Yıldız Cıbıroğlu, “Çador'da dil, yaşam, estetik ilişkisi”, Adam Sanat, 1 Haziran 2004
Üst düzey bir edebiyat yapıtında şimdiye dek tesettür sorunsalı yapıtın merkezine konuldu mu? Bildiğim kadarıyla hayır. İçinde yaşadığı topluma özgü konuları sanatçılarımız genellikle küçümsüyorlar. Çador hem zorlanmadan sanatın diliyle böyle bir toplumsal gerçeği eleştiriyor ve dönüştürecek güce sahip görünüyor; hem de sanatın/estetiğin çıtasını yukarda tutuyor. Yerel tatları, kültürü, dili çağdaş düşünceyle birleştiriyor.
Çador'u iki bölümde çözmeye çalışacağım. Birincisi onun içeriğini oluşturan günümüzdeki İslam coğrafyasına ilişkin bir gerçekliği anlama ve ortaya serme çabasını; ikincisi ise gerçeğin güzel söylenmesi, söz sanatının çok iyi kullanılmasını açmak olacak.
Çador'da anlatılan ülkenin sınırları, adı belirtilmediği için tesettürün uygulandığı İslam ülkeleri kadar geniştir. O ülkeyi, iç savaş yaşayan ve kadınlarına yasaklar koyan İran'la, Afganistan'la ilişkilendirebiliriz. Savaşın getirdiği korkunç yıkımdan ötürü Irak'ı çağrıştırabilir. Anlatının başlangıcı 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini ve yakın yıllara kadar süren bir yarı savaş durumu yaşayan Güneydoğu Anadolu bölgemizi anımsatabilir. Ayrıca geleneksel kültür, toplumsal olgular/ilişkiler anlatılırken daha çok Doğu ve Güneydoğu bölgelerimiz betimlenir gibidir.
Öykü, Akhbar'ın sınırı geçmesi ve yıllarca uzak kaldığı ülkesine geri dönmesiyle başlar. Ailesini ararken karşısına çıkan ne varsa hepsinin üzerinden bir buldozer geçmiş gibi –maddi manevi anlamda– düzelmesi çok güç ve çok kötü bir 'değişim'e uğradığını fark eder Akhbar; ama bu değişimin aşamalarına tanık olmamıştır. Anlattıkları, yurduna döndüğünde gördüğü sonuçlar ve geçirdiği sarsıntıdır. Aileyi, evi, anneyi, kız kardeşi aramak giderek kadınları ve hayatı aramaya dönüşür. Burkaların altında kadınlar kaybolmuştur. Kentin üzerine de koskoca bir burka örtülmüştür sanki, yaşam çekilmiştir. "Asıl sınırların orda başladığını" görerek acısı gitgide çoğalır. Kahramanın kimliğini tanıdıkça onun terör olaylarına karışmadığını öğreniriz. Kitaplara düşkünlüğü yoktur. Halkın içinden çıkmış, geleneğe aykırı düşmeyen, büyük beklentileri olmayan, sadelik ve saflığını koruyan biridir. Birkaç yerde güçlü olmadığını (s. 64), korkularını gizlemez. Üzerinde muska taşımaktadır. Bir kuruma, bir şehre, bir insana bağlanmadan yaşamıştır uzaklarda. Dürüsttür. Sağduyuya, duyarlığa, özellikle başkalarının acısını kendi içinde hisseden bir ruh yapısına sahiptir. Kitap, Akhbar'ın empatisi üzerinden İslam devriminin sonuçlarına tanık eder bizi.
Tek sesli medya ve Akhbar (= haberler):
Akhbar'ın sözcük anlamı Arapçada 'haberler' demek. Akhbar ülkesine geliyor ve bize hiçbir medya habercisinin anlatmadığı çok derin, yüreğinin yangınını taşıyan haberler veriyor, medyanın eksik bıraktığını söylüyor. Kitabı okurken Akhbar'ın örtünmeye ilişkin bakışı ister istemez bizim medyanın bakışını akla getiriyor. Akhbar tanık olduğu olaylara duygularıyla ve o İslam ülkesinin içinden biri olarak bakıyor. Murathan Mungan zekice bir buluşla 'medya'da dışarda bırakılan temel duygu ve düşünceyi, gazeteci olmayan, hiçbir ideolojinin taraftarı olmayan sade bir vatandaşla, yani Akhbar'la ifade ediyor. Akhbar iç savaşı ve kadınların kapanması konusundaki fikir savaşını içerden yaşayarak anlatan biri. Medyada dinlediğimiz haberler ise olaya dışardan bakan gazetecilerin yabancılaşmış değerlendirmeleriydi. Medyada "insan hakları, özgürlük, demokrasi" diye diye tesettürü savunuyorlardı. Savaşı –bazı kişiler dışında– otel lobilerinde yazıyorlardı. Akhbar farklı; çünkü savaşta yıkılan onun ülkesi, yasayla kapatılanlar onun annesi, kız kardeşi, onun sevgilisi... Murathan Mungan'ın Akhbar (=haberler) adını bilerek seçtiği anlaşılıyor. Medyada söylenmeyenleri, manipüle edilen gerçekleri Akhbar'la sanata taşımak ve kaydetmek istedi yazar.
