| | Murathan Mungan: "İyi bir sanatçı kendini SİT alanı ilan etmeli" Ayça Atikoğlu, Gazeteport, 25 Haziran 2007 Şairlerin bile siyasi eğilimlerine göre sınıflandırıldığı, sol içinde 'öteki' kavramının sayısız alt başlıklara bölündüğü yıllardı… Şiirler ise neredeyse tümden ağıtlara dönmüştü. Gençler öldürülüyor, diğer gençler de arkalarından şiir yazarak dövünüyordu... Ölümün kutsandığı yıllardı işte… O süreçte, 1976 yılında Milliyet Sanat Dergisi'nde Murathan Mungan güne gönderme yaparak '… Bunlar ceset sevici, nekrofiller...' demişti. Böyle bir tespit o dönem için bir çeşit kahramanlık sayılırdı... O günden bu güne geçen 30 yılda Murathan, akıntıya karşı durmaya, ödüllere, övgülere gönül indirmemeye devam etti. Ben de hemen her döneme refakat eden tespitlerini izlemeye devam ettim… Şiirle çıktığı yolda, hikaye, roman, oyun, senaryo, deneme, seçki dalında üretti durdu... Bunlara geçtiğimiz günlerde bir yenisi eklendi: Kullanılmış Biletler. (Metis Yayınları) '(...) Özellikle her iyi film biterken, hayatın sinemaya girmeden önceki kaldığımız yerini başka türlü canlandırıp hareketlendirir. Filmin üzerimizde bıraktığı büyülü bir sisle sinemadan çıkıp sokağa karışırken, bunu derinden hissederiz. En azından bir sonraki filme kadar hayatın başka türlü geçeceğini sanırız' diyor Mungan, kitabının başlarında… Ortaokul sıralarından başlayarak izlediği filmler üzerine değerlendirme yapma alışkanlığı Murathan’ı 'didaktik' değil ama neredeyse 'akademik' bir noktaya getirmiş. İzlediği kimi filmleri, sosyolojik arka planları, artı insani, dünyasal izdüşümleri ile incelemiş. DTCF ve konservatuvar müfredatına rahatlıkla konulabilir... Sinema tarihinde iz bırakmış sayısız yönetmen, faşizm, kapitalizm, adalet, suç, melodram, tarihi film tespitleri, gündelik mizansenlerimizin film ezberleriyle örtüştüğü noktalar, Amerikan ithali kültürün ‘yemediğimiz’ noktaları gibi, Amerika'dan gelen hemen her şeyi küçümseyip burun kıvıran 'entelektüel gayret'in gözden kaçırdığı 'dramaturji' geleneğinden, Sovyet sinemasında 'düşman ideoloji'ye, gay yönetmenlerin filmlere kattıkları gay duyarlılığına kadar...Yani, karşımızda çok ciddi bir çalışma var. 'Bir oyunun, bir filmin süresi bir insanın ömrü gibidir. İnsan 'ömründe' görmek ister. Adaletin kendi öldükten sonra yerini bulacağı bilgisi, kimseyi teselli etmez' diyor Mungan kitabında... Biz de oturduk dünyasal meseleleri, yerini bulamayan adaleti falan konuştuk: Siyah-beyaz dönemin ayrıcalığı, mitoslar, efsaneler, o tapılan kadınlar, jönler bir daha yaratılamayacağı gibi, kahramanların bizi ezmesine gerek var mı? Böyle daha eşit değil miyiz?Şöyle bir şey var dünyada, Türkiye'de; geçtiği yerden geriye sayamaz. Dökümü doğru yapmamız gerek. Paradokslardan kaçıyoruz, oysa paradoksları sonuna kadar açıklayamasak da kullanışlıdırlar. Örneğin, anonim kültürün bütün taşıyıcı ögelerini üstünde barındırdığı dönem 60-70’li yıllardı. O yıllarda Türk sinemasında kullanılan kadın yüzleri son derece birbirinden farklı, ilginçti. Gülbin Eray, Sevda Ferdağ vs. vs... Şimdi kadın yüzleri birbirinin aynı, bu dünya için de geçerli. Buradan yola çıkarsak varacağımız yollar bana daha ilginç