murathan Mungan'la söyleşimiz tersinden başladı. Önce o sordu soruları. Kitap henüz yayımlanmamıştı biz bu söyleşiyi yaparken. Şanslı azınlıktan olmanın keyfiyle gitmiştim Mungan'ın Cihangir'deki evine. Ancak bir yazarın kitabını çoğunluktan önce okumuş olmanın zorlu bir kısmı olduğunu bu “karşılaşma”da öğrenecektim ben de. Murathan Mungan'ın soruları beni öykülerin bir başka boyutu üzerine düşünmeye zorladı. “Önce ben size bir soru soracağım” dedi Mungan, “Kitap size nasıl geldi, nasıl buldunuz?” Bu soru beklenmedik bir soru değildi. Ancak ustalığı artık “kanıtlanmış” bir yazar için son derece mütevazı olan bu yaklaşım karşısında şaşkınlığa düşmemek elde değil. Okurunu her daim önemsemek... Söyleşinin ilerleyen satırlarında göreceksiniz, o zaten ustalığın tuzaklarına karşı temkinli. “Ben oldum” dememek için “kendine karşı zalimliği” elden bırakmıyor. Öykülerinin, romanlarının yazım aşamasında okuma grubuna, fikrine güvendiklerine “danışacak” kadar da eleştiriye açık. Ancak beni asıl zorlayan ikinci soruydu: “Diyelim bir film oyuncususunuz. Böyle 16 tane senaryo var. Hangi kadını canlandırmak isterdiniz?” Kadından Kentler’de karşılaşacağınız her bir kadında kendinizi, kendinizden bir şeyleri bulabilirsiniz. Ya da çevrenizdeki kadınlardan sayısız ize rastlayabilirsiniz. Belki bu yüzden, belki henüz siz o kadınların yaşadıkları sorgulamalara ve dönüşümlere kendinizi hazır hissetmediğiniz için, bu soruya yanıt vermek güç. Ama kitabı okuduktan sonra siz de dönüşümün eşiğinde bulabilirsiniz kendinizi. Kadından Kentler’in kadınları çeşitli karşılaşma anları yaşıyorlar. İki eski dostun karşılaşması, iki kız kardeşin karşılaşması... Ve orada Mungan'ın deyimiyle “kilit dönüyor”. Sorgulama ve dönüşüm başlıyor. Mungan'la söyleşimiz de bir tür “karşılaşma” oldu benim için. Söyleşi bitiminde, yanından ayrıldıktan sonra zihnimde sözleri dönüp duruyor, yer değiştiriyor, yankı yapıyor, içeride bir şeyleri kurcalayıp duruyordu: “Geliştirici doyumsuzluğu dinlemek lazım. Erken doymamak lazım.”, “Gençliğin saati yok”, “Ben yarattığım zamana ömrüm yetişsin diye uğraşıyorum”, “Kendimi tekrarlamak istemiyorum, kendi tuzaklarımla mücadele ediyorum.”, “Önce kendine zalim olacaksın. Benim sözünü ettiğim bir tür yetinmezlik. Estetik adalet duygunu hiç kaybetmemek. Öğrenciliğini korumak.”, “Kendinde dönüştürmediğin hiçbir şey sana ait değildir.” Ve bende kilit döndü...
Bu kitabın öyküsünü konuşalım önce. Her öykü farklı tarihlerde yazılmış. Önceden projelendirerek mi kurdunuz kitabı?2003'te oluştu kitap. İlk öyküyle beraber çeşitli kentlerde gezmeye başlayacağımızı hissediyoruz. Ondan sonra zaman içinde bir harita oluşuyor. Bu kitapta öyle oldu. Bir tür Türkiye haritası çıkartacağım öykülerle. Ama bunu kadınlar üzerinden yapacağım. Çünkü iki temel dönüşüm göstergesi var aslında, sosyolojik olarak bakıldığında. Kadınlar ve kentler çok dönüşüm simgeliyor. Bir buna uyandım. Benim için hikâye kitabı aynı zamanda romanesk bütünlük taşıyan bir şey. Beş tane hikâye yazarsın, onlar da bir kitap eder, alır