Dışarıda ve içeride tesettüre iki tür bakış vardır: Biri, "Tesettür cinsiyet ayrımcılığıdır ve çağa aykırı bir zihniyettir," diyor. İkincisi ise, "Bu onların inancı, örtünmek onların hakkıdır," diyor. Ben hiçbir gücün (fanteziye ilişkin bir deney dışında) türbanı Batılı bir kadının başına geçiremeyeceğini ya da bir erkeğin asla türbanlı kadınla evlenmeyeceğini biliyorum. Bizde de, kendileri için türbanı asla kabul etmeyecek olan kadınlar, Batılılar gibi 'öteki' saydıkları tesettürlü kadınlara örtünmeyi layık görüyorlar. Kendi aralarında konuşurlarken, bu kadınlar onlara göre kişiliğini bulamamış, ezik, kapandıkça medyada haber olup gerçekten var olduğunu sanan ve daha çok kapanan kadınlardır. Böyle söylediklerine tanık olduğum bu entelektüeller (!) tesettürlü kadınlar üzerinden demokrasi kahramanı imajını medyada bedavadan kazanmaktadırlar. Gerçekte bu kadınlara karşı en ufak bir empati duyduklarını sanmıyorum. Oysa Akhbar (aslında onun ağzından konuşan Murathan Mungan) için tesettürlü kadınlar onun kendisinden bir parçadır; onların kapanmasındaki haksızlığı iliğinde kemiğinde hissetmektedir; o kadar ki kitapta en özlü, en güzel söylediği sözler tesettürlü kadınlara ilişkin acı duyguları, düşünceleri dile getirenlerdir.
Kadınların örtülerin altında kaybolmasını, silinmesini bir türlü kabullenemez Akhbar. Anlatının sonunda o da yok sayılan kadınlarla birlikte burkanın içine girer. Yaşadığı şehrin maddi ve manevi yıkıntılarını unutabilmek, kafesin ardında kalarak dışarısıyla kendi arasında bir yalıtım nesnesi oluşturmak ve kendi inzivasını olabildiğince daraltmak ister. Bu aynı zamanda Akhbar için anneyle bütünleşmedir. Akhbar annesinin burkasının içine girerek, yeniden dölüte dönüştürmektedir kendini. Tehlikeden kaçış ve anneye sığınış diye yorumlanabilir. Burada yazarın 'inisiasyon'u düşünerek Akhbar'ı ikinci doğumuna hazırladığı da aklıma gelmiyor değil. [1] Murathan Mungan bu konuları çok iyi bildiğine göre, daha önceki sayfalarda Akhbar'ın burkayı mağaraya benzetmesi, anlatının sonunda ise Akhbar'ı bile isteye burkanın içine sokması inisiasyon'a bir gönderme olabilir. İslami dönemde de devam eden bu inanca göre, bir süreliğine mağaraya kapanıp 'içe dalış' yöntemiyle 'hakikate erme' sınavını 'çile çekerek' aşanlar (şamanlar, peygamberler, dervişler, ozanlar) içgörülerini tanrısal sayılan veciz sözlere dönüştürebilmişlerdi. Kitapta anlatılan 'veciz' sözler Akhbar'ın duyguları, düşünceleri olduğuna göre, annesinin burkasının içine girerek gerçeği tanımış ve onları söyleyebilecek düzeye erişmiş olduğuna dair bir anıştırma olabilir. Çünkü kitabın kahramanı Akhbar, Ortadoğu'da güçlü olan böyle bir kültür geleneğine aittir. Aynı zamanda Akhbar'ın bize tanıtılan derin ve özgürce düşünmeye, gerçeği kendi aklıyla yaşayarak görmeye eğilimli karakteri, saf ve gezgin ruhu çilekeşliğe uygundur. Kitap Akhbar'ın baskılarla ve ölümcül kederlerle dolu, yaşanması güç bir sınırdan içeri girmesiyle