Bülent Erkmen projeyi hazırladı, onun deyişiyle Murathan Mungan başlattı; Faruk Ulay, soğuttu; Elif Şafak, karıştırdı; Celil Oker, gerdi, Pınar Kür de bitirdi. Projenin sonunda ortaya çıkan bir romandı;
Beşpeşe adlı bir nesne -kitap.
Beş parmağın beşi bir olur mu? Olmaz. Beş yazarın da beşi bir olmaz; her birinin farklı üslupları, farklı kurgu dünyaları ve farklı kodları var. Üzerinde durdukları zemin, dolayısıyla izledikleri yol farklı. Ama bir araya geldiklerini ve tek bir kitap yazdıklarını düşünün. Bu, oldu işte. Bülent Erkmen'in geliştirdiği bir proje etrafında bir araya gelen Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, Celil Oker ve Pınar Kür,
Beşpeşe isimli bir romana imza attılar. Türkiye'de - ve belki dünyada da - daha önce örneği olmayan bu proje tamamlandığında ortaya çıkan, içeriği ve 'nesne' olarak görüntüsüyle sürprizli bir kitap oldu.
Beşpeşe için Metis Yayınları'nda kitabın yazarları ve projenin yaratıcısıyla buluştuk. Faruk Ulay, yurt dışında bulunduğu için bize katılamadı; fakat o da sorularımıza e-mail ile yanıt verdi.
Beşpeşe projesi nasıl şekillendi? Bülent Erkmen: 2001'de geliştirdim projeyi. Beş kişi arasında sürmesi planlanan bir işti bu; ismi de oradan çıktı.
Beşpeşe, bir 'nesne - kitap'. Yazarlara hem daha önceki nesne - kitaplar hem de bu kitapla ilgili bilgileri içeren metinler gönderdim. Bildiğimiz kitap, içindekini taşıyan kitaptır; yazı, resim, çizgiyle o kitaba onu taşıtırız. Nesne - kitap, kendisini de taşıyan, içindekiyle birlikte kendisini de gösteren kitap. Proje şu temel fikirlerden oluşuyordu: Beş ayrı yazardan beş ayrı bölüm olsun, romanın bütünü ve beş bölümün her biri karmaşık bir aşk hikayesi üstüne kurulsun... Romanın ve bölümlerin her birinin beş ana karakteri var; ikisi kadın, üçü erkek. Yazarların da ikisi kadın, üçü erkek. Bir yazar bir bölümü bitiriyor, diğer yazar bir sonraki bölüme ilk bölümün ana karakterleriyle, bir önceki bölümün bittiği yerden ve bir önceki bölümü / bölümleri okuyarak başlıyor. Bu beş yazarın yazarlık anlayışları ve türleri farklı olsun; her yazar, kendisi neyse o olsun; kendisini kendisi yapan edebi özelliklerini bu yapıda kursun istedim.
Projede yer alacak isimlere nasıl karar verdiniz?B. E.: Sezgilerimle. Bir de açıkçası, biraz beni bilen, bu işte birlikte çalışabileceğim kişiler olmasını tercih ettim.
Yazarların hangi sıralamayla yazacakları neye göre belirlendi?B. E.: Murathan Mungan başlatıcı olacak; Faruk Ulay, soğutacak; Elif Şafak, karıştıracak; Celil Oker, gerecek ve Pınar Kür, bitirecek. Kitabın yapımı, yaptığım diğer nesne - kitapları üstlenen Ofset Yapımevi'ne ait. Nesne - kitap, az sayıda basılan, daha az sayıda satışa sunulan ve biraz pahalı olan bir şeydir. Burada acaba çok basılan, ucuza satılan ve bir edebiyat türünü üstünde taşıyan bir kitap olabilir mi diye düşündüm. Projeyi Metis Yayınları'na anlattım; anlaştık. Sözleşmeleri ve telif ödemelerini Metis Yayınları üstlendi.