matbaaya götürürsün. Benim yazarlığım bu değil. Her kitabın oluşma aşamasının kimi noktalarında bende iki şey devreye girer. Bir matematik, bir de mimari. Nasıl bir yapı kuruyoruz? Ondan sonra akıl pusulası devreye giriyor. Şimdi nasıl bir yol güzergâhı izleyeceğiz? Hangi şehirler olsun? Ne tür kadınlar olsun? Bu kadınların hem birbirine benzeyen, hem benzemeyen yönleri... Bir de sadece karşılaşma anını borçlandığımız iki kadın değil, onların etrafındaki diğer kadınlarla simetri oluşturmak, örneğin, Samsun öyküsünde iki kız kardeş, Şengül ile Songül'ün yanı sıra, Şengül'ün annesi ile hikâyesini dinlediğimiz Hüseyin'in annesi arasında da bir simetri var. Her metnin kendi uzayı içinde bazı görünen ve görünmeyen simetri dengeleri ya da hesaplanmış asimetriler var. Asimetri de sadece gerçekleştirilememiş, becerilememiş bir simetri zaafıyla çıkmaz, bazen asimetriyi hesaplarsınız. Diyelim ki Çanakkaleli Perihan sadece Meltem'in annesi olarak tanıdığımız bir figür. Hem o öykü içinde başka türlü bir kadın gramajı, hem de kitabın bütünündeki farklı kadın figürleri arasında durduğu yer, işaret ettiği yer, ayna tuttuğu kimlik, hayat konusunda taşıyıcı. Bu, bir noktadan sonra aklın devreye girmesiyle biçim kazanmaya başlıyor. Kitaba giremeyen ya da zihninizi hâlâ kurcalayan bir öykü var mı? Kitapta şu eksik kaldı, şunu da yapsaydım dediğiniz şey kaldı mı?Kitapta kullanmadığım ama dörtte üçünü yazdığım bir Malatya öyküsü kaldı. Bundan sonra 'Öteki Kadınlar Öteki Kentler' diye bir şey yazarsam onun malzemesi olacak. Ya da 'Zarfın Üstündeki Mühür'.. Önce öykünün adı geldi, bazen de öyle oluyor. Peki zarfın üstündeki mühür ne olsun? Sonra kitabın ilk cümlesi geliyor. Uyduruyorum: 'Zarfın üstündeki mühürde Bingöl yazıyordu.' İstanbul'da bir kadın Bingöl'den bir mektup almıştır mesela. Bazı böyle fikirler kaldı. Bu kitapta gerçekleştiremediğim aklıma takılmış bir şey vardı. Öykülerden bir tanesinin adı bir türkü olsun. Mesela 'Bitlis'te Beş Minare'. Fakat onu hafif tertip 'Diyarbakır Surlarında' öyküsündeki 'Tokat Bir Bağ İçinde'yle hallettim. İçeride kullandım. Aklınıza bir sürü fikir gelir tabii. Bir kitap oluştuğu zaman aynı zamanda etrafından taşanlar da olur. Mutfakta bir yemek pişirmişsinizdir ama tencereden tavaya, etrafa, tabağa bir şeyler kalır. Her kitapta benim böyle olur. Kadından Kentler varlığını bir anlamda Yüksek Topuklar'a borçlu. Yüksek Topuklar sırasında düşündüğüm çok şey vardı. Dolayısıyla da hem bir akrabalık ilişkileri olduğunu düşünüyorum iki kitabın, hem de belki okurlara şu fikri verecektir, 'Her kitap kendi içinde bir ana fikir ve tema taşır, benzerlikleri kadar farklılıkları da yazarın hesapladığı bir tür geometri sonucudur'. Mesela Yüksek Topuklar'da sadece ben öyküsel bir ağız kullandım. Nermin'in ağzından okuruz kitabı. Kadından Kentler'se bazı öykülerde ben öyküsel, bazı öykülerde el öyküseldir. Yazarın ağzından anlattım. Bütün bunlar aynı zamanda bir hesap. Yetenek, yaratıcılık, hayal gücünün yanı sıra mutlaka bunların da hesaba girdiği bir