| | Murathan Mungan: "Kadınlarla Kürtler’in kaderi ortak" Ayça Örer, Taraf, 12 Nisan 2008 Kadından Kentler’de İstanbul dışına çıkmış, Türkiye’nin diğer kentlerinden İstanbul’a bakmış, kadınların kendi hikâyeleriyle şehirler arasında köprüler kurmuşsunuz. Bu kitap nasıl ortaya çıktı? Türk sineması, edebiyatı uzun yıllar İstanbul dışına çıkmadı. Uzun yıllar İstanbul’da yaşanan hikâyeleri dinledik. İstanbul’la taşra arasında bir gerilim hattı var. O gerilim hattı da kitabın temel aksını oluşturuyor. Taşra İstanbul’u uzun yıllar sinema üzerinden, şimdi de televizyon da seyrediyor. Taşrada insanlar günün birinde İstanbul’a göçmenin hayalini kurar. Bütün hükümetler neredeyse bütün büyük yatırımlarını İstanbul’a yapar. Kitaptaki öykülerde kadınlar doğrudan bir şehri temsil etmiyor. Öyle bir kültürel alışkanlığımız var, “Erzurumlu, Kayserili kadın nasılmış” diye. Bu tür bir okuma talebine karşılık vermeyen bir kitap yapmak istedim. Dolayısıyla figürleri kıpırdak bıraktım. Kimi zaman oraya tayin olmuş, kimi zaman oradan geçen, kimi zaman yerleşmiş biri. Bütün bu hareketlilik aynı zamanda bir sosyolojik harita yaratıyor. Türkiye’de dönüşüm ve değişimin iki büyük göstergesi var, kadınlar ve kentler. Kentler çok hızla değişiyor dönüşüyor. Kadın kimliği hem değişime dönüşüme açık hem de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana arızalı bir durum ortaya çıkartıyor. Kılık kıyafet devrimi ile başlayan süreçte erkekler boyun bağı ve takım elbiseyle barıştı. Kadınlar türbana varana kadar bir dizi sarsıntı geçiriyor. Ekonomik özgürlüğünü kazanınca, modernleşmeyle geleneksel toplum yapısındaki çatışmanın odağında duran bir figür kadın. Bütün bunlar üzerine düşünmüş bir yazarın kitabı bu, hikâyelerde de bunların izdüşümleri var. Kentlerin de alt katmanları okunuyor. Samsun’da Rumlar’dan kalma bir ev, Erzurum’da Ermeniler’den kalma bir evin taşlığı. Bize bu toprakların toprak altında kalmış bir tarihi olduğunu düşündürüyor. Kentlerin acımasızca değişirken nasıl kendi belleğini de kazdığının işaretlerini taşıyor. Türkiye’de kadınların kadın hareketine sahip çıkması, tek başına daha rahat yaşaması, boşanmadan sonra hayatını sürdürebilmesi 20 yıllık sürecin sonunda ancak olan şeyler... Kitapta da bu sıkıntıları yaşayan kadınlar var. Erkek egemen bir toplumda yaşıyorsun ve iki temel aks var. Erkek egemen kültür ve kapitalizmin getirdiği rekabetçi anlayış. Kimlik arayışı içinde kadın özgürleşmesini kariyer ve iş sahibi sahibi olma üzerine yerleştirdiğin zaman, seni bekleyen yalnızlık. Edebiyat bir sorun sanatıdır. Çıkışsızlıklardan kendisine hikâye kurar. Ancak bir arıza olduğu zaman merak ederiz. Burada bir farkındalık geliştirme çabası da var. Öykülerde ümitsiz durumlar anlatılıyor ama öykülerin ve kitabın ümitsiz olduğunu düşünmüyorum. Sıcak bir kitap yazmak istedim. İnsanın yüreğine dokunan, kucaklamak isteyeceği, karakterlerine biraz şefkatle yaklaşan, hep beraber düşünüp hep beraber “Buradan nasıl çıkarız” diyebileceğimiz bir atmosfer kurmaya çalıştım. Kitap belki Türkiye’de şu andaki bu kanlı kara şiddet kültürün içinde bu anlamda tırnak içinde kadıncıl bir kitap. Dişi bir