s. 221-226.
Not almanın önemi
Genellikle öğüt vermekten hoşlanan biri değilimdir. Bunun birazı yaşama ilişkin karamsar yanımla ilgiliyse birazı da insanların kendileri denemeden, yaşamadan öğrenmeyecekleri şeyleri önceden anlatmaya, göstermeye çalışmanın beyhudeliğine olan inancımdan kaynaklanır. Bir diğer önemli yanı, insanlara akıl vermeye, yaşantılarına yön çizmeye ne denli hakkım olduğu konusunda taşıdığım kuşkulardır. Ne yaşarsak yaşayalım, kendimizden yüzde yüz emin olarak gönül rahatlığıyla başkalarına öğüt diye aktaracağımız şeylerin hayli sınırlı olduğunu zamanla daha iyi kavrıyoruz, geri kalan birazı da bundan olsa gerek... Her neyse düşündükçe bu eksende birkaç gerekçe daha bulabilirim belki, ama söylemek istediklerim için şu saydığım kadarı yeterli olmalı.
Bunca yıllık deneyimime karşın işimle, uğraşımla ilgili konularda öğüt diye aktaracaklarım sınırlıdır. Özel ve sihirli formüllerden çok, birkaç temel doğru en fazla... Hatta söyleyeceklerimin bir kısmı o kadar beyliktir ki karşı taraf bunları yeterince ciddiye bile almayabilir. Örneğin, yazar olmak isteyenler, öğüt diye çoğu kez uzun, çapraşık, muğlak, belki şimdi kavrayamadıkları ama zamanla anlayabileceklerine inanacakları derinmiş izlenimi uyandıran müphem, buğulu sözler duymak isterler. Oysa en temel doğrular sıkıcı ölçüde yalındır. "İlk akla gelen" lafı boşuna edilmemiştir, akıl dediğimiz şey akla ilk gelenlerle çalışır çünkü.
"Not alın," derim genç yazar adaylarına. "Çok sık not alın, bunun için her an yanınızda küçük bir defter bulundurun. Aklınıza gelen şeyleri, gözlemlerinizi, izlenimlerinizi bir kenara yazın. Bunların ille de önemli, güzel, derin, çarpıcı falan olmaları gerekmez. Sıradanlıktan korkmayın. Onu başka türlü aşamazsınız çünkü. Daha sonra okuduğunuzda size hiçbir anlam ifade etmeyebilir yazdıklarınız; bunun bir önemi yoktur, en fazla çöpe atarsınız. Onlar sizin zamanla büyü araçlarınız olacaktır. Zor zamanlar için toprağa kemik saklayan köpekler gibi sayfalara gömün notlarınızı. Herhangi bir söz, birinden duyduğunuz bir cümle, bir dize, bir diyalog, kulağınıza çarpan bir konuşma, bir tanım, bir benzetme, herhangi birinin dikkatinizi çeken bir davranışı, tarihi bir kişinin adı, bir anekdot, argo bir deyiş, bir atasözü, yerel ağızdan devşirdiğiniz bir sözcük, bitki, çiçek, hayvan, sokak adları çağrışım ağı öreceklerdir zihninize ve ileride hiç ummadığınız, beklemediğiniz bir anda gömüldükleri sayfalardan koşup yardımınıza yetişeceklerdir.
Eski bir Çin atasözüne göre, en soluk mürekkeple yazılmış bir yazı bile en güçlü hafızadan daha güvenilirdir.
Herkesin aklında kaldığıyla idare ettiği, duyduğu kadarıyla bildiği bir toplumda her şeyi not almakta, kayda geçirmekte, tarih düşmekte sonsuz yarar vardır. Aklınızda kalana, kaldığı kadarına asla güvenmeyin, sürekli not alın. Daha sonra bunları değiştirip, dönüştürecekseniz de en azından bilerek yaparsınız bunu.