süreç... Kadından Kentler'de kadınlar ile hikâyenin geçtiği kent arasında doğrudan bir ilişki var mı?Kadınlar bire bir kentleri temsil figürleri değil, onu tercih etmedim. O hem bir yanıyla kolay, bir yanıyla eski bir şey. O zaman şöyle budalaca bir şeye kitlenirdi kitap, Samsunlu kadını anlatıyor, Elazığlı kadını anlatıyor... Yok öyle bir şey. Burada kurduğum başka bir mimari vardı. Türk edebiyatı, Yakup Kadri'nin Yaban'ından sonra Anadolu'ya çıktı ve Anadolu öyküleri edebiyatın malzemesi haline geldi. Biz yıllarca çeşitli taşra sinemalarında siyah beyaz Türk filmlerinde hep İstanbul'u seyrettik. Yeşilçam'ın kamerasının Anadolu'ya açılması çok geçtir. Bütün taşra yıllarca İstanbul hayaliyle yaşadı. İnsanlar bir gün İstanbul'a geleceklerini hayal etti. İşte Malatya öyküsünde bunu çok doğrudan anlatan bir kahraman vardı. Bu kitapta İstanbul ile Anadolu'nun gerilimli ilişkisi konusunda bir tür ana artel olsun istedim. İnsanlar ya İstanbul'dan gitmişler, ya İstanbul'a geliyorlar, hep beyaz perdeden seyrettiğimiz bir İstanbul gibi, nitekim kitabı Esenler otogarıyla bitirmek de bunun bir sonucudur.” Kitabın ismi üzerine konuşalım mı biraz?Evet, konuşalım... Benim hayattaki temel felsefem ya da başıma gelenleri açıklayan bir türkü adıdır: 'Kendim Ettim Kendim Buldum'! Her kitabımın adı bana sorun çıkartıyor. Bugüne kadar Üç Aynalı Kırk Oda kitabının adını bir kere de doğru söyleyen çıkmadı. Yüksek Ökçeler derler... Geyikler Lanetler'i hâlâ Geyikler ve Lanetler diye anarlar. Ama ben durup durup kaşınıp gene... Kadından Kentler! Kadınlar ve Kentler desem mesele olmayacak! Mesele çıkarmayı seviyorum bir. İkincisi yan anlamlar, ikiz anlamlar, arka anlamlar, edebiyatın aynı zamanda düşünsel laboratuvarıdır, düşünsel mutfağıdır diye düşünüyorum... Kadından Kentler'de tabii kentlerin kadından yapılmış olmasını da çağrıştıran, bu kitabın yazarının da bu kentleri kadından yaptığını düşündüren bir şey var. Edebiyatın oyun kısmına da dikkat çekmek istiyorum, aynı zamanda söyleşinin başındaki dönüşüm göstergeleri açısından bakılacak olursa, kadınlarla kentlerin dönüşüm yatkınlığıyla ilgili de insanlara bir şeyler düşündürsün... Türkçe sentaksına da çok uygun olmayan bir tür yabancılık da sağladığı için... Daha kitabın kapağında belli bir mesafeden okunması. Çünkü farkındaysanız öyküler sıcak ve şefkatli öyküler. Söyleşi yapmak için okuyanların ve okuma grubundan arkadaşlarımın söylediği şey şu oldu, öyküler insanı çok çabuk içine kabul ediyor. O sıcaklığa fazla kapılmasın istedim okur. Bunun aynı zamanda bir düşünsel boyutu var. Öykü kitaplarında genellikle öykülerin uzunluğu yakındır birbirine. Yani kısa öykülerden oluşur ya da uzun öyküler vardır. Kadından Kentler'de her öykünün kendine ait bir biçimi var sanki.Tekrar etmeyi sevmiyorum ben. Sadece İzmir öyküsü ebadında gidebilirdi kitap. Ben o tür bir zorlama tutarlılığı sevmiyorum. Bazı öykülerin novella diline kayması, bıraksam novella olacakmış gibi olmasını seviyorum. Kitabın kendi içinde benim amaçladığım bir aksak ritim sağlıyor. Nitekim