kitap olduğunu düşünüyorum. Kitapta kadınların yalnızlığı çok dokunuyor. Bazıları varolmak için kendilerini erkek kodları üzerinden tanımlamaya çalışıyorlar. Ama gidecek bir başka yol olduğu bilgisi de var hikâyelerde. Sadece kadınların değil, Türkiye’nin gidecek yolu var. Geçmişte yaşadığımız herhangi bir acının hayatımızı teslim almasına izin vermemeliyiz. Bitmedi hayat, bitmedi. Kitapta iki kadının karşılaşması sadece karşılaşma değil. Bu karşılaşmadan bir eşik atlayıp çıkıyor kadınlar. Bu da bana ümitli gelen bir durum. Kadınların mutsuzluklarının, sıkıntılarının, yalnızlıklarının, bahtlarına düşen bir erkek yüzünden olmasından kaçındım. Böyle hayatlar yok mu? Çok. Erkek sorunundaki ışığın altını kıstım. Hayatında uysal bir erkek var ama o zaman mesele halloluyor mu? Ama sistemi erkek olarak tarif ettim. Kadınların bu sitemin taşıyıcısı olmak için bu kadar gönüllü olması hazin geliyor. Bir kırılma yaşamadan değişim olmuyor. Bir bilinç ışıması var bu öykülerde de. O bilinç ışıması için kırılmalarımızdan, yarılmalarımızdan bir şey öğrenmek. Hayatın bize servis yapması değil, bizim öğrendiklerimizle hayatımızı yamamamız. Bana iyi geldi sanırım okura da iyi gelecek. Bu kadınların bazıları da “Kadın doğar, büyür, evlenir, çocuk sahibi olur, ölür” inancına tutunmaya çalışıyor. Kadınların hayatlarını biraz eşya üzerinden tarif ettim kitapta. Bursa’daki Esme’nin, Adana’daki Gülsüm’ün, Sinop’taki Seher’in eşyaları. Sistem kadınları aşk ideolojisi üzerinden bir erkeğe, onun üzerinden de bir ev içine bağlıyor. O zaman da o evin eşyaları senin hayatının teminatı oluyor. O nedenle biraz dekoru zengin tuttum. Eşyanın bir kıymeti de var. Eşyayı sadece bir yabancılaşma olarak da görmüyorum. Bütün hikâye eşyaya köle olmamak. Eşyadaki hatıra kudretiyle eşyalaşmış bir dünyanın nesneleri arasında ayrım yapmak. Bu da ancak soylu bir ruhla çözebileceğimiz bir çelişki. Türkiye’de reklamlarda kadınlar evlerinde çok mutlu...Türkiye’de yaratıcılık krizinin en fazla reklamcılıkta görüldüğünü düşünüyorum. Ne hazin. En büyük para orada dönüyor, en büyük yeteneksizleri reklamcılar barındırıyor. Yazanlar, çekenlerin daha fazlasına akılları, yetenekleri var da halk bunu anlamıyormuş diye yaptıklarından diye değil. Kendileri o kadar oldukları için. İsmet Ay’a ithaf edilmiş bir öykünüz var. Bu ölmeden önce yazıp gönderdiğiniz öykü mü?Gönderdim ama hastanedeydi. Okuyup okumadığını bilmiyorum. O zaman okumadıysa şimdi okumuştur ama. Kitapta kadınların aşktan çok, evlilik derdi var. Zehir zemberek bir aşka girmek istemedim. Aşk çok baskın ve başat. Herkesin hayatında, kalbinde fazladan bir önceliği var. Diğer söylemek istediklerinizi zaman zaman gölgeleyebilir. Kitapta kadın olmaktan çok “Olmak” meselesi var. Yalnız olmak, bireysel olmak. Yalnızlık niye bu kadar kötü? Yalnız olmayı beceremeyen insanların birlikteliğindeki samimiyetine niye inanıyoruz bu kadar? Çaresizliğini niye görmüyoruz? Yalnızlığın hiç mi geliştirici, güçlendirici yanları yok? Asıl güçlü yalnızların beraberlikleri sahicidir. Önce içimizi güçlendirelim. Bunun altını çizmeye çalıştım. Türk yazını tiyatroyla pek barışamadı. Siz de son