"İçimdeki Bir His", s. 11-18
Buundan birkaç yıl önce yazmaya karar vermiştim bu öyküyü.
Güzel ve uzun bir öykü olsun istemiştim. Her zamanki gibi onca iş, onca uğraş girdi araya; gündeliğin hayhuyunda başka öyküler, başka öykücükler; yalnızca yazılan, yazılmayı bekleyenler değil, yaşananlar da geçit vermedi... Sonunda, "Bir gün yazarım, nasıl olsa bir gün yazarım," diye beklettiklerimden biri olup çıktı bu da... Kimi zaman, yazdığımda, kim bilir nasıl müthiş bir kitap olacağını düşleyip, heyecanlandıklarımdan biri olarak geliyordu aklıma; kimi zaman da yazamadıklarımın yüreğimi daraltan ağır çeki taşlarından biri olarak... Bu tür "muhasebeler" içinde bulunduğum ruh haline göre değişiyordu; belki yazacağı onca şeyi üst üste yığıp yıllar boyu onlarla birlikte gezen bütün yazarlarda böyle oluyordur. Artık onları bilemem. Ama her zaman söylerim, yazıp da, düşlediklerinizin ne kadarını yazabildiğinizi görmektense, "bir gün yazdığımda nasıl müthiş bir şey olacak kim bilir!" diyerek kendinizi geleceğe ertelemeniz daha heyecan vericidir.
Bilirsiniz, insanları heyecanları yaşatır.
Buraya kadar söylediklerimden benim bir yazar olduğumu düşünmüş olmalısınız; hayır, değilim, ama öyle zannedilmek hoşuma gidiyor. Aslında yazıya gönül vermiş olduğumu, boş zamanlarımda, nasıl derler, "kendi çapımda" öyküler, öykücükler, çeşitli denemeler yazdığımı, ne yazık ki, ancak birkaç yakınım biliyor. Onların da pek ciddiye aldığını sanmıyorum. Başarılı bir grafikerim, işime çok asılmamakla birlikte fena para kazanmıyorum; bunların bana yettiğini düşünüyor olmalılar. Yazdıklarımdan, yazmaya çalıştıklarımdan kimselere pek söz etmem; hem kendimi sahiden bir yazar olarak görmeyişimden kaynaklanıyor bu –insan kendini bir yazar gibi hissetmezse, başkaları için nasıl ikna edici olabilir?–; hem de heyecanlarıma kapılıp birkaç kez anlatacak gibi olduğumda, karşılaştığım genel bir kayıtsızlık, umursamaz tavırlar ya da anlattıklarımın başkaları tarafından inançsız gözlerle dinlenmesi, beni bu konuda iyice ürkek yaptı. Ben de bu arzumu kendime saklamaya karar verdim. Eğer günün birinde iyi bir kitap yazabilirsem, hepsinden öcümü almış olacağım.
Kimlik kartımı gösterip, izninizle öyküme geçmek istiyorum. Adım Nermin, değişen durumlara göre bazen çok iyi, bazen çok kötü bulduğum bir medeni halim var: Bekârım. Yalnız yaşıyorum. Istanbul'da yalnız yaşayan bir kadın olmanın ne anlama geldiğini anlatacak değilim. Bazı şeyleri okurun hayal gücüne bırakmak gerektiğine inanırım. Evet, kendimi güzel buluyorum. Sokaktaki adam için çarpıcı biri değilsem bile, eğitimli gözler beni fark ediyor. Sosyalizm, feminizm, anarşizm, yoga, uzakdoğu felsefesi, taocu seks, ikebana kursları, parapsikoloji, sağlıklı beslenme, çevre duyarlığı, yeşil politika gibi çok çeşitli şeylere bulaştıktan sonra, şimdi evimde nihilist nihilist oturuyor ve "Bu memleket adam olmaz kardeşim," diyorum. Hepimizin, bütün gençliğimiz boyunca büyüklerimizden hemen her Allahın günü duyduğu bu yavan sözü söyleyebilmek için, niye bu kadar zaman kaybettiğimi, bu sıradan gerçeğe ulaşmak için, niye bu kadar gezip dolaştığımı sormayın bana. Bilmiyorum. Sanırım siz de bilmiyorsunuzdur.
