Özde Duygu Gürkan
Thor Hanson'dan Arıların Bildikleri
26 Kasım 2020


Arıların Bildikleri’ni okumadan önce arılara özel bir ilgim yoktu, hatta kitabı biraz karıştırdıktan sonra bir kenara bırakırım muhtemelen diye düşünüyordum. Ama hiç de öyle olmadı, sayfaları iştahla çevirmeye devam ettim ve sonuna geldiğimde keşke bitmeseydi diye düşündüm. Bunun en önemli nedenlerinden biri arıların gerçekten ilginç canlılar olmasıysa, diğeri de kitabın yazarı Thor Hanson’ın üslubu olsa gerek. Eşi ve oğluyla birlikte Pasifik Kıyı Bölgesi’ndeki bir adada yaşayan Hanson tam bir doğabilimci; aklına takılan soruların peşini bırakmıyor, konusunu içten bir merak ve büyük bir sabırla inceliyor – ve tabii sevgiyle. Hanson’ın arılara duyduğu sevgi ve şefkat öyle yoğun ki ister istemez okura da geçiyor.

Bu kitap için araştırma yaparken gittiği yerlerde yaşadığı tecrübeleri, uzmanlarla yaptığı sohbetleri ve nihayetinde arılarla ilgili öğrendiklerini bir dostuna anlatır gibi, tatlı tatlı anlatıyor Hanson. (Oğluyla birlikte bir yabanarısı kolonisi inceleyebilmek için yaptıklarını okurken gülümsemeden edemiyor insan. Arıların hiç beklemediğimiz yiyeceklerin üretiminde bile ne kadar büyük bir rol oynadığını göstermek için bir McDonald’s şubesine gittiği bölümde ise hem eğleniyor hem de eğlendiriyor Hanson: Etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında bir BigMac hamburgeri bileşenlerine ayırdıktan sonra, susamları tek tek ayıklayarak 243 susam tanesi sayıyor!) Anlatımın akıcılığı ve yazarın hoşsohbetliği, zaman zaman bir bilim kitabı okuduğunuzu unutmanıza yol açıyor. Ama yine de ne çok arı türü olduğuna, bu türlerin ne kadar farklı yaşamlar sürdüğüne, birçok bitkinin yetişmesi için nasıl vazgeçilmez olduklarına dair birçok şey öğreniyorsunuz, hayata bakışınızı zenginleştiren şeyler. Çevrenizdeki hayat yapbozunun küçük ama önemli bir parçası yerine oturmuş gibi hissediyorsunuz.

Biz şehir insanlarının koşuşturmalı, gürültülü hayatımızda duymaya pek fırsat bulamadığımız türden bir ses Hanson’ınki; doğayla iç içe yaşayan mütevazı bir ada insanının sakin sesi. Ve bu ses bizi, son zamanlarda giderek daha az duyulan bir başka sese kulak vermeye davet ediyor: arıların sesine.

Artık dışarı çıktığımda, civarda bitkiler ya da çiçekler varsa mutlaka bakınıyorum arılar da var mı diye. Bulursam çok seviniyorum, varlıklarını tehdit eden onca şeye rağmen hâlâ etrafta uçuşabildiklerini görmek içimi rahatlatıyor bir nevi; yeşil alanların giderek betona dönüştüğü şehir ortamında bile hayatta kalabiliyorlarsa hâlâ umut vardır belki de, diye düşünüyorum. Eskiden arılardan çekinirdim, ama onlar hakkında bunca şey öğrendikten sonra artık korkutucu canlılar olarak görünmüyorlar gözüme. Bana zarar verme potansiyelleriyle değil, kendilerine özgü özellikleri ve yaşam tarzlarıyla değerlendiriyorum çünkü onları. Ve tedirginlikle değil merakla bakıyorum artık onlara.

Arıların Bildikleri’ni doğaya ve hayvanlara ilgi duyan herkese tavsiye ederim. Bana tertemiz bir ada havası gibi iyi geldi, biraz nefeslenmemi sağladı, size de iyi geleceğini umuyorum.

Savaş Kılıç
Uzaktan Yakından
3 Ocak 2018


Abi, ilanını gördüm, nedir bu Uzaktan Yakından?