İleride yazının içinde ustalık kazandıkça öylesine rasgele çıkmış sandığınız cümlelerin nasıl birdenbire parladığını görmeniz için bir zamanlar aldığınız notları nice unuttuktan sonra bulmanız gerekir. Ancak o zaman kavrarsınız not almanın; hayatı kimyaya batırmanın, yazıyı sürekli yazıyla yıkamanın önemini.
Bir tutum
Kimi Amerikan filmlerinde daktilosunun başında bunalımlar içinde yaratma sancıları çeken bir yazar göstermek istediklerinde sık başvurulan klişe bir sahne vardır: Daktiloya ümitle gıcır gıcır beyaz bir kâğıt takılır, tuşların sert sesleri eşliğinde birkaç satır yazılır, belki bu arada yardım umarcasına sigaradan birkaç nefes alınır. Yazarın yüzündeki kaygı, hırçın halleri yazdıklarından hoşnut olmadığını gösterir. Sonra daktilonun şaryosundan hırsla çektiği kâğıdı avuçlarının içinde hışımla buruşturup çöp kovasına ya da yere atar. Bir sonraki sahnede daktilo tıkırtıları daha yumuşamış olarak sürerken, zincirleme görüntülerde çöp kovasını tepeleme doldurmuş ya da yerde oraya buraya saçılmış kâğıt topaklarını görürüz. İşte yazarlık böyle sancılı, zahmetli bir iştir, denilmek istenir.
Sonraları başarıya ulaşacağını göreceğimiz bir sanatçının, öncesinde nasıl yaratı sancıları çektiğini gösteren böyle cilalı sahneler bu konuda çekilmiş filmlerin vazgeçilmezidir. Senarist tiki haline gelmiş bu klişe sahnelerin kendisi umurumda bile değil; beni her seferinde çöp kovalarını tepeleme dolduran yahut yerlere saçılan o kâğıt topakları öfkelendirir, böyle sahnelerden etkilenip yazar olmak için bunların yapılması gerektiğini sanacak olanların ziyan edecekleri kâğıtlara acırım. Yaşamın her ânını tüketim kültürünün iştah kışkırtan göstergeleriyle yaşayan Amerikan algısında bu tür davranışlar refah ve bolluk toplumunun bir tüketim şıklığı olarak alımlanabilir elbet, ama beni o buruşturulup atılan kâğıtlar için kesilen ağaçlar ilgilendiriyor. Kâğıt aynı zamanda bizim nimetimiz, ekmeğimizdir. Ziyan ediliyordur. Asıl buruşturulansa yeryüzüdür.
Tutumlu biri değilimdir, aklım hesaba kitaba hiç basmaz. Ekmeğin fiyatını bilmenin, insanı halkla daha iyi bütünleştirdiğine, onu daha iyi ya da daha toplumcu bir sanatçı yapacağına inanmam. Ben fiyat bilmem, değer bilirim. Kâğıt benim için bir nimet, bir değerdir. İster el yazısıyla yazayım, ister bilgisayardan çıktı almış olayım; işi biten her kâğıdın arka yüzünü müsveddelerim için kullanırım; ikiye böler, dörde böler, kâğıt maşasına takar, üzerinde boş yer kalmayana kadar her sayfayı değerlendiririm. Yazdıklarımla teşekkür etmiş olmak yetmez, bu benim için tabiata, ağaçların ruhuna bir saygıdır. Yazının vicdanı yazdığını kucaklamalıdır.