Sizce bu nesne - kitap nasıl bir efekt yaratacak okurda?B. E.: Ben genellikle kalabalıkların ne zaman ne yapacağını hiç bilmem. Ama, okudukları metni tekrar sorgulayabileceklerini ve metni içinde taşıyan nesneyi fark edebileceklerini hayal ediyorum. Bu kitap, bir kişi yazdığında nasıl olacaksa öyle olmamalıydı. Mesela bir yazarın öne çıkardığı bir durum ya da kahramanı öteki yazar hiç umursamamış. Teorik olarak bu, bir kişinin yazdığı bir roman yapısında teknik bir arıza gibi gözükebilecek bir durumken, burada romanı tekrar sorgulama unsuru olarak görülebilir. Bu takılmalar, aksaklıklar aslında durumun fark edilirliliğini sağlıyor.
Murathan Mungan: Bu senin sözünü ettiğin şey son zamanların Türk romanında pek 'arıza' gibi değil. Tek kişinin imzasından çıkmış ama "O neydi?" dediğimiz bir sürü şey var.
İçerik bir yana, bir nesne - kitap projesinde yer almak sizler için ne ifade etti? Murathan Bey, siz ilk metni yazdınız...M. M.: Ben sadece yazı yazan biri değilim; bir kültür sanat figürü olmak için yola çıktım. Disiplinlerarası paslaşmalar beni her zaman ilgilendirdi. Bir kere sanatın oyun tarafını seviyorum. İkincisi, bazı isimlerin bizde bazı kredileri vardır; Bülent Erkmen bunlardan biridir. Eğer o bir şey yapıyorsa seve seve katılırım. Çok anlamama da gerek yoktur; o bir şey biliyordur diye düşünürüm. Nitekim birçok muhafazakar, gizli ve açık sağcının öyle ya da böyle laf sokuşturduğu "32 Büst" projesinde de bu yüzden yer almışımdır. Gerekirse "64 Büst" yapılır ve bu sefer çırılçıplak soyunurum; çünkü bir bildiği vardır. Üçüncüsü de projeyi anladığımı ve işin oyun kısmını sevdiğimi düşünüyorum. Ben de böyle bir oyuna katılarak "Peki bundan sonra ne olacak?" diye eğlendim, merak ettim, dikkat gösterdim. Yalnız benimle açıldığı için bir tuzağı vardı; bir hikaye uydurmam, karakterler içinde bir oyun kurmam gerekiyordu. Bir de tabii başlangıçta ben olduğum için özel bir ahlak gütmem gerektiğini düşünüyorum. Benden sonraki arkadaşlara yeterli ipuçları vermek, onlara kendi oyun sahalarını açacakları yerler inşa etmek, bir ölçüde de Celil Oker, Faruk Ulay, Elif Şafak ve Pınar Kür'ün bendeki imgelerinden yola çıkarak onlara salkım saçak bir şeyler bırakmak gerekiyordu; bir tür göz kırpması yani. Bu nedenle kendi bölümümde mümkün olduğu kadar kesin, kararlı, sona bağlanmış karakter, durum, olay yaratmamaya çalıştım.
Faruk Ulay: Ben, sorumluluk duygusuyla hareket ettim; Murathan Mungan'ın başlattığını bozmadan sürdürmek ve benden sonra gelenlere adam gibi bir metin bırakmak istedim.
Elif Şafak: Sanırım benim için bu projenin bu kadar heyecan verici olmasının sebebi, melez bir sentez ortaya çıkarmamız oldu. Alıştıklarımla, hiç alışmadıklarım arasında... Alışkanlıklarım derken benzer bir noktadan hareket ediyoruz belki de. Benim için bu daha çok sanatla akademi arasında veya akademinin çeşitli disiplinleri arasında dolaşmak gibiydi. Onun için hudutları kurcalamayı seviyorum. Bir de, belki tasavvuftan gelen bir şey, yazıyı, kitabı kutsal addeden bir geleneğe çok yürekten bağlı hissediyorum kendimi. Ama bunun yanı sıra hiç denemediklerim, alışmadıklarım var. Yazmak, birey olarak baktığım bir şey ve bir şekilde hep böyle oldu. O anlamda ortak bir şeyler yapabilmek benim için çok heyecan vericiydi. Metin elime geldiğinde, buradaki ortamın dışında yaşıyordum ve İstanbul'dan koptuğumu zannediyordum. Fakat metni aldığımda o kadar etkilendim ki... Özellikle giriş... "Zaten ben bu damarı biliyorum," dedim. Ayrıca çıta çok yüksekti. Çıta öyle yüksek olunca bence her yazar da aynı yükseklikte yazabilirdi. Bir de Bülent Erkmen konuşurken şunu hissettim: Benim bulunduğum yer biraz kaosun sesiydi.