Lévi-Strauss’la yapılmış bir nehir-söyleşi, abi. Didier Eribon’u bilir misin?

Adı yabancı gelmedi ama çıkaramadım şimdi. Kimdi o?

Foucault’nun biyografisini yazan var ya o işte.

Ha tamam hatırladım şimdi. Hani şu Reims’e Dönüş diye bir kitap yazmıştı, Fransa’daki sağcılaşmayı çocukluğunun geçtiği kentten yola çıkarak anlatıyordu.

Evet o.

Ne zaman yapmışlar söyleşileri?

1988’de bitmiş söyleşiler, yani Lévi-Strauss emekliye ayrıldıktan epey sonra.

Ne konuşmuşlar?

Tabii Lévi-Strauss 1908 doğumlu olduğu için tarihsel bir tanık gibi konuşturmaya çalışmış önce. Çocukluğunu ve ailesini, yetiştiği dönemdeki eğitimi, siyasete atılmasını, o dönemde tanıdığı yazarları, filozofları, ressamları falan anlattırmış.

Siyasete mi atılmış? Hiç haberim yoktu.

Eee tabii. Daha lisedeyken bir akrabası sayesinde Marx’la tanışmış. Sosyalist Parti’ye üye olmuş. Önde gelen birinin sekreterliğini yapıyormuş o sıra. Sonra öğretmen olarak atandığı kasabada da belediye başkanlığına aday olmuş.

Söz açılmışken ben bir şeyi merak ediyorum, abi: Bu adam, Yahudi Soykırımı’ndan hiç söz etmiyor; hem niye söz etmiyor hem de nasıl yırtmış paçayı?

İşte bunlardan da söz ediyorlar. Biraz şansının yardımıyla. Brezilya’da üniversitede çalışırken Bororolar arasında saha araştırması yapmış ya, Amerika’da iş bulmasına yardımcı olmuş bu. Yoksa normalde memlekete dönünce olan bitenin vahametini kavrayamamış pek: Önce askere almışlar, sonra Fransız ordusu yenilince ücra bir köye öğretmen olarak tayinini istemiş. Anne babasıyla orada kalmış bir süre. O esnada da tanıdıklarının yardımıyla Amerika’da bir iş bulmuş işte.

Peki niye hiç söz etmiyor bunlardan? Soykırım hakkında niye tek kelime etmiyor?

Söz etmemesinin nedeni, anladığım kadarıyla, çektiklerinin başkalarının acıları yanında çok hafif olduğunu düşünmesi. Soykırımdan söz etmiyor ama bana kalırsa düşüncesinin arka planında o vahşetin önemli bir yeri var. Nasılını ben anlatmayayım, kitabı okuyup sen kendin bul o ipucunu.

Tamam canım, ben de merak ettiğim için soruyorum, okurum.

Bak bir de hayatını anlatırken kafasının nasıl şekillendiğini açıyor. Gerçeküstücü şair ve ressamların rolünden bahsediyor mesela. Hiç alakası yokmuş gibi görünen iki şeyi yan yana getirmeyi onlardan öğrendiğini söylüyor.

Vay, yapısalcılığın gerisinde gerçeküstücülük mü varmış yani?

Ya yok o kadar da değil. Ama Lévi-Strauss karşılaştırma, bağdaştırma, ilişki kurma eğilimini bir ölçüde onlara borçlu olduğunu söylüyor.

Genel olarak edebiyat ve sanata düşkün biri zaten. İllaki bir etkisi olmuştur.

Evet, Mythologiques’i müzikal olarak yapılandırmış olmasından da söz açılıyor. Wagner sevgisinden falan.

Nasıl yazmış o koca koca ciltleri, anlamıyorum.

Her sabah 4’te, 5’te kalkıp çalışıyormuş. Yaklaşık yirmi yıl emek vermiş. Sadece kitap yazmıyor tabii, o sırada ders vermeye devam ediyor, müzede yöneticilik yapıyor. Hakikaten insan çalışma disiplinine hayran kalıyor.

Çok çaktırmıyor ama Lévi-Strauss epey polemiğe de girmiş. Bunlardan da bahis açılıyor mu?