Okur sevgisi
Okurlarımdan biri internete yazdığı notta, benim yaratıcılığımı çok daha verimli kullanabilecekken onun deyişiyle bazı "boş işlerle uğraşarak" zamanımı harcadığımdan yakınmış. Haklı olabilir tabii, ama ben hâlâ neyin "dolu", neyin "boş" olduğundan o kadar emin değilim. Ayrıca onun bu düşüncesinde yalnız olduğunu da sanmıyorum; benden beklentileri ya da kastettikleriyle ulaştıkları sonuçlar farklı da olsa böyle düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Sadece şiir yazmamı isteyen kimileri, içimdeki şairin gizilgücünü yeterli verimlilikte kullanmadığımdan şikâyet ediyor örneğin; öykülerimin meraklıları dilimdeki Şehrazat'ın yeterince anlatmadığından yakınıyor. "Her şeyi bırak oyun yaz," diyenlere, "Hayır, her şeyi bırak roman yaz," diyenler karışıyor; "Tamam seçkiler iyi güzel de bırak başkaları derlesin diğer yazarların yazdıklarını, sen yalnızca kendi işine kapan," diyenler çıkıyor; "Denemelerinin, düzyazılarının tadı bir başka, ama sen onları çok boşluyorsun, daha çok fikir, daha çok düzyazı," diye sitem edenler oluyor. Kendi eksenimin etrafında dönerek tutturmaya çalıştığım terazimin kefelerine herkesin kendi gönlünce birkaç dirhemlik itirazı var.
Ben de tahmin edebiliyorum: Yalnızca roman yazıyor olsaydım, dünyada daha çok tanınıyor olurdum belki. Daha fazla sayıda yazmış olsaydım oyunlarım birçok ülkede oynanır, en azından daha çok para kazanabilirdim. Diyelim deneme yazmayı sürdürüyorsanız, bunların aynı anda birçok dile çevrilmeyeceğini de bilirsiniz zaten. Salâh Birsel'e, Nermi Uygur'a, Füsun Akatlı'ya biçilmeyen kaderden sizin payınıza bir şeyler düşmesini niye bekleyesiniz ki? Sonuçta bunlar bilinmeyecek şeyler, kestirilmeyecek akıllar değil. Ama galiba ben hayatta olduğu gibi yazıda da en çok burnumun dikini sevdim.
Çok yıl önce Ankara Tunalı Hilmi Caddesi'nde Bilgi Yayınevi'nin bodrum katındaki odasında Attilâ İlhan bana "Başka hiçbir şeyle uğraşma, yalnızca roman ve şiir yaz," demişti. "Millet bunları okur, bunları ciddiye alır. Hikâyeden para kazanılmaz. Bizim memlekette oyun da okunmaz. Makale yazacaksan, bir gazeteye yaz, başka türlü ondan da para kazanılmaz."
Yazıyla hesap arasındaki ilişkiye ne aklım erdi, ne kafa yordum. Yazıya dökülmeyi bekleyen malzemenin sesini dinledim hep, içime kulak verdim.
"Yazar, karakterlerini yarattığı gibi okurunu da yaratır," der. Henry James. Bunca yıldır katettiğim yolda sanırım sözü edilmeye değer başarılarımdan biri de budur: Kendi okurumu bulmuş, yaratmış olmam... Murathan Mungan'ın şimdisine bakılarak pek anlaşılır bulunmayabilir bu cümle, ama yola çıktığı ilk günün koşullarından bugüne zamandizisel bir eğrinin verilerine, dönem belirleyicileriyle bakıldığında bu söz yerini, anlamını bulur.
Özel yaşantımda da böyledir: Okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri, oyunları, dinlediğim müzikleri, gezdiğim sergileri, üzerine kafa yorduğum konuları çocukça denebilecek bir coşkuyla başkalarıyla paylaşmayı severim. Kimi dostlarım bu konudaki heyecanımın bulaşıcı olduğunu söyler. Ne zaman benimle konuşsalar enerjim geçiyormuş onlara; bir şeyler yazmaya, bir şeyler yapmaya kışkırtıyormuşum.
Kimileyin başta sözünü ettiğim tarzdaki itirazların gölgesinde kendime sorduğum olmuştur: Diyelim ne kadar okunacağını, ne ölçüde paylaşılıp tartışılacağını bilmediğin herhangi bir denemeye, makaleye bunca zaman harcamak yerine, diyelim kaç yıldır bir türlü bitiremediğin romanlarından, oyunlarından birine kapansan ne olurdu sanki, diye.