geliyor. Kültürel kullanımın yaygınlaşması, farklı kesimlerin, kişiliklerin temsil hakkını artırdı. Burada, şu an yaşanan asıl sorun, yeni bir varoluş biçimini tahayyül edecek yaklaşımların olmaması... Şimdilerde kahramanlar sadece aksiyonlarda kaldı. Çünkü herkes kendi gündelik hayatının kahramanı oldu. Bu bir biçimde Ava Gardner, James Dean olmayanlara da yaşama hakkı tanıyan bir varoluş eşiği. Zaten mesele, kadın, erkek olmak değil, bu gezegende var olmak meselesi...Yani ne yapsan olmuyor. Hep siyasi oldun ama evrensel düzenin siyasiler tarafından oluşturulamayacak kadar büyük ve önemli olduğunu da hep bildin. Siyasetin giderek mikro olduğunu, siyasilerin kimliksizleşerek makro planı, yani evrenin asal planını öne çıkardığını düşünüyor musun?Tabii her şeyin birkaç katmanı var. Politikayı çok önemsiyorum ve gündelik anlamda baktığında, azınlık kimliklerin, ezilen kimliklerin, bir politik bilinci, duruşu yoksa, sahip oldukları aidiyetlerin, ne ifade konusunda ne savunma konusunda onlara yetmediğini görüyorum. Bu anlamda toplumsal kabuğun katmanları, benim için elbette politiktir. İdeolojik anlamda politikayı önemsiyorum ama gündelik anlamda politikanın geçiciliğini, dünyanın fani ve tali şeylerinden biri olduğunu, insan topluluklarının yüzyıllar boyunca ürettikleri oyun biçimlerinden bir tanesi olduğunu biliyorum ve mümkün olduğu kadar ona bulaşmamaya çalışıyorum. Ne yazık ki bizde bu ilk politikadan çok ikinci politika var ve gerçekten de siyaset ve politika dediğimiz zaman anlaşılan şey de bu. Politika hâlâ belirleyici mi, asıl politika sence var mı?Bir sınıfsal bakışın varsa var elbette. Bir siyasal inancın var, ama bunu sadece politika ile değil, dünyanın temel bilgileriyle başka disiplinlerle katmanlandırdığın zaman, anlamlandırdığın zaman var. Ve bunların en önemli parametresi, değişim içinde olan bir şeyin içinde yeniden yeniden konumlanması. Etik de bu anlamda böyle... Yoksa hiçbir şey yok deriz ve bunu en başta etik kaybeder. Öte yandan bütün bu dünyanın temel bilgilerinin yeniden yeniden gözden geçirilmesi gerek. Gereken esnekliğe, bakışa, hayat görüşü dediğimiz şeye, bilgilerinin çeşitliliğiyle bakmak gerek. Benim için en önemli şey zamanı öğrenme, değişim, algılama zenginliği, kendini derinleştirme, kavradıklarını ifade etme ve paylaştırmadır. Benim bütün bir serüvenim aslında tekamül anlayışına göre kurulmuş. Ben bunu yıllardır hissi söylüyordum, şimdi akli söylüyorum. Benim için sanat, evrimleşmenin bir aracıdır. Ben onun içinden geçerek evrimimi bir sonraya taşıyabileceğimi düşünüyorum. Ama bu da yetmiyor. Geçmişe baktığında, sonsuz bir süreç içinde nasıl bir kristal tanesi olduğunu bilmek, o hacmini anlamlandırmak, içinden bakarak kainatla bir ilişki kurmak gerekiyor. Bu da bana bir dayanma gücü ve daha önemlisi zamanı tanıma gücü veriyor. Benim derdim hep zamanla oldu... Bir de, içinin aynı zamanda kin tutmaması bunun bir parçası oluyor. Zaman diyorsun, bugünden baktığımızda yaşananları doğru algılayamayabiliriz. Hitler milyonlarca kişiyi öldürerek bir anlamda faşizmin, soykırımın yasadışı olmasının zeminini yarattı. Bush, Irak’a girerek dünya düzeyinde savaşa karşı şimdiye