Celil Bey, sıra size geldiğinde, bir polisiye roman için yeterince ipucu ve düğüm var mıydı?Celil Oker: Açıkçası bunu bir polisiye vaka olarak görmedim. Polisiye roman ama sonuçta ben onu bir tür öykü anlatma olarak görüyorum. Metni aldığımda, Murathan Mungan'ın başlangıcının bir çokgen sayfası gibi kurgulandığını gördüm. O çokgenin istediğimiz kenarını istediğimiz biçimde sündürme imkanı vardı. Bunun üstüne, Celil Oker olarak bu hikayeyi nasıl anlatabilirim diye düşündüm.
Finalden memnun musunuz?C. O.: Şu anda müthiş bir merak içindeyim; Pınar Hanım'ın nasıl toparladığını bilmiyorum çünkü.
Size gelen metinlerde gerekli gerilim noktaları ve düğümler olmasaydı, yine de bir polisiye kurguya dönüştürür müydünüz metni?C. O.: Benim anladığım anlamda bir polisiye yapı bunun içinde yok. Daha çok, insani bir duruma açılımlar yapan bir merak söz konusu. Ben polisiyeyi öyle görmüyorum. Ama o merak, bir takım insani durumların hem gelişmesine hem de kendisine bakmamızı sağlayan bir meraktı.
Benim hayal kırıklığım Rıdvan'ın çirkin ve beceriksiz bir adam olmasıydı. Pınar Kür: Onu yapan, Murathan.
Evet, ama ben belki de Celil Oker'in yakışıklı ve iş bitirici hafiyesine alışık olduğum için...M. M.: Herkesin hafiyesi kendine!
Pınar Hanım, en son bütün metinler size geldiğinde işiniz ne kadar zordu?P. K.: Çok kolay değildi. Aslında ben de bu işe bir oyun olarak girdim. Hatta Bülent Bey teklif ettiğinde yıllardır bitiremediğim kitabımı bitirmek aşamasındaydım ve önce hayır dedim. Fakat ondan sonra dayanamadım, "Bir bakayım, okuyayım," dedim ve daha Murathan'ın yazdığı bölümde aynı oyun fikrini görünce "Tamam," dedim. Projeye oyun olarak yaklaştığım gibi, metni de bir oyun teorisi üzerine kurdum. Zaten Murathan'ın metninden bir seksek oyunu çıkmıştı, o seksek oyunundan hareketle tiyatro oyunu, satranç oyunu vs. üzerine gittim. Ortaya koyulan durum vahim. Kitabın kahramanı olan kızın vahim durumunun biraz da deliliğe yatkın olduğunu düşünerek hareket ettim. Bir de daha önceki yazarların ihmal ettiği anne ve baba tipini öne çıkarmayı düşündüm ki o kızın geçmişi biraz temellensin... Açıkçası toparlayamayacağım yerlerde değiştirdim. Oyunsa oyun.
Zehra, bir yandan yalan bir karakter gibi. Zaten Murathan Mungan'ın metninde de konservatuvar öğrencisi olan Zehra ve sınıf arkadaşlarına hocaları Fatin Bey tarafından söylenen şöyle bir cümle var: "Sanatı meslek edinecekseniz, yalanlarla yaşamayı öğrenmelisiniz. Sanatın kendinden başka gerçeği yoktur çünkü".M. M.: Kendi kendine bir göz kırpması o ama bu tür şeyler de güttüm açıkçası. Bir oyun oynuyoruz biz de; onun için Zehra konservatuvarda. Böyle bir kadına verebileceğim en doğru iş bu olabilir diye düşündüm. Yani Bülent Erkmen'in bize kurduğu bu oyunu oynayacaksak, her bakımdan oynamalıyız; edebiyatın kendi içindeki göndermeler, sanat - yalan ilişkisi vs.