başlar ve kitabın sonunda yine sınıra döner. Ülkesinden çıkış yapmak üzere sınırdaki toplama noktasına giderken annesinin burkasına girmesi, eşiği geçmeden önceki son aşamayı, sabrın en çok sınandığı en çetin basamağı çağrıştırıyor. Bunları açıkça değil, örtük biçimde anıştırarak yazar neyi amaçlamış olabilir? Bana göre İran, Afganistan, Irak, Filistin'de yaşamadıkça savaşın; bir süre –kadın olarak– yaşamadıkça kapanmanın ne demek olduğu gerçeğinin tam olarak duyarlı bir erkek için bile asla anlaşılamayacağını anlatmak istedi yazar. Çeşitli halkların mitsel öykülerinde kadın kılığına giren mitsel erkek kahramanlar (örneğin Herakles) bunu arınmanın, çile çekmenin bir parçası olarak uygulamak zorundaydılar. Kahramanlar hayatın gerçeğini (sırrını) anlamak için yeraltına/ölüler ülkesine de inmişlerdir. Burada yazar iki motifi de başarıyla kullanmaktadır.
Çador cesur bir eleştiri midir?
Akhbar kişileştirilmiş "ortak vicdan"dır, "kişileştirilmiş söz"dür, "zihin"dir, "sağduyu"dur bu anlatıda. İslam kimlikli insanların, yaşamlarının çağdaşlık düzeyinin altında olmasından; Müslümanlar'ın Hıristiyan merkezli dünyada öteki sayılıp aşağılanmasından duyulan üzüntüler bağlamında Akhbar'ın duyduğu acı hepimizin acısını temsil etmektedir. Yanı sıra İslam'la ve İslam'ı kullanan siyasetle yüzleşme ve ona yöneltilen cesur bir eleştiridir Çador. Yazar eleştirisini dindar kişiyi kırmadan yapmak istiyor, onu dincilerden gelecek tehlikelere karşı uyarıyor. Çok ciddi biçimde 'sivilleri' de uyarıyor.
Eleştirdiği net biçimde dini yönetim ve askeri (faşist) yönetimdir.
Kitapta eleştirilen iki kimlik vardır: Din devletini oluşturan dinci kesim ile askeri kesim, "İslam'ın Askerleri" adını taşıyan örgütte bir araya gelir. İslam'ın Askerleri yönetimi iç savaş sonunda ele geçirmiş ve İslam devrimi yapmıştır. Kitabın başında anlatılan yüksek rütbeli askerin katı, acımasız davranışında faşizm temsil edilmiş; ama faşist yaptırımlar kitapta etkileyici olmakla birlikte çok kısa tutulmuştur. Buna karşılık dinciler ise imamlarla, mollalarla, şeriatçılarla, ayetullahlarla, tarikat şeyhleriyle, dinci siyasetçilerle kişilendirilmemiş, bir portre çizilmemiştir. Ne var ki bütün kitap boyunca ülkenin dinle yönetilmesinin insanları ve ülkeyi götürdüğü yıkım vurgulanmıştır. Kitapta herhangi bir ülkeyi, uluslararası kurumu, dini örgütü ya da bir siyasi görüşü temsil eden hiçbir ad, işaret kullanılmaması anlatıyı yüzeyselleştirebilirdi. Yazar bu öğeleri bilinçle dışarda tutarak, zaten altında kalan her şeyi yutan, kimlikleri yok eden, gerçekleri göstermeyen 'çador'un ya da 'burka'nın kitapta vurgulanan anlamına uygun düşen bir belirsizlik havası katmıştır. Ayrıca ayıklayarak 'esas' olan, 'saf' olan olguya ve iletiye yoğunlaşmıştır. Olgunun üzerinde yoğunlaşan bilgece söz söyleme sanatının alanını genişletmiştir. Böylece isteyerek belirsiz bıraktığı öğeler vermek istediği ana iletiyi belirginleştirmiştir. Nedir ana ileti?