Evet, biz hep Sartre’la olan polemiğini biliriz. Ama Braudel’le de bir şekilde tartışmışlar. Bunları hep kurcalamış Eribon. İyi hazırlanmış, arşivde eşelenmiş; Lévi-Strauss’a kendi unuttuğu şeyleri hatırlatmış. Bu tür diyaloglarda soru soran için bir dezavantaj vardır: Hassas mevzulara giremez, biraz “Suyuna gideyim” düşüncesi olur. Eribon “kaşımış”.

Lévi-Strauss bana hep sanki Sartre’ın negatifiymiş gibi gelir. Biri yüzde yüz Batılı, öbürü “ilkellere” hayran; biri felsefenin simgesi gibi, öbürü mitolojiyle uğraşmış durmuş; biri angaje, öbürü angajmandan kaçmış gibi.

Angajmandan kaçmamış aslında. Zaman zaman tavır koymuş, ama bunu davulla zurnayla ilan etmemiş. Daha temkinli olmak gerektiğini savunuyor; bak şu kısma bayılıyorum: “Entelektüel otoritemin (bana böyle bir otorite tanındığı ölçüde) çalışmalarımın toplamına, tutarlılık ve kesinlik kaygılarıma dayandığını düşünüyorum; ancak bunlar sayesinde, sınırlı alanlarda, söylediğimin dinlenmesi hakkını belki elde etmişimdir. Bilmediğim ya da az bildiğim sorunlar hakkında hükümde bulunma yetkisini kendimde görürsem, insanların güvenini kötüye kullanmış olurum.”

Valla, o dönemde böyle davranmak kolay olmasa gerek. Peki Barthes’la ve Foucault’yla aynı kurumda çalışmışlar, ne diyor?

Aynı kurumda çalışmışlar ama herkes kendi kürsüsünde sonuçta. Eribon Barthes’ın yazdıkları hakkında fikrini soruyor. O da sözünü esirgemeden eleştiriyor, Lévi-Strauss hep sadık kalmış yapısalcılığa. Bir moda gibi görülmesinden de pek hoşlanmıyor.

Foucault’yu sormuş mu?

Durur mu? Sormuş tabii. Özellikle açılış dersinin ne kadar şiirsel olduğunu teslim ediyor.

“Söylemin Düzeni” yani?

Evet. Ama başka yerlerde söz açıldıkça kendisinin “epistemolojik kopuş”tan ziyade “sürekliliğe” yakın olduğu anlaşılıyor. Doğa bilimlerinin tarihinden, beşeri bilimlerin tarihinden örnekler veriyor.

Peki Lacan’la dostlukları? Aralarındaki entelektüel ilişki? Kim kimden etkilenmiş, anlayabildin mi?

Valla… bütün kitabı anlattıracaksın bana! Çıkınca oku kardeşim. Hem böyle bir kafanın nasıl yetiştiğini, saha araştırması ve düşünme süreçlerinde güçlükleri nasıl aştığını öğreneceksin; hem de Lévi-Strauss’un düşüncelerini bağlamına daha iyi oturtabileceksin –Türkiye’de birçok kitap ve düşünür için pek de kolay bulunmuyor bu imkân–, yani daha iyi anlayabileceksin.

Emine Bora
John Berger'dan Portreler
2 Ocak 2018


Sanat eleştirmeni olarak anılmaktan oldum olası nefret etmiş John Berger: “Gençliğimden beri içinde hayat bulduğum çevrede, birini sanat eleştirmeni olarak nitelemek hakaret sayılırdı. Sanat eleştirmeni, pek az bildiği ya da hiçbir şey bilmediği konularda ahkâm kesen, yargılayan biriydi. Bir sanat simsarı kadar değilse de, münasebetsizin tekiydi.” 1950’li yıllarda New Statesman ve Tribun gibi yayınlarda görülen ilk sanat eleştirilerinden bugüne Berger’ın farklı formlar ve disiplinler arasındaki yaratıcı çalışması hiç değişmeyen bir gerilimin izlerini taşıdı: Sanatçının yeteneğini ve yapıtının esrarını anlamaya çalışmak ancak onu dâhi bir yaratıcı olarak kabul eden anlayışa karşı çıkmak: Sanat tarihi dâhilerin bayrak yarışı değildir çünkü.