Sizin metninizdeki Zehra, sanki daha güçlü ve kibirli bir kızdı; Faruk Ulay'ın metninde biraz şımarık bir kıza dönüşmüş gibi...F. U.: Zehra'yı şımarık değil de, çekingen, içine kapalı, aklı karışık bir kişi olarak düşünmüştüm. `80'li yıllarda 'rahatlamış' bir genç kızlar grubu vardı üniversiteler dünyasında. Ama bu rahatlamışlık yüzeyde kalırdı. Ben Zehra'yı o devirde tanıdığım kızlardan birkaçıyla özdeşleştirdim. Zehra'nın tiyatrocu olmasının getirdiği, kişiliğinin her şeye hazır olma durumu var ama 'iyi aile kızı' oluşu nedeniyle bir çekingenlik, kendini sürekli denetleme derdi de var. Bu ikilemden çıkan kişiliğin yarattığı çelişkiler yüzünden verdiği kararlar, davranışı, konuşması, çocukluğundan miras kalmış kişiliğiyle çatışıyor.
Zehra'nın genç kızlık ile kadınlık arasındaki gel gitlerini de sizin metninizde okuduk...E. Ş.: Benim devraldığım Zehra, biraz arada sıkışmış, değişik erkekler arasında seçim yapmak durumunda gibiydi. Ve herhalde en keyiflisi benden önceki yazarların göz kırpmalarını görmek oldu. Sen de benzer şekilde küçük küçük iplikler bırakıyorsun; onu işler veya işlemezler. Sonuçta, bir yüzeyden akan hikaye var, bir de ilk bakışta belki de o kadar net görülmeyen damar damar alt akıntılar... Bu alt akıntılar üzerinde durdum daha çok; rüyalar, bilinçaltı, geçmiş vs. yani bir hadise kurgulamaktan ziyade bilinç akışına ağırlık verdim.
Ama Zehra'yı olay mahaline geri götüren de siz oldunuz. Sonra da Celil Bey, bize kurgu içinde bir kurgu sundu; bir polisiye kitabın yazım aşamasına tanık olmamızı sağladı.C. O.: Polisiye romanla ilgili çok sevdiğim bir söz var: "Polisiye roman, mutlu sonla biten bir trajedidir". Zehra'nın hadisesinin seçenekleri hangisi olursa olsun, mutlu sonla bitme olasılığı yok. Her seçenek, belki daha mutsuz sonlara götürecek onu. O yüzden seçeneklerin hangisi doğru acaba, hangisine biraz daha ışık tutayım gibi bir kaygım olmadı. Sözünü ettiğiniz şeyi biraz bilerek yaptım; ortada hakikaten polisiye roman yazan birisi varsa, o birisine bir bakalım, ne yapıyor diye düşündüm ve onun yazma sürecini yansıtmaya çalıştım. Belki gizli belki açık, polisiye roman yazmanın hayata ilişkin yazmakla bağı ya da bağsızlığı konusunda neler düşünülebilir, buna bakmaya çalıştım. Bir de benim hikaye anlatış anlayışıma göre, insanlar bir şeyler düşünmekle yetinmemeliler, bir şeyler yapmalılar. O yüzden bol bol konuşturdum karakterleri.
Pınar Hanım, sizin bölümünüzde birlikte anneanne karakterine biraz daha şefkatle yaklaşmaya başladık. Ayrıca siz hem bir düğümü çözmek durumundaydınız hem de yeni bir düğüm eklediniz: Anneannenin geçmişindeki bir aşktan söz ettiniz. P. K.: Semiha Hanım, son derece antipatik bir kadın, onun için ben de ilk iş, onu öldürdüm. Ama ben de bir taş bebek imgesiyle, anneanne, anne ve kızı arasındaki bağlantıyı anlattım. Semiha Hanım, gerçekten bir aşk yaşadı mı yaşamadı mı, onu da bilmiyoruz; bir aşk mıydı yoksa cinsel ilişki miydi sadece?
Kitabın tamamını okuyan tek kişisiniz sanırım; ne düşünüyorsunuz sonuç hakkında?P. K.: Ben de size soracaktım, bir süreklilik sezdiniz mi?