Ben okumanın, seyretmenin, izlemenin de öğrenilebilir bir şey olduğunu düşünüyor, sanatçının eğitimi kadar okurun eğitimini de önemsiyorum. Bu bağlamda okur derken, aynı çağı paylaştığımız, aynı kültürel iklimin havasını soluduğumuz okuru kastediyorum elbet.
Düzyazılarımın çoğuna bakıldığında temel derdimin kültürel sosyoloji olduğu anlaşılır. Gücümün yettiğince tarihsel, toplumsal bütünlüğü ve dinamikleri içinde anlamaya, kavramaya çalıştığım konular, olgular hakkında yazmaya çalıştım bugüne kadar. Buna karşın yıllardır içimde dolanıp durdukları halde hâlâ kâğıt üstünde yerini bulamamış pek çok konu var.
Yazdıklarımda, gündelikte içkin olan tarihsel ve sosyolojik malzemenin, kültürel reflekslere dönüşmüş olan hafıza kayıtlarının ardına düşmeye çalıştım. Sanattan siyasete, geçmişten şimdiye olan bitenler konusunda geliştirilmesi gerektiğine inandığım dikkatler, farkındalıklar; hem olgulara hem yapıtlara ilişkin katman çözümlemeleri; edim, tepki, yaklaşım dinamiklerinin algılanabilmesi; en ilgisiz görünen olguda bile kültürel soyaçekimin izinin sürülmesi; çağın değerleri ve getirdikleri karşısında yaşanan yüzleşmeler; kültürel bellek ve benlik bölünmelerinin gündelik sonuçları; ruh iklimimizin saklı dirençleri açık göstergeleri; popüler kültür eğrileri, kimi yapıtların ve bazı tutumların içerdiği etik sorunlar, özellikle de her zaman temel ilgi odağımı oluşturan "psikolojik olan"la "sosyolojik olan"ın birbirine değme noktaları gibi bende anlama, bilme iştahı uyandıran birçok konu başlığının çevresinde dolandım.
Yalnızca yaratmanın, üretmenin sorunları değil, aynı zamanda okumanın, seyretmenin, dinlemenin, izlemenin, anlamanın, kavramanın, değerlendirmenin yolu yordamı benim zihnimi meşgul ettiği kadar okurun da aklını kurcalasın istedim. Ben yazarlık yaşamım boyunca okuruma hep sıra arkadaşım muamelesi yaptım. Benim gördüğüm filmi o da izlesin, benim okuduğum kitabı o da okusun, benim üzerine kafa yorduğum konuları o da düşünsün, hafta sonlarımız birbirine benzesin istedim.
Şimdi bu duyguma onca yılın süzgecinden baktığımda görüyorum ki yalnızca çocukça bir taşkınlık, ahlaki kaygı, sanatçı tanıklığı, solcu paylaşmacılığı, kendi aklını beğenip zekâsını okşama ihtiyacı, biraz öğretmenlik ruhu ya da ağabeylik etme, yol gösterme isteği değilmiş bu; çok daha yalın, çok daha görülür bir okur sevgisiymiş. Ben okurumu hayatımdaki biri gibi sevmişim. Kendi başıma ardı ardına kitaplar, dergiler okuyup, oyunlar, filmler seyredip, sergiler izleyip, onca konu ve sorun hakkında düşünerek hızlı adımlarla kendi yoluma devam etmek yerine dönüp onlara anlatmak, onlarla paylaşmak, konuşmak, tartışmak; bir şeylere dikkatlerini çekmek istemişim. Kendi maceram kadar onların hayatını da önemsemişim. Kimine göre kazancım, kimine göre kaybım bu, ne olursa olsun, iyi de etmişim. Çünkü bu, bendim.