ben buna benzer şeyleri hep yapıyorum. Yedi Kapılı Kırk Oda'daki 'Mavi Sakal'ı tek başına bir novella olarak çıkartabilirsiniz. Ama o kitabı yapmaya başladığım zaman bu kitapta öyle bir öykü olmalı ki kitap kendi içinde topallamalı diye düşünmüştüm. Her kapının açılma zorluğu, her kapıyla girdiğiniz macera aynı değildir. Biraz hayat hissi vermeye çalışıyorum. Kuru matematik, kuru geometri, çabuk görülen şeylerden ziyade daha tasarlanmış... Escher resmi gibi. Escher'in resimleri öyledir. Döner bakarsınız merdiven hem iniyordur, hem çıkıyordur... Algıda bu tür parçalanmalara yol açan şeyleri seviyorum. Örneğin Ankara ve Erzurum öyküleri. İkisi de biraz takıntı öyküsü olduğu için, birinde Türk müziği, birinde fotoğraf. Kahramanın fotoğrafla kurduğu ilişkiyi daha kısa anlatırsanız o tutkuyu, o takıntı dünyasını veremezsiniz. Malzemenin size dayattığı ritme kulak dayamanız gerekir. Malzemenin müziği vardır. Tercihlerimde hep hayvani bir biçimde içgüdülerimi dinlerim. Önce içgüdülerimle, beni şair yapan, yazar yapan şamanistik yanımla, animistik yanımla çok ilgilenirim. Ruhumun ürpermesidir o. O en doğru şeydir. Ondan sonrasında ise mühendislik, marangozluk, mimarlık başlar. Orda da aklın, kültürün, bilginin ve birikimin devreye girdiği bir süreç yaşanır. John Fowles Tanrı romancı kavramına karşı çıkarken diyor ki benim kahramanlarım emirlerime uymuyor. Onlar benden bağımsız hareket ediyorlar. Sizin bunu yaşadığınız oldu mu? Yoksa her zaman her şey planladığınız gibi mi gider?Tam olarak öyle değil, ama şunu önemsiyorum, Üç Aynalı Kırk Oda'da bunu yaşamıştım. Güzel güzel giderken bakıyorum, beğeniyorum ama neşelenmiyorum, heyecanlanmıyorum, o zaman yanlış bir şey var, nedir bu? Birden şöyle bir cümle uyandı içimde, 'Murathan, kendini şaşırt! Kendini şaşırtırsan okuru da şaşırtırsın' İnsanın kendinden sıkılabilmesi çok önemli, çok geliştiren bir duygu insanı. Bir de bulduğunla yetinmemek... Ben bazen arkadaşlarım arasında espriyle söylüyorum, hani şu yanlış kullanılan 'doyumsuz sanatçı' lafı var ya, o. Bir şey buluyorsun yetmiyor, mesela Esenler otogarını buldum, yetmedi. Bir şey daha bulmam lazım. O otobüsü kitabın ortasından geçirmek. O da yetmiyor. Finaldeki zaman oynamaları... Hah şimdi oldu dediğim şey, zaman oynamalarını, ayarları bulmaktı. Daha azla yetinsen, ne güzel işte bütün kadınları bir yerde topladın gitti! Bir tık daha düşünmezsin. İşte oradaki geliştirici doyumsuzluğu dinlemek lazım. Erken doymamak lazım. Okuru iyi bir doyma noktasında bırakmak gerekiyor. Bunu yazar her zaman çok iyi hesaplayamayabilir. Kendine kapılmıştır, malzemesine kapılmıştır, hikâyesine kapılmıştır. Bir nokta geldiğinde ben bu bilgiyi etrafımdakilerle mutlaka paylaşırım. Sorarım onlara, ne diyorsunuz kıvam tamam mı? Bir kitaba bütün dünyayı sığdıramayacağınızı anlamanız gerekiyor. İnsan bunu genç yaşlarda çok fark edemiyor. Çünkü genç yaşlar insanın zamanı çok da tartamadığı zamanlar. Çok yıl sonra şunu keşfettim, gençliğin saati yok. Benim sol omuzumda ve sağ omuzumda günah ve sevap