dönemlerde tiyatrodan uzak kaldınız.Mutfak diye bir oyun yazıyorum. Gerçekten yemek yapılan, gerçekten terlenen bir tiyatro sahnesinde bir araya gelen altı sekiz kişinin öyküsü. Kadından Kentler’den sonra gelecek. Kadından Kentler’le akraba bir kitap. Bütün bunlar aslında Yüksek Topuklar’dan çıktı. Türkiye’de eski moda piyesler yazılıyor. Devlet ve Şehir Tiyatroları’nın devlete endeksli tutumu çoğu kez oyun yazarlarını o dağarcık üzerinde üretmek durumunda bıraktı. Bu yüzden çok gelişemedi muhalif tiyatrolar. Ben de kendi adıma biraz yeni gramer arayışındaydım. Biraz zorlamak istedim. Kafamda bir hayli oyun projesi var. En azından artık kendi keyfi için oyun yazabilecek bir yerdeyim. Tabii ki oynansın isterim ama değişen genel müdürlerle uğraşacak halim de yok. Sorun sadece değişen hükümetler, ayrılan dramaturglar değil, imkânlar da gelişmiyor. En son Taksim Sahnesi dönerci oldu...Ben yaratıcı olmasaydım, bireysel terörist olurdum. “Git oraları bombala” diyorlar. Sana hiçbir hukuki ahlaki kültürel çıkış yolu bırakmıyorlar. Taksim Sahnesi’ni dönerci yapıyorsan “Orayı bombala” demek bu. Batılıların çok anlamadığı bir şey, kendini yakan insanlar ya da canlı bombalar. Ben çok anlıyorum. Sadece Doğulu olduğum için değil, Doğulu bir çaresiz olduğum için. Ve entelektüel birikimim benim bunu anlamamı engellemiyor. İnsanın hayatta harcayacağı en son şey, kendi bedenidir. O noktaya getirilmiş insanlar bu topraklardan çıkıyor. Müzik konusunda çalışmalar var mı?Gizli gizli yazıyorum. Bu yaz eğlenceli bir dans müziği şarkım var. O sürprizi sahibine bırakayım. Edebiyat dünyasını son yıllarda nasıl görüyorsunuz?Edebiyat dünyası daraldı, yayıncılık dünyası genişledi. Çok fazla kitap, çok az iyi kitap var. Yayıncılık kendi sorunlarıyla şu anda çok yüzleşebiliyor mu bilmiyorum ama ciddi anlamda editör sorunu var. Editör az. Kitap sadece büyük kentlerde tüketiliyor. Birçok genç yazar çıkıyor ama genç yazarlar için iyi editör yok. Her çağın iyi yazar, şairleri vardır. Onları engelleyemezsiniz, onlar çıkarlar. Edebiyat dünyasında tıkanıklık var. Kasaba kültürü içinde yaşıyoruz. Taşra fazla İstanbullulaşamadı, İstanbul taşralaştı. Buna rağmen teslim olmadı. Ama kasaba kültürü şöyle bir şey, kentleşmesini beceremediği için kimi kentli şair ve yazarların duyduğu eziklik kasabalı ezikliği. “Anlamazsam ayıp olur. Beğenmezsem faça veririm” düşüncesi. Onu beğeniyor olması, bir marka üstünden kazandığı kimliği kendi gözünde onaylatmaya çalışması. Şimdi kitaptaki öykülerin geçtiği on altı şehri gezeceksiniz değil mi?Evet. O kentlerde okurlarımla buluşacağım. Benim hikâyem de o kentlerde karşılaştığım okurlarla başlayacak. Kitabın çıktığı bu dönemde tam da kadınlar üzerinden üretilen politikalar söz konusu. Türban, kamusal alan, temsiliyet sorunu... Kadınlara sorulmadan kadınlar üzerinden siyaset konuşuluyor. Şu dönemde kadınlarla Kürtler’i birbirine çok benzetiyorum. Çok sıkıştırılmış bir yerden söz alıyor kadınlar. Batıdaki tartışmalar bize on yıl sonra geliyor. Biz feminizm aşaması metinlerini okurken dünyada post feminizm tartışılıyor. Kendi coğrafyasının kaynaklarını tanımlamakta yetersiz, dünya