değin yaşanmış en büyük barışçıllığın zeminini yarattı. Vietnam'ı bir tek solcular protesto etmişti, Irak’ın işgali dünya çapında lanetleniyor... Zamanı nasıl doğru algılayacağız?Diyalektiğin yasası dediğimiz hikâye aslında bu; bir şekilde her şey kendi karşıtını içinde barındıran dönüşen bir süreç... Burada asıl önemli olan, söz alırken ne dediğin... Bir kere çok temel olarak şurada duruyorum: Bütün bir varoluşu, kendi zihnime sığdırmaya çalışmıyorum. Ama kendi zihnimin yapabileceği her şeyi öğrenmeye, yoğunlaşmaya çalışıyorum. Öyle bir burnu büyüklükle, eğer biraz daha gayret edersem bütün kainatın sırrını çözerim duruşunda değilim. Bu yeteneğim için de geçerli. Ben birkaç katmanda var olmaya çalışıyorum. Bu katmanlar arasındaki koridorları doğru ilişkilendirmek gerekiyor. Bunların birbirleriyle temelde çelişmemesini sağlamak gerekiyor. Yani, diyelim ki hayvan hakları konusunda söz alırken başka türlü bir yerden konuşuyorsun, başkalarının inançlarıyla kurduğun ilişkide başka. İslamın kamil olmak dediği, ya da evrimleşmek dediği şey... İnsanın var olma arayışının hangi sözlükteki kelimeye tekabül ettiği çok önemli değil. Ama doğası çekirdeğinde var olan, kendini aşma, kendini oldurma bunun temel unsurudur. Mesela bugün benim rahatsızlık duyduğum şeylerden bir tanesi de şudur: Tarih aynı kostüm, aynı replik, aynı oyuncu kadrosu üretiyorsa zaten tarihin tekerrür etmediğini söylememiz gerekir. Örneğin uzunca zamandır Türkiye’de faşizm ve faşist kelimesi kullanılmıyor. Bu sözcükler ne zaman demode oldu? Faşizm ortadan kalktı, faşistler yok da mı söylenmiyor, yoksa aslında çok daha ciddi bir kayıpla, dil kaybıyla mı karşı karşıyayız… Bence insanları 70 model araba sanılma kompleksinden kurtarmak lazım, faşiste faşist demek lazım. Yeni dönemin kattığı daha light faşizm ve faşistler var, bunun da adını koymak lazım. Yıllar önce bir bale seyretmiştim, nasıl buldun dediklerinde, ağzımdan çıkan bir laf vardı, ben sonra o lafı çok sevdim, bir şey hoşuma gitmedi, bir şeyine ısınamadım, tam ne olduğunu anlayamıyordum sonra şey dedim: Ne yeterince klasik ne yeterince modern. Bizde de mesela politik olanlar ne yeterince politikler ne yeterince politika dışı alanlardan donanım sahibiler. Özünde mesele bence şu: Bilgi hiç bir zaman tek kaynaklı, tek biçimli bir şey değil, sürekli biçim değiştiren, katmanlanan bir şey. Yeni katmanları doğru algılayabiliyor muyuz peki?Zihni algımızı, reseptörlerle karşılayıp, kendimizi dönüştürebilmemiz lazım. Ya yenilenemiyoruz ya da yenilikler karşısında savruluyoruz. Mesela adam sosyalist ahlakı savunuyor uzun zaman, sosyalistlikten vazgeçtikten sonra birden ahlaksız oluyor... Müslüman ahlakı diyor, müslümanlıktan vazgeçince rezilleşiyor... Temelde kişisel etiğin çekirdeğinde yer alan her hangi bir kimlik, dönemsel kimliklerle hesabını kapattıktan sonra bile ahlaklı kalabilir. Ben bunu söylemeye çalışıyorum. Ölümlü bir varlığım. Hiç bir şeye inanmıyorum bir yanıyla ama her şeyle çok ilgiliyim. İnancın aklımı engellemesini, dünyayı anladım çözdüm, kodladım demesini istemiyorum, bu yüzden de kendi mukaddesatım var. Ama bunu başkalarının dillerine çevirmeye kalkmıyorum. Ben