Adı konulan yalnızca çador ve burka'dır, bir de Akhbar. Ana ileti çadordan burkaya geçiş ve Akhbar'ın onları irdeleyişi ile kadının örtünmesinin tekil ve bağımsız bir olgu olmayıp yasaklar ve dogmalarla oluşan bir zihniyetin parçası olduğu ve İslami faşizme kadar gidebileceğidir. Çador'da anlatılanlar bunlardır. Bütün İslam ülkelerindeki bu yanlışların, yoğun ve öz anlatıldığı alegorik bir kitaptır bu. Çador, kadınların başlarına örtülen ve yüzü açıkta bırakan örtü; burka ise çarşafın yüzü örten ve göz bölümü kafesli olan çeşididir. Akhbar'ın ülkesinde yüzü açıkta bırakan çadordan yüzü de kapatan burkaya geçildiği vurgulanmaktadır. Amerikalılar tarafından nasıl Iraklı esirlerin kafasına çuval geçiriliyor, böylece aşağılanıyor, birey oluşları siliniyorsa kapatılan kadınların durumları da aynıdır. "Sokaklardaki kadınları yanlarındaki erkeklerle işaretlemişler. Kocası, babası, kardeşi olan erkeklerle." (s. 55) Eğer kadına yakın erkeklerden biri yoksa kadının kim olduğu belli değil. Kadınlar ve erkekler birbirini kafesin arkasından görmekte olan birer mahpustan farksız. Çador'da kendi yasaklarıyla kendi içine kapanan, dogmalarla kendi özgürlüğünü ve gelişmesini engelleyen ülke ile kapatılan kadın olgusu örtüşmektedir. Çador, burka ve Akhbar sözcükleri İran, Afganistan ve Arap ülkelerini çağrıştırmaktadır. Okuru belli bir ülkeden, en çok Türkiye'den ve 'türban'dan uzaklaştırmak istediği için bu üç adı bilinçle seçmiş olmalıdır yazar. Sanki araya mesafe koyarak kapanan kadınlara daha nesnel bakmamızı sağlamakta, böylece kısır kavgaların, tarafgirliklerin bakış alanımızı daraltmasını engellemektedir. Bizi yüzeysel kör döğüşünden uzaklaştırdıkça, derinlerde birikmiş koyu kıvamlı, pis tortunun bozuk, acımış tadını, iğrenç sası kokusunu daha yoğun duyurmaktadır.
Çador ya da burka toplumsal ve bireysel yaşamın enerjisinin, neşesinin, canlılığının, güzelliklerinin, gençlik ve körpeliğinin, ışığının, geleceğinin, soyun devamını sağlama gücünü gövdesinde taşıdığı için en çok kadınlarla temsil edilen dirimselliğin üzerine kapatılan; sanatı, birlikte dansı, birlikte neşelenmeyi, yaşamı sekteye uğratan, baskıları somut biçimde kendinde gösteren, özgürlüğü kısıtlayan, kısaca evrendeki yaşama sevincinin enerjisini –yalnızca Müslüman halklar için– yok eden, kadınlar için bir kat daha fazla yok eden bir örtüdür.
"Örtünmek bir ahlak haline getirildiğinde, arkası mutlaka gelir; karara karara gelir. Örtünmenin sonu yoktur. Kadınlar kefene kadar örtünmek zorunda kalırlar." (s. 77) Yazar bu ifadeyle kendi ülkesinde de kadın başlarının (ve yok sayılan gerçeklerin) örtülmesinin nerelere varacağı konusundaki kaygılarını yansıtmaktadır. Din devletinin ya da onun hafifi sayılan 'cemaat toplumu'nun Türkiye'ye yakıştırılmasına ve bunun gerçekleşme tehlikesine karşı bir uyarı niteliği taşımaktadır kitap. Çünkü bu yola girildiğinde hep daha fazlası alıştıra alıştıra gelecektir. Cemaat toplumu halkı bölecek ve iç savaşı getirecektir.
Çador'un nasıl biçimlendiği hakkında:
Yazar Çador'da okuru sürükleyen olaylara, serüvenlere, gerilime de yer vermemiş, Akhbar'ı alışık olduğumuz bir yazın kahramanı yapmamıştır. Anlatılan şehirdeki ortak ruh hali ve Akhbar'ın birey olarak ruhsal durumudur. Bunlarda da baskın olan naiflik ve umutsuzluktur. Yazar, şehirde gezerken bile aslında çok soyut bir alanda, Akhbar'ın beyninin içinde gezinmektedir. İşte bu gezinti okurun önüne serimlenen ve birbirine bağlı olan üç düzlemi; 'iç savaştan ağır darbeler alan ve ölüye dönüşen şehri', 'tesettürle silinmiş kadınları' ve ölmüş insanların mekânı olan 'mezarlığı' birbiriyle örtüştürür. Kimliksizlik ya da bireyin yokluğu bu üç yerlemde çok hissedilir. Bu durum genel anlamda, geleneksel İslam toplumuna ve simgeci edebiyat geleneğine uygundur. (Çünkü bilgeliğe önem veren bu edebiyatta mekâna ve zamana göre değişmeyen olgular, insanlığın durumu önemlidir.) Akhbar bizim medyanın söylemeye cesaret edemediği duygu ve düşünceleri dile getirdiği için –tek sesli medyadaki kulluktan kurtulamamış aydınlardan daha çok– bireydir. Öte yandan yaşadığı ülkede birey olmaya izin verilmediğinden düşüncelerini yüksek sesle açıklayamamıştır, kitaptakiler kafasının içinden geçenlerdir.
Anlatıda simgeci ve soyuta yaklaşan biçem, bilgece söz sanatına önem verilmesi metni Doğu edebiyatına yaklaştırmaktadır. Bir Batı romanından çok Şeyh Galip'in anlatımına daha yakındır bana göre Çador. Şeyh Galip Hüsn ü Aşk'ında "kurtuluş"un güçlüğünü pekiştirmek için aşılması gereken "ateşten deniz" imgesine ve o denizi geçmek için de yalnızca "mumdan gemiler"in mevcut olduğuna yer vermiştir. Mumdan gemiyle ateşten deniz geçilemeyeceğine göre, insanın kurtulması ancak "uçarak" mümkündür. [2] Akhbar'ın ülkesinde de durum son derece umutsuzdur, kurtulmaya ilişkin bir işaret görülmez. Ama uçarak kurtulmak (Tasavvufta manevi âleme dalarak kurtulmayı gösterir.) yerine yukarda açıklandığı gibi annesinin burkasının içinde ya da mağarada filozofça düşünerek gerçeği bulmaya çalışmaktadır ki o da (burka) bir tür mumdan gemidir. Çador'daki kurtulma yöntemi, Şeyh Galip'in uçarak kurtulma yönteminden daha çağdaş ve psikolojiktir. Çador kendi tarzını, bitti sayılan Doğu'daki bilgelik söyleminden alan ve onun küllerinden kendini yaratan bir kitaptır. Çador'u ancak kendi tarzındaki kitaplarla tartabiliriz. Doğu yazını geleneğiyle çağdaş anlayışı birleştiren ve başarılı olan Çador bu bağlamda örnek olarak gösterilmeyi hak eden özgün ve yaratıcı bir yapıttır.
"Kelimelerden korkmak":
"Geldiği gün kapısını çaldığı o yaşlı adam, acaba Akhbar'ın korkusunu sezdiği için mi ona, 'Kelimelere itimadın olsun!' demişti. Aslına bakılacak olursa, kelimeler değil, kelimelerin hayaletleriydi onu korkutan. Kelimelere yüklenen anlamlar ve anlamların yaratılma süreci, onlardan oluşturulmuş hayaletlere dönüşerek ruhu korkutuyordu. Konuşurken kelimelerden daha çok korkuyor, bazı zamanlar onları defalarca yazarak korkusunu yumuşatmaya çalışıyordu. Kelimelere tutunmadan ruhunu söylemek istiyordu. İçi boştu. Uçurumlar kadar boş. Kelimeler olmadığında, içinin boşluğunu hissetmiyor; ama örneğin iyi konuşan birinin kelimelerle tuttuğu ayna, birdenbire içindeki boşluğu gösteriveriyordu ona." (s. 86) Yazar, işlemediği suçlar için suçlanmaktan korkan Akhbar'ın ruh halini böyle anlatıyor. Otosansüre giden süreç ne güzel anlatılıyor.