Süreklilikle ilgili bir sorunum olmadı, fakat gerçekliği kıran bir şey var metnin tamamında. Belki 'oyun' durumunun belirginliğinden kaynaklanıyor bu.M. M.: Bu çok iyi bir şey.
P. K.: Bir roman, tek kişinin bilincinden çıkar normal olarak, burada beş kişinin bilinci var. Ama her bölümde aslında yazar kendi bilincini empoze etmek üzere bir çabada bulunmuş.
M. M.: Ben zamanı daha tempolu kullanırken, Faruk Ulay'ın zamanı saatlere bölmesi ilgimi çekti. Bu da sözünü ettiğin gerçekliğin kırılmasını sağlıyor.
'Hain'lik etmeyi düşünmediniz mi hiç? Hani, kendinizden sonra gelecek olanın ne yapacağını merak ederek.M. M.: Kendi adıma, edebiyatla ilgili kendi sözlüğümde gerçekten hainlik, rekabet gibi sözcükler yok. Edebiyatı ve sanatı başından beri rekabet alanı olarak değil, kendim olmanın bir yolu olarak seçtim. Oynamayı, paslaşmayı, hınzırlık yapmayı falan çok severim ama yazarlık ve sanat biriciklik esası üzerine kurulu bir şey. Yani buradaki diğer isimleri tanımıyor, takdir etmiyor olsam böyle bir şey içinde olmam.
P. K.: Hainlik dediği birbirimize yaptığımız değil, okura yaptığımız hainlik. Ben yazı dersi de veriyorum; ilk söylediğim, yazarlar, iyi insan değillerdir. İyi insan olsalar yazar olmazlardı.
M. M.: Ben çok iyi bir insanım. 49 yıllık hayatımda en büyük başarım Türkiye gibi bir ülkede kültür sanatla uğraşıp iyi bir insan olarak kalmam. Bütün o hınzırlıklarım da daha çok zekamın kıvılcımlarından kaynaklanır, kalbimin kötülüğünden değil.
C. O.: Araya girdim ama, burada hem bağlayıcı durumlar hem de inanılmaz bir özgürlük var. Bir miras alıyorsunuz, istediğinizi yapıyorsunuz. Beraber yazma durumu, bir masanın başına oturup yazmaktan farklı bir durum.
E. Ş.: Bana çarpıcı gelen, roman gibi bir türün içinde bunu yapabilmiş olmamız. Çünkü romanda o kadar egonla varsın ki. Bir anlamda kendini daha üste koyarak yazmak... Onu kıran bir yapısı var bu çalışmanın. Bir yanınla çok özgürsün ama bir yanınla da değilsin; bir yanınla ben diyorsun, bir yanınla biz; bir yanınla Tanrı gibi hissediyorsun kendini, bir yanınla da sana haddini bildiren bir şey var.
Oyun kurucu olarak siz, sonuç hakkında ne düşünüyorsunuz? B. E.: Tam hayal ettiğim gibi!
▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar" |
Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004 |
▪ "Amok koşucusu" |
Zuhal Bekler, Time Out, 3 Nisan 2008 |
▪ "Edebî Maratoncu" |
Ayşegül Tuna, Time Out, Kasım 2007 |
▪ "Akıllı kadın yalnız kalmaya mahkûm" |
Yeşim Çobankent, Elle, 3 Nisan 2008 |
▪ "Kadından Kentler" |
, Demokrat Radyo, İzmir, 14 Nisan 2008 |
▪ "Kitapta ciddi bir amelelik var, dersimi çok çalıştım" |
Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar Eki, 13 Nisan 2008 |
▪ "Kadınlar eşya, evlilik ve aşkla esir alınırlar" |
Evrim Altuğ, Sabah, 13 Nisan 2008 |
▪ "Yazımı sürekli ateşe atarak ilerledim" |
Nida Nevra Savcılıoğlu, Notos Öykü, Nisan 2008 |
▪ "Kadınlarla Kürtler’in kaderi ortak" |
Ayça Örer, Taraf, 12 Nisan 2008 |
▪ "Erkekten kent değil, kasaba çıkar canım" |
Pınar Öğünç, Radikal Cumartesi Eki, 3 Mayıs 2008 |
▪ "Kendini Şaşırtırsan Okuru da Şaşırtırsın" |
Irmak Zileli, Remzi Kitap gazetesi, Mayıs 2008 |
▪ "Yazdıklarımdan yapılma bir adanın üzerinde yalnız..." |
Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 19 Ekim 2007 |
▪ "Türkiye’nin sağcısıyla solcusu çok benziyor; aynı kumaştan ceket giyiyorlar, birinin ceketi soldan düğmeleniyor, diğerininki sağdan!" |
Cansu Çamlıbel, T24, 10 Ekim 2023 |
▪ "Kentlerden Bir Tür Çöl Yaratılıyor; Betondan, Camdan, Çelikten Bir Çöl" |
Serkan Ayazoğlu, arkitera.com, Nisan 2014 |
▪ "İyi öykücülerden kötü romancılar yaratıldı" |
Buket Aşçı, Vatan Kitap, 14 Mayıs 2014 |
▪ "Bir kolum çolaktır şiir yazarken" |
Birhan Keskin, Radikal Kitap, 8 Nisan 2016 |
▪ "Bunlar benim binbir gece masallarım" |
Çağlayan Çevik, Hürriyet Kitap Sanat, 16 Şubat 2017 |
▪ "Var oluşumu anlamlandıran eşyam kalemim" |
Adalet Çavdar, Milliyet Sanat, 10 Mart 2017 |
▪ "Merakı Bulaştırmak" |
Berke Göl, altyazi.net, 15 Aralık 2022 |
▪ "Kültürel dünyada muhataplar eşit değil!" |
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, 1 Temmuz 2000 |
▪ "Erkekler İçin Divan'ı ben yazmasam kim yazacaktı?" |
Ahmet Tulgar, Milliyet, 2 Aralık 2001 |
▪ "Yüksek Topuklar’la geliyor" |
Ayşe Arman, Hürriyet Pazar, 5 Mayıs 2002 |
▪ "Kadınlar üçlemesinin ilk kitabı" |
Sema Uludağ, Radikal, 9 Mayıs 2002 |
▪ "Yazı iktidarsa hepimiz iktidarız" |
Ayça Atikoğlu, Cumhuriyet Dergi, 30 Haziran 2002 |
▪ "Canımı çok yakan bir olay vardı" |
Müjde Arslan, Özgür Politika, 3 Ocak 2004 |
▪ "İyi öpüşen bir sevgili dünyanın yarısı demektir" |
Ayşe Arman, Hürriyet, 10 Temmuz 2005 |
▪ "İyi Türkçe yazanların çoğu Türk kökenli değil" |
Derya Sazak, Milliyet, 11 Temmuz 2005 |
▪ "Klonlanmak istiyorum" |
Pınar Öğünç, Radikal Kitap Eki, 15 Temmuz 2005 |
▪ "Rüya görür gibi şarkı görüyorum!" |
Filiz Aygündüz, Milliyet Pazar, 19 Mart 2006 Pazar |
▪ "Kedi cama inanmaz, ben zamana" |
Özlem Altunok, Cumhuriyet Dergi, 24 Temmuz 2006 |
▪ "Melodram her an hayatımızın içinde" |
Yeşim Tabak, Pazar Sabah, 27 Mayıs 2007 |
▪ "İyi bir sanatçı kendini SİT alanı ilan etmeli" |
Ayça Atikoğlu, Gazeteport, 25 Haziran 2007 |
▪ "Olgunluğumun saltanatını sürüyorum artık" |
Sevin Okyay, Radikal, 26 Temmuz 2007 |
▪ "Şiire, yazıya hep temiz davrandım" |
Deniz Durukan, Radikal, 12 Aralık 2007 |
▪ "Arenayla opera arasında bir hayat benimkisi" |
Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 8 Nisan 2011 |
▪ "Türkiye’de yalan söyleyenlerden hiç hesap sorulmadı" |
Zeynep Miraç, Hürriyet Pazar, 23 Şubat 2014 |
▪ "Bu toprakların asli meseleleri" |
Pınar Öğünç, Radikal Kitap, 3 Mart 2014 |