bir şeye yemin ederken kendi değerlerim üzerine yemin ediyorum. Bir de bizler Türkiye’nin çok zor koşullarında kendini oldurmaya, dünyaya dokunmaya çalışan insanlarız, çok hasarlarımız, yaralarımız var. Zamanımızın büyük bir kısmını aldığımız yaraları onarmaya harcadık. Kimimiz bu yarları çok sevdi, yaralarından kendine madalyalar-rütbeler yaptı, kimi yaralarını teşhirci bir biçimde göstermeyi sevdi, kimi yaralarını sakladı... Bu konuda yaraları ile kendi arasında serinkanlı bir mesafe kurmayı, zamana gülümsemeyi öğrendiğimi düşünüyorum, yani belki de yaşamda bana en büyük başarın nedir diye sorsalar, bütün bunlara rağmen iyi bir insan olarak kalmayı başarmamdır diyebilirim. Çünkü her şeyin terminolojik adlandırıldığı bir yüzyılda ben hâlâ iyilik ve kötülük kavramının önemine çok inanıyorum ve kötülüğün günümüzde entelektüelize edilmiş, moda haline getirilen, neredeyse estetik bir kategori haline getirilen trendinden de ürktüğümü söylemeliyim. Kötülük modası yapılacak bir şey değildir, böyle bakıldığında bir yanımla kendimi uğraştığım iş olarak eski çağların adamı olarak görüyorum. Edebiyatın zamanı 19. yüzyıl zamanı, yaprakların ağır ağır düştüğü bir zamanın işi… Öte yandan dünyayla ilişkime bakacak olursan, geçtim kendi yaş kuşağımdan, benden çok sonrakilerden bile daha gencim. Sonbahar demişken, ne çıkacak senden sonbaharda?Sonbaharda, ilk defa sana söylüyorum; Büyümenin Türkçe Tarihi diye çok güzel bir kitap hazırladım o çıkıyor önce. Ben ve 12 yazar bizi büyüten öyküleri anlatıyoruz. Kitabın temel teması da ‘edebiyat bazen insanı hayattan daha çabuk büyütür’. Ondan sonra Yedi Kapılı Kırk Oda çıkacak. Bağımsız bir güç Türkiye’de ve dünyada ne olursa olsun beni çalışma şevkinden alıkoyamıyor, en iyi muhalefet etme biçiminin her zaman en iyi yaptığımız şeyi yapmayı sürdürmek olduğunu düşünüyorum. Bir yanıyla baktığımda üniversite yıllarından beri kendini solcu diye tanımlayan Murathan'da hiç bir şey değişmedi. Öte yandan da bu duruşumun farklı bilgilerle, beni daha açık ve daha serin bir yere taşıdığını da görüyorum. Yani duruş dediğimiz şey, Türkiye'de bir kemik hastalığı diye anlaşılıyor, oysa öyle değil. Kendini korumak çok önemli bir şey, bence iyi bir sanatçı kendini sit alanı ilan etmeli. Türkiye’de kimse seni korumuyor çünkü… Ben insanlara kendilerini rezil edecek zamanı tanıyorum ve zaman zaten onlara yapıyor yapacağını. Ödünç kalplerle, takma kalplerle, ezber hayatlarla, ithal kurgularla kendilerine boyalı macera satın almış sanatçıların eskisinden de daha hızlı bir şekilde çürüyüp dağılıp gideceklerini görüyorum. Aslında çok temel bir şey söylüyorum: Dünyanın temel bilgileri, temel değerleri kadim bilgilerdir. İster bunu kutsal kitapların satır aralarında gör, istersen Sofokles’in tregedyalarında gör, istersen Shakespeare'in alt metinlerinde gör! Okuyabileceğiniz diğer Murathan Mungan söyleşileri ▪ "Beşi bir romanda!" | Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004 | ▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar" | Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004 | ▪ "Amok koşucusu" | Zuhal Bekler, Time Out, 3 Nisan 2008 | ▪ "Edebî Maratoncu" | Ayşegül