melekleri var mı bilmiyorum ama bir şey olduğuna eminim, taksimetre çalışıyor, tik tak tik tak zamanı duyuyorum. Benim yazarlık hayatım bir cehennem aslında. Ben yarattığım zamana ömrüm yetişsin diye uğraşıyorum. Üç sene sonra şunu yapacağım, bir seneye bunu bitirmem lazım, şunu toplamam lazım... Bir de tabii Türkiye'de çok az yazarın arkasından malzemesi toplanıyor. Kimi zaman da haksızlık ederek toplanıyor. Mesela ben ömrüm yettikçe zamanında yaptığım işleri kendim toplamak istiyorum. Söz Vermiş Şarkılar her türlü kitap olurdu. ama benim yaptığım bir kitap olmazdı. Hikâyesiyle, arka planıyla, bloklanmasıyla... Serüvenin cisimleşmesi ancak senin kitap yapmanla olur. Türkiye'de sanatçılar ve edebiyatçılar felsefeden çok fazla yararlanmıyor...Çok fazla! Çok naziksiniz... Ne fazlası, edebiyatın temel malzemelerinden bir tanesi psikolojidir. Ben birçok yazarın psikolojiyle birazcık ilgilenseler bu kadar çok açık vermeyeceğini düşünüyorum. Felsefe de öyle... Ben felsefe hakkında iri sözler etme hakkını kendimde görmüyorum doğrusu. Ama sıradan dünya görüşü, herhangi bir siyasi görüşün, herhangi birinin kahvede de söyleyebileceği lafı biraz daha düzgün söylemenin felsefe sanıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Önemli olan edebiyatçının felsefeden nasıl yararlandığı. Belki de edebi metinleri bu anlamda değerlendiren eleştirmenler yok. Metnin felsefesini, yazarın felsefesini irdelemiyorlar. Edebiyat tabii biraz konu edebiyatı gibi algılanmış bizde. Sinemaya gidiyorum dediğinde 'konusu ne' diye soran izleyicinin aynı zamanda okur karşılıkları var. Onlar filme alınan romanları okumayanlardır aynı zamanda. Konusunu biliyor, kitabını niye okusun. Bunlar okur değil. Okur yetiştirmek de başka bir şey. Öykü de yazsanız, roman da şiirin dili hep hissediliyor...Dünyada biraz şair olarak duruyorum, ruhum şair. Bir de tabii şiir ile felsefe akrabalığından çok yararlanıyorum. Gerçekten iyi bir dil işçisinin bir dil felsefesine sahip olması gerekiyor. Bazı insanların müzik kulağı vardır. Bazı insanların da dil duygusu var. Seçtiğim malzemelerde bunu en uca taşıdığım örneği şimdi yapıyorum; 'Şairin Romanı'. Elli Parça'da birinci bölümünü yayımladım, 2009'da çıkarmayı düşünüyorum. Ölmeden önce bitirmem gereken kitaplardan biri olduğunu söylemiştim, gene söylüyorum. Bütün kahramanlarının şair olduğu, en çok şiirin toplumsal bir değer olduğu, gündelik hayatın vazgeçilmez bir parçası olduğu, insanların şiir yazar gibi konuştuğu bir gezegende geçiyor. Mesela kahramanlarımdan biri şiir filozofu, öyle bir iş var orada. Şiir aynı zamanda hayatın nabzı olmuş, görsel olarak da. Şehrin surlarında şiir bayrakları sallanıyor. Dünyada, hayatı algılayışla, ahlaki değerlerim ve estetik değerlerimle şair olarak duruyorum. Benim maceram kısa zamanda görülen bir macera değil. Tarihi romanlar yazıyor olsan kolay, kavanozdasın, raftasın ve üzerinde etiketin var. Polisiye yazsan bitti. Onu da yapıyorsun, bunu da yapıyorsun... Bir tür kostime bir yazarlık. O zaman da senin meselelerinin