Marksist bir düşünür olarak Berger’ın Chauvet mağarasının anonim sanatçılarından Goya’ya, Rembrandt’ta, Henry Moore’dan Filistinli heykelci Randa Mdah’a varana kadar, sanatçılara ve yapıtlarına sorular sorduğu, cevaplarını ise bazen net bazen de muğlak olsa da er geç işittiği yazılar bunlar.

Çeşitli mecralara dergi, gazete ve sayısız kitaba –bir ömüre– yayılmış bu yazılar Portreler’de yan yana geliyor ve okurdan önce, birbirleriyle de konuşmaya başlıyorlar.

Bu 74 yazının yan yana gelişinin en heyecan verici özelliği de bu. Hayal edin: Hepsi genişçe bir alanda toplanmışlar, zaman mefhumu ortadan kalkmış, kardeşçe ve alçak gönüllü bir şekilde, usul usul konuşuyorlar, tartışıyorlar, birbirlerine “eleştiri veriyorlar”. Birilerini teskin ediyor, kutluyorlar. Terebentin ve yağlıboya kokuları ve çekiç sesleri geliyor arkadan. Ha bir de kahkahalar...

Özde Duygu Gürkan
Platonov'un Mektupları
2 Ocak 2018


“Mutlulukla çok sık karşılaşmam, özellikle edebi yaşamımda,” diyor Platonov bir mektubunda. Gerçekten de, mektuplardan oluşan bu derlemede Platonov’un kendi döneminin edebiyat sahnesinden nasıl dışlandığını görüyoruz. Bunun en önemli nedeni Platonov’un (yanlış bir şekilde) komünizm karşıtı ilan edilmesiyse, diğer bir önemli nedeni de muhtemelen bu kadar “sıradışı” bir yazarın daha geleneksel zihinler tarafından idrak edilememesi olsa gerek. Platonov’un yeteneğini takdir eden Maksim Gorki, buna rağmen yaşadıkları dönemde onun eserlerini “gerektiği gibi değerlendirebilecek bir editör” olmadığını söylüyor yazara yazdığı bir mektupta. Deha bir nimet olabildiği gibi lanet de olabiliyor belli ki…

Yazarlıkta hak ettiği başarıyı elde edemeyen Platonov’un aile hayatında yaşadığı zorlukları da seziyoruz mektuplarında. Eşine fazlasıyla âşık olan ama maddi sıkıntılar yüzünden sık sık başka yerlere çalışmaya gitmek zorunda kalan ve bu esnada içini sürekli sadakatsizlik kurdu kemiren bir kocanın aşk ve sitem dolu yakarışlarını duyuyoruz. Çok sevdiği biricik oğlu daha on beş yaşındayken tutuklanıp hapse atıldığında hiçbir şey yapamamanın acısını yaşayan çaresiz bir babanın çabalarını görüyoruz. Ve gencecik oğlu tüberkülozdan öldükten birkaç yıl sonra ikinci kez baba olan ama artık kendisi de tüberkülozun pençesinde kıvranan hasta ve yorgun bir adamın ailesine bakabilmek için verdiği nafile mücadeleye tanık oluyoruz.

Rus edebiyatının en özgün yazarlarından biri olan Platonov’un böyle zor bir hayat geçirdiğini görmek iç burkuyor ister istemez. Ama Platonov’u Platonov yapan tam da yaşadığı hayattı nihayetinde (diyerek bir züğürt tesellisine sığınmak istiyor zihnimiz – ama doğru, ama yanlış). Ne olursa olsun, Mektuplar Platonov’u bir insan olarak daha iyi tanımamızı, derinliği ve aykırılığıyla bizi afallatan o eserlerin yazarının bizim için biraz daha ete kemiğe bürünmesini sağlıyor.
HAZIRLANAN KİTAPLAR

Metis Edebiyatdışı'nda
Bülent Diken, Tanrı, Siyaset, Ekonomi
Demet Ş. Dinler, İdealler ve Çıkarlar
Theodor M. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X