Tuna, Time Out, Kasım 2007 | ▪ "Akıllı kadın yalnız kalmaya mahkûm" | Yeşim Çobankent, Elle, 3 Nisan 2008 | ▪ "Kadından Kentler" | , Demokrat Radyo, İzmir, 14 Nisan 2008 | ▪ "Kitapta ciddi bir amelelik var, dersimi çok çalıştım" | Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar Eki, 13 Nisan 2008 | ▪ "Kadınlar eşya, evlilik ve aşkla esir alınırlar" | Evrim Altuğ, Sabah, 13 Nisan 2008 | ▪ "Yazımı sürekli ateşe atarak ilerledim" | Nida Nevra Savcılıoğlu, Notos Öykü, Nisan 2008 | ▪ "Kadınlarla Kürtler’in kaderi ortak" | Ayça Örer, Taraf, 12 Nisan 2008 | ▪ "Erkekten kent değil, kasaba çıkar canım" | Pınar Öğünç, Radikal Cumartesi Eki, 3 Mayıs 2008 | ▪ "Kendini Şaşırtırsan Okuru da Şaşırtırsın" | Irmak Zileli, Remzi Kitap gazetesi, Mayıs 2008 | ▪ "Yazdıklarımdan yapılma bir adanın üzerinde yalnız..." | Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 19 Ekim 2007 | ▪ "Türkiye’nin sağcısıyla solcusu çok benziyor; aynı kumaştan ceket giyiyorlar, birinin ceketi soldan düğmeleniyor, diğerininki sağdan!" | Cansu Çamlıbel, T24, 10 Ekim 2023 | ▪ "Kentlerden Bir Tür Çöl Yaratılıyor; Betondan, Camdan, Çelikten Bir Çöl" | Serkan Ayazoğlu, arkitera.com, Nisan 2014 | ▪ "İyi öykücülerden kötü romancılar yaratıldı" | Buket Aşçı, Vatan Kitap, 14 Mayıs 2014 | ▪ "Bir kolum çolaktır şiir yazarken" | Birhan Keskin, Radikal Kitap, 8 Nisan 2016 | ▪ "Bunlar benim binbir gece masallarım" | Çağlayan Çevik, Hürriyet Kitap Sanat, 16 Şubat 2017 | ▪ "Var oluşumu anlamlandıran eşyam kalemim" | Adalet Çavdar, Milliyet Sanat, 10 Mart 2017 | ▪ "Merakı Bulaştırmak" | Berke Göl, altyazi.net, 15 Aralık 2022 | ▪ "Kültürel dünyada muhataplar eşit değil!" | Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, 1 Temmuz 2000 | ▪ "Erkekler İçin Divan'ı ben yazmasam kim yazacaktı?" | Ahmet Tulgar, Milliyet, 2 Aralık 2001 | ▪ "Yüksek Topuklar’la geliyor" | Ayşe Arman, Hürriyet Pazar, 5 Mayıs 2002 | ▪ "Kadınlar üçlemesinin ilk kitabı" | Sema Uludağ, Radikal, 9 Mayıs 2002 | ▪ "Yazı iktidarsa hepimiz iktidarız" | Ayça Atikoğlu, Cumhuriyet Dergi, 30 Haziran 2002 | ▪ "Canımı çok yakan bir olay vardı" | Müjde Arslan, Özgür Politika, 3 Ocak 2004 | ▪ "İyi öpüşen bir sevgili dünyanın yarısı demektir" | Ayşe Arman, Hürriyet, 10 Temmuz 2005 | ▪ "İyi Türkçe yazanların çoğu Türk kökenli değil" | Derya Sazak, Milliyet, 11 Temmuz 2005 | ▪ "Klonlanmak istiyorum" | Pınar Öğünç, Radikal Kitap Eki, 15 Temmuz 2005 | ▪ "Rüya görür gibi şarkı görüyorum!" | Filiz Aygündüz, Milliyet Pazar, 19 Mart 2006 Pazar | ▪ "Kedi cama inanmaz, ben zamana" | Özlem Altunok, Cumhuriyet Dergi, 24 Temmuz 2006 | ▪ "Melodram her an hayatımızın içinde" | Yeşim Tabak, Pazar Sabah, 27 Mayıs 2007 | ▪ "Olgunluğumun saltanatını sürüyorum artık" | Sevin Okyay, Radikal, 26 Temmuz 2007 | ▪ "Şiire, yazıya hep temiz davrandım" | Deniz Durukan, Radikal, 12 Aralık 2007 | ▪ "Arenayla opera arasında bir hayat benimkisi" | Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 8 Nisan 2011 | ▪ "Türkiye’de yalan söyleyenlerden hiç hesap sorulmadı" | Zeynep Miraç, Hürriyet Pazar, 23 Şubat 2014 | ▪ "Bu toprakların asli meseleleri" | Pınar Öğünç, Radikal Kitap, 3 Mart 2014 |
|