görülmesi, yazdıklarının kavranması için gereken zaman geniş bir zaman. Kendimi tekrarlamak istemiyorum, kendi tuzaklarımla mücadele ediyorum. Bir yandan ustalaşıyorsun ama bunlar tuzakların bittiği anlamına gelmiyor. Ustalığın da tuzakları var. Bu kadar çok ustalaştıysan eğer kendine acımasız değilsen, kendine karşı bir uzak açın yoksa bu sefer nasıl olsa ben ne yazsam oluyor düşüncesine de kapılabilirsin. Bu, böyle bitmeyen, sancılı bir süreç. Ben oldum artık demeye karşı panzehiriniz ne?Zalimlik. Önce kendine zalim olacaksın. Benim sözünü ettiğim bir tür yetinmezlik. Estetik adalet duygunu hiç kaybetmemek. Öğrenciliğini korumak. Kendini asla mezun etmemek... Bu demek değil ki kendinin ve ürettiğin değerlerin farkında olmayacaksın. Kendi içindeki kanı tazelemen çok önemli. Öyküler bildik kalıplardan çıkmalı, yeni teknikler geliştirilmeli diyorsunuz. Son kitabınızda yeni bir teknik geliştirdiniz mi?Kadından Kentler'de yeni bir teknik iddiam olmadı. Yapmak istediğim şey dilde belki bir ölçüde Yüksek Topuklar'da yaptığım şeydi, aslında o dili elde etmek çok kolay görünüyor. Biraz muğlak belirsiz özneler, hafif sisli puslu bir hava yarattıysan çok derin zannediliyorsun bizde. Oysa birazcık kazındığı zaman bayağ sığ bir tabaka çıkabiliyor. Burada benim derdim daha somut daha hayata ait daha berraklmaştırılmış bir durum yaratmaktı. bunun gerektirdiği dil ve metin dokusu da buydu. 'Dokuz Anahtarlı Kırk Oda'ya başladım, daha uzun vakit alacak o. İlk öyküsü bitti, ikinci öyküsü kafamda bitti. Bütün bu söylediklerimi birer birer cisimleştirecek öyküler olacak. O malzeme böyle yazılmak istiyordu böyle yazdım. Her yazar yazacağı şey üzerine düşünür. Benim gördüğüm, yazarlık üzerine düşünme terbiyesi ve eğitimi çok az. Yazarlık nedir, yazarlık nereye gidiyor, yazarlığın değişen biçimi var mı? Tuhaf bir muhafazakârlık var. 2008'de bire bir Sait Faik hikâyeleri yazmanın anlamı nedir? Onların değeri böyle bilinmez. Kendinde dönüştürmediğin hiçbir şey sana ait değildir. Bugün birebir Leyla ile Mecnun'u yazarım ama o tamamen bana aittir. Gelenekle ilişkilendirilen şey temel temalarınız, temel izlekleriniz, yazarlık tutumunuz, bakışınız, dilinizdir. Benim o malzemeyle ilişkilenmemin hikâyesini de okumuş oluyorsunuz. Hiçbir zaman tek tip bir stil yazarı olmak istemedim. Ben dağıla dağıla bütünleniyorum. Ne yaptıysam, ne kadar kendimi parçaladıysam hep edebiyata yaradı. Bazı söyleşilerin ardından, söyleşiyi yapan kişiye söz kalmıyor. Bu an da tam o an işte. Şimdi susup, dinlemek lazım. Sözlerin geride bıraktığı yankıların peşinden gitmek için... Okuyabileceğiniz diğer Murathan Mungan söyleşileri ▪ "Beşi bir romanda!" | Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004 | ▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar" | Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004 | ▪ "Amok koşucusu" | Zuhal Bekler, Time Out, 3 Nisan 2008 | ▪ "Edebî Maratoncu" | Ayşegül Tuna, Time Out, Kasım 2007 | ▪ "Akıllı kadın yalnız kalmaya mahkûm" | Yeşim Çobankent, Elle, 3 Nisan 2008 | ▪ "Kadından Kentler" | , Demokrat Radyo, İzmir, 14 Nisan 2008 | ▪ "Kitapta ciddi bir amelelik var, dersimi çok çalıştım" | Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar Eki, 13 Nisan 2008 | ▪ "Kadınlar eşya, evlilik ve aşkla esir alınırlar" | Evrim Altuğ, Sabah, 13 Nisan 2008 | ▪ "Yazımı sürekli ateşe atarak ilerledim" | Nida Nevra Savcılıoğlu, Notos Öykü, Nisan 2008 | ▪ "Kadınlarla Kürtler’in kaderi ortak" | Ayça Örer, Taraf, 12 Nisan 2008 | ▪ "Erkekten kent değil, kasaba çıkar canım" | Pınar Öğünç, Radikal Cumartesi Eki, 3 Mayıs 2008 | ▪ "Yazdıklarımdan yapılma bir adanın üzerinde yalnız..." | Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 19 Ekim 2007 | ▪ "Türkiye’nin sağcısıyla solcusu çok benziyor; aynı kumaştan ceket giyiyorlar, birinin ceketi soldan düğmeleniyor, diğerininki sağdan!" | Cansu Çamlıbel, T24, 10 Ekim 2023 | ▪ "Kentlerden Bir Tür Çöl Yaratılıyor; Betondan, Camdan, Çelikten Bir Çöl" | Serkan Ayazoğlu, arkitera.com, Nisan 2014 | ▪ "İyi öykücülerden kötü romancılar yaratıldı" | Buket Aşçı, Vatan Kitap, 14 Mayıs 2014 | ▪ "Bir kolum çolaktır şiir yazarken" | Birhan Keskin, Radikal Kitap, 8 Nisan 2016 | ▪ "Bunlar benim binbir gece masallarım" | Çağlayan Çevik, Hürriyet Kitap Sanat, 16 Şubat 2017 | ▪ "Var oluşumu anlamlandıran eşyam kalemim" | Adalet Çavdar, Milliyet Sanat, 10 Mart 2017 | ▪ "Merakı Bulaştırmak" | Berke Göl, altyazi.net, 15 Aralık 2022 | ▪ "Kültürel dünyada muhataplar eşit değil!" | Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, 1 Temmuz 2000 | ▪ "Erkekler İçin Divan'ı ben yazmasam kim yazacaktı?" | Ahmet Tulgar, Milliyet, 2 Aralık 2001 | ▪ "Yüksek Topuklar’la geliyor" | Ayşe Arman, Hürriyet Pazar, 5 Mayıs 2002 | ▪ "Kadınlar üçlemesinin ilk kitabı" | Sema Uludağ, Radikal, 9 Mayıs 2002 | ▪ "Yazı iktidarsa hepimiz iktidarız" | Ayça Atikoğlu, Cumhuriyet Dergi, 30 Haziran 2002 | ▪ "Canımı çok yakan bir olay vardı" | Müjde Arslan, Özgür Politika, 3 Ocak 2004 | ▪ "İyi öpüşen bir sevgili dünyanın yarısı demektir" | Ayşe Arman, Hürriyet, 10 Temmuz 2005 | ▪ "İyi Türkçe yazanların çoğu Türk kökenli değil" | Derya Sazak, Milliyet, 11 Temmuz 2005 | ▪ "Klonlanmak istiyorum" | Pınar Öğünç, Radikal Kitap Eki, 15 Temmuz 2005 | ▪ "Rüya görür gibi şarkı görüyorum!" | Filiz Aygündüz, Milliyet Pazar, 19 Mart 2006 Pazar | ▪ "Kedi cama inanmaz, ben zamana" | Özlem Altunok, Cumhuriyet Dergi, 24 Temmuz 2006 | ▪ "Melodram her an hayatımızın içinde" | Yeşim Tabak, Pazar Sabah, 27 Mayıs 2007 | ▪ "İyi bir sanatçı kendini SİT alanı ilan etmeli" | Ayça Atikoğlu, Gazeteport, 25 Haziran 2007 | ▪ "Olgunluğumun saltanatını sürüyorum artık" | Sevin Okyay, Radikal, 26 Temmuz 2007 | ▪ "Şiire, yazıya hep temiz davrandım" | Deniz Durukan, Radikal, 12 Aralık 2007 | ▪ "Arenayla opera arasında bir hayat benimkisi" | Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 8 Nisan 2011 | ▪ "Türkiye’de yalan söyleyenlerden hiç hesap sorulmadı" | Zeynep Miraç, Hürriyet Pazar, 23 Şubat 2014 | ▪ "Bu toprakların asli meseleleri" | Pınar Öğünç, Radikal Kitap, 3 Mart 2014 |
|