"Kelimelerin çölünde kaybolmaktan korkuyordu. (...) Dünyayı kelimelerle tarif etmeye kalktığında da dünya büsbütün ürkünçleşiyordu." (s. 47)
"Kelimeler ağzından soğumuş küller gibi dökülüyordu." (s. 18) Kelimelerden korkan Akhbar bir başka yerde dilsizliğe sığınıyor: "Konuşmak istemiyordu artık. Kimseyle konuşmak istemiyordu. Dilin peçesinin ardından içini göstermeye çalışmak istemiyordu. Dilsizlik insanın en doğal haliydi. Dilsizlik, aslında insanın kendi teni gibi çıplaktı; onu kelimelerle giydirmek istemiyordu. İnsan, kelimeler olmadan kendine yetebilmeliydi." (s. 86)
Yazar, yıpranan orta malı ve medya damgalı sözcükleri (türban, tesettür, tarikat, molla, şeriat, ılımlı İslam, ABD, AB, petrol, insan hakları, demokrasi, özgürlük vb.) Çador'da kullansaydı daha az mı etkili olurdu? Bunlardan söz etseydi okur acaba "kelimelerin çölünde" kaybolur muydu? Çador'da içte ve dışta çeşitli etkenlerden hiç söz edilmezken, kelimelerden korkmak ve dilsizlik konusunun özenle ele alınmasının anlamı nedir? "Bakın ben bunlar üzerinde çok yoğun ve derin biçimde düşündüm, bu benim bilinçli seçimimdir, bunlar olmadan da gerçekler söylenebilir," demek mi istedi yazar? Bence yazar pencereleri kalın perdelerle örtülü karanlık ve büyük bir odayı, pencereden sızan daracık bir ışık hüzmesinin gösterdiği kadarıyla açıklamaktadır. O güçlü ışık hüzmesinin gösterdiği alan daralmış; ama etkisi de yoğunlaşmıştır. Tıpkı ağzı daraltıldıkça hortumdan gelen suyun basıncının artması gibi. Anlatılmayanları, okurun kendisi tamamlayacaktır bilgi ve deneylerine göre.
Kuşkusuz bir başka yazar başka türlü yaklaşabilirdi: Kaosu yaratan uluslararası çıkar çatışmalarından, kukla hükümetleri yönetenlerden ve onları hazırlayan iç ve dış koşullardan söz ederek de yapıtını oluşturur ve başarılı olabilirdi. Ama o zaman uzun bir roman, Çador'dan bambaşka bir şey çıkardı ortaya. (Ki onlar da yapılmalıdır.) Çador'un biçim ve tekniğini, İslam bölgelerine ilişkin gerçeklerden doğan üzüntüleri, umutsuzlukları sanata, estetiğe, geleneksel bilgeliğe, güzel söyleme sanatına taşıma amacı oluşturdu. Terazinin bir kefesinde bilgelik ve söz sanatı, öteki kefesinde kötülüğün gerçeği vardır. Yazar sarsılmaz bir denge kurmuştur onlar arasında. Bu tür bir anlatı başarısını az söze borçludur, bütün eski Doğu'nun bilgelik örneklerinde olduğu gibi.
Çador, okuyana yoğun bir dil şöleni tadını yaşatmaktadır. Aynı kitapta dile ve kelimelere karşı duyulan korkuya karşın, sözün bağımsız bir güç ve kendi başına estetik bakımdan mükemmel bir varlık olarak ortaya çıktığına tanık olmaktayız. Akhbar'ın ağzından ölüme, gerçeklerin ve kadınların kapanmasına ilişkin kusursuz güzellikte, doğruluğu her zaman için geçerli olabilecek, yeniden okunduğunda eskimeyecek sözler söylenmiştir. Yaşamın içinden, acı deneylerden çıkan sözlerdir onlar. Bir Ortadoğu ülkesinde yaşayan Akhbar'ın, tarihsel belgelere göre bu bölgede en az beş bin yıl öncesine giden özlü ve güzel söz söyleme sanatını kültürel genlerinde doğal olarak taşıdığını varsayabiliriz. "Mecazlı" ve "veciz" konuşmanın örneklerini dağ köylerindeki eğitimsiz insanlardan duyabildiğimize göre, onun okumayı sevmediği halde bunları düşünmesi ve söylemesi bu yüzden yadırgatıcı olmaz.
Notlar
[1] Eski toplumların inançlarında ilk doğum bedenle, ikinci doğum zihinle olmaktadır. Anne rahmini temsil eden içbükey ve kapalı bir nesnede bir süre dışarıyla iletişimi keserek yaşadıktan sonra, zihnin arınmış ve olgunlaşmış olarak yeniden doğacağına inanılmaktadır.Metne dön
[2] Şeyh Galip Divanı'ndan Seçmeler, hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara, 2001.Metne dön