takibinde de yetersiz. Türkiye’ye ilk aranjman şarkılar girdiği zaman dışarıdan gelen şarkılara Türkçe sözler yazılırdı. Sonra şarkıcılar da bunları yabancı dilde söyler gibi okumaya başladılar. Türkiye’de bir aranjman kültürü yaratıldı. Dünyadan öğrendiklerimizi Türkiye üzerinden okumak aşamasında yeterince donanımlı değiliz. Bunda Türkiye’nin kendi kimyasının da çok sorunlu olmasının bir payı var. Örtünme de, pornografi de aynı kaynaktan ışık alıyor. Kadın bedenini bir politika nesnesi haline getiriyorsanız bunun çıkışı yok. Giydirmek, giydirilmek her zaman dertlerim oldu. Meclise baktığınızda kadın kotası konuşuluyor. Orada da hep aynı sorunla karşılaşmıyor muyuz? Kimliğinizin renginin sizi kadın yapmaya yetmediği bir sürü örnek var mecliste. İlk kadın başbakanın Tansu Çiller olmasına “tarihin kahkahası” diyorum. Tayyör takım elbise gardırobu ile sağlanan bir denge söz konusu. Benzer bir şeyi Kürtler’de de görüyorsunuz. Kendi etnisitesini tayyörlenmiş kadınlar gibi Türkleştirerek okuyan Kürtler var. Oysa sorunun çözümü bu değil. Bu imge üretimleri üzerine büyük harf sözler, büyük anlatıların ışığında çözümlemeler gelmiyor. Konuşamadığımız için halledemediğimiz bütün meseleleri “Konuşamayarak halledelim” diyorlar. Temel tutum bu. Zaten meselenin bu boyuta gelmesindeki neden konuşamamamızdı. Siz tarihi de okuyan bir yazarsınız. Son İstanbul kitabınızdaki gibi. Osmanlı dönemindeki ilk kadın hareketi kıpırtılarına bakınca cumhuriyet döneminden itibaren kadınların hakları konusunda yeterince yol aldığını düşünüyor musunuz? Verilmiş olanın tarihi yoktur. Benim için hâlâ en kıymetli kitaplardan bir tanesi, Özel Mülkiyetin Ailenin ve Devletin Kökeni. Bütün sorun orada düğümleniyor. Bu toplumsal sistemler içerisinde kadının da erkeğin de tam özgürleşmesi söz konusu değil. Biz nispi özgürlüklerden söz ediyoruz. Çekirdek aile çatır çatır çatladı ceset sürüklüyoruz. Ulus devlet kavram olarak duruyor. Milliyetçilik dalgasının bu kadar yükselmesi ölmeye başladığının işareti. Çünkü insan ölürken bu kadar çok çığlık atar. Bunun yansımaları küresel anlamda her toprak parçasına aynı düşmüyor. Kuşağım şanssız bir kuşaktı. Üç ihtilal gördük. O ihtilallerin de gölgesi çok uzun sürdü. Parmak kaldırdığım konulardaki perspektifim bunların ışığında okunmalı. Kendimi açıkçası Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak görüyorum. Çok büyük bir imparatorluk ve büyük bir kültürel miras. Türkiye’de neyin sancısını çekiyorsunuz diye sorarsanız, tartışma eşiğinin alçaklığının çekiyorum. “Ankara amblemi Hitit güneşi mi olsun cami mi olsun?” diye başlandığı zaman utanç duyuyorum. Buradan başlandığı zaman gideceğiniz yok çok uzun. Bu ülkenin vasatisini alamıyorsun. Çok iyiyle çok kötü aynı anda aynı havayı tüketiyorlar. Okuyabileceğiniz diğer Murathan Mungan söyleşileri ▪ "Beşi bir romanda!" | Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004 | ▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar" | Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004 | ▪ "Amok koşucusu" | Zuhal Bekler, Time Out, 3 Nisan 2008 | ▪ "Edebî Maratoncu" | Ayşegül Tuna, Time Out, Kasım 2007 | ▪ "Akıllı kadın yalnız kalmaya mahkûm" | Yeşim Çobankent, Elle, 3 Nisan 2008 | ▪ "Kadından Kentler" | , Demokrat Radyo, İzmir, 14 Nisan 2008 | ▪ "Kitapta ciddi bir amelelik var, dersimi çok çalıştım" | Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar Eki, 13 Nisan 2008 | ▪ "Kadınlar eşya, evlilik ve aşkla esir alınırlar" | Evrim Altuğ, Sabah, 13 Nisan 2008 | ▪ "Yazımı sürekli ateşe atarak ilerledim" | Nida Nevra Savcılıoğlu, Notos Öykü, Nisan 2008 | ▪ "Erkekten kent değil, kasaba çıkar canım" | Pınar Öğünç, Radikal Cumartesi Eki, 3 Mayıs 2008 | ▪ "Kendini Şaşırtırsan Okuru da Şaşırtırsın" | Irmak Zileli, Remzi Kitap gazetesi, Mayıs 2008 | ▪ "Yazdıklarımdan yapılma bir adanın üzerinde yalnız..." | Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 19 Ekim 2007 | ▪ "Türkiye’nin sağcısıyla solcusu çok benziyor; aynı kumaştan ceket giyiyorlar, birinin ceketi soldan düğmeleniyor, diğerininki sağdan!" | Cansu Çamlıbel, T24, 10 Ekim 2023 | ▪ "Kentlerden Bir Tür Çöl Yaratılıyor; Betondan, Camdan, Çelikten Bir Çöl" | Serkan Ayazoğlu, arkitera.com, Nisan 2014 | ▪ "İyi öykücülerden kötü romancılar yaratıldı" | Buket Aşçı, Vatan Kitap, 14 Mayıs 2014 | ▪ "Bir kolum çolaktır şiir yazarken" | Birhan Keskin, Radikal Kitap, 8 Nisan 2016 | ▪ "Bunlar benim binbir gece masallarım" | Çağlayan Çevik, Hürriyet Kitap Sanat, 16 Şubat 2017 | ▪ "Var oluşumu anlamlandıran eşyam kalemim" | Adalet Çavdar, Milliyet Sanat, 10 Mart 2017 | ▪ "Merakı Bulaştırmak" | Berke Göl, altyazi.net, 15 Aralık 2022 | ▪ "Kültürel dünyada muhataplar eşit değil!" | Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, 1 Temmuz 2000 | ▪ "Erkekler İçin Divan'ı ben yazmasam kim yazacaktı?" | Ahmet Tulgar, Milliyet, 2 Aralık 2001 | ▪ "Yüksek Topuklar’la geliyor" | Ayşe Arman, Hürriyet Pazar, 5 Mayıs 2002 | ▪ "Kadınlar üçlemesinin ilk kitabı" | Sema Uludağ, Radikal, 9 Mayıs 2002 | ▪ "Yazı iktidarsa hepimiz iktidarız" | Ayça Atikoğlu, Cumhuriyet Dergi, 30 Haziran 2002 | ▪ "Canımı çok yakan bir olay vardı" | Müjde Arslan, Özgür Politika, 3 Ocak 2004 | ▪ "İyi öpüşen bir sevgili dünyanın yarısı demektir" | Ayşe Arman, Hürriyet, 10 Temmuz 2005 | ▪ "İyi Türkçe yazanların çoğu Türk kökenli değil" | Derya Sazak, Milliyet, 11 Temmuz 2005 | ▪ "Klonlanmak istiyorum" | Pınar Öğünç, Radikal Kitap Eki, 15 Temmuz 2005 | ▪ "Rüya görür gibi şarkı görüyorum!" | Filiz Aygündüz, Milliyet Pazar, 19 Mart 2006 Pazar | ▪ "Kedi cama inanmaz, ben zamana" | Özlem Altunok, Cumhuriyet Dergi, 24 Temmuz 2006 | ▪ "Melodram her an hayatımızın içinde" | Yeşim Tabak, Pazar Sabah, 27 Mayıs 2007 | ▪ "İyi bir sanatçı kendini SİT alanı ilan etmeli" | Ayça Atikoğlu, Gazeteport, 25 Haziran 2007 | ▪ "Olgunluğumun saltanatını sürüyorum artık" | Sevin Okyay, Radikal, 26 Temmuz 2007 | ▪ "Şiire, yazıya hep temiz davrandım" | Deniz Durukan, Radikal, 12 Aralık 2007 | ▪ "Arenayla opera arasında bir hayat benimkisi" | Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 8 Nisan 2011 | ▪ "Türkiye’de yalan söyleyenlerden hiç hesap sorulmadı" | Zeynep Miraç, Hürriyet Pazar, 23 Şubat 2014 | ▪ "Bu toprakların asli meseleleri" | Pınar Öğünç, Radikal Kitap, 3 Mart 2014 |
|