Gelelim öyküme: Temel bir görüntüden kıvılcım almıştı bu öykü, benim için hayli temel olan bir görüntüden:
Esas Oğlan, kötü adamlar tarafından kovalanırken, münasebetsiz bir biçimde ortaya çıkan Esas "olacak" Kız, bütün işleri alt-üst eder. Oğlan kaçarken ona adım uyduramaz, onunla birlikte koşamaz, koşmaya çalıştığında da kendi kadar münasebetsiz ayakkabılarının yüksek topuklarından biri kırılır; ya bir mazgala sıkışarak, ya basamakların birine takılarak duralayıp vakit kaybetmelerine, dahası az kalsın yakalanmalarına neden olur. O musibet topuğu sıkıştığı yerden kurtaralım derken, kötü adamın bir sürü bir sürü olan adamları yetişirler, yetişemeseler bile şu ahmak kızın beceriksizliği yüzünden sizin yüreğiniz ağzınıza gelir. Hanım kızımız, hiç bulunmaması gereken bir yerde ansızın bitivererek bir dolu budalaca gerilime, nedensiz belaya yol açtığı yetmiyormuş gibi, yaptığı ikinci bir yanlış hareket sonucu, Başkötü Adam tarafından rehin alınır. Başkötü Adam'ın, "Elindeki silahı bırak yoksa kızı vururum," tehdidi yüzünden Esas Oğlan elindeki silahı atmak zorunda kalır. O eksik akıllıyı kurtaracağım diye canını yok yere tehlikeye atan Esas Oğlan, kızın yüreğindeki sevgi ve fedakârlık sandığı küçük-minik entrika ve merak kurdu yüzünden başına yeni yeni belalar alır. Mazgala sıkışmasa, basamaklarda düşmese bile düz yolda kırılabilen o yüksek topuğu, aklı kadar narin olduğu için çabuk incinen bileğinin de burkulmasına neden olur. Yetmiyormuş gibi bir de o koca kıçlı kızı taşımak ya da omuzlayıp yüklenmek zorunda kalan Esas Oğlan'ın çilesi bitmez. Bana kalırsa, yanında sürüdüğü o kızın, peşindeki bir sürü bir sürü adamdan daha tehlikeli olduğunu anlayana kadar da bitmeyecektir.
Benim için, her durumda erkeğin başına bela olan bu kadın tipinin simgesi işte o yüksek topuklar olmuştu; bir biçimde o topukları, o topukların üzerinde yükselen kadınları yazacaktım. Bu bir duruştu çünkü. Bu kadınların hayattaki iddialarına ait bir duruştu. Her yerde, her durumda, her şeye karşı gösterdikleri bir iddianın duruşuydu. Yalnızca erkeği kahraman, kadını himayeye muhtaç gösteren erkek egemen senaristlerin hayat görüşleriyle açıklayamıyordum bu durumu; sanırım bu konuya yeniden döneceğim. En azından, bu kadar sözden sonra dönmem şart oldu.
Geçen yıl, Pedro Almodovar'ın o güzelim Yüksek Topuklar filmini hep bu duygular eşliğinde seyrettikten sonra, öyküme de bu adı vermeyi kararlaştırdım. Birdenbire çoğalan televizyon kanallarında sürekli olarak döndüre döndüre gösterilen şu eski siyah-beyaz filmler, yüksek topuklara karşı hiç eksilmeyen nefretimi ve öfkemi depreştirmiş, beni bu temel görüntüye ve bu öyküye geri döndürmüştü. Artık yazmalıydım.
Beni, kırılan o topuğun simgelediği kadın tipi çok ilgilendiriyordu. İki ters bir düz kadar basit bir örgü tekniği gibiydi bu kadın tipi; hangi filmin neresine koysan gidiyordu. Bence bu tipin ilk örneği Külkedisi'dir. Masalının bütün varlık nedeni olan saate bakmayı bile akıl edemeyen Külkedisi, ayakkabı tekini merdiven basamaklarına bırakarak, kıçını zor toplayıp apar topar kaçabilmişti gece'sinden... Bütün mutluluğunu, küçük numara ayakkabı giymesine borçlu olan bu basiretsiz masal kahramanına hiçbir zaman yakınlık duymamışımdır. Allahtan, sevdiğim, değerli bir yazar arkadaşım, bu masalı ve kahramanını yeniden yorumlayan öyküsünde, Külkedisi'nin basamaklarda düşürdüğü ayakkabı tekini, ertesi gün, ülkedeki bütün genç kızlar gibi Külkedisi'nin de ayağına oldurmayarak, en azından benim intikamımı almış, adalet duygumu yatıştırmıştır.
İşte bütün o filmlerde, kaçmakta olan Esas Oğlan'ın ayağına dolanan o hırslı ve sarsak kadınlarda Külkedisi'nin çeşitlemelerini görürüz.
Her neyse, gene de bana bu öyküyü yazdıran şey bunlar değildi. Yalnızca bunlarla kalmış olsaydı, ben gene bir dolu entelektüel gevezelikle, şahane tembelliğime yaslanarak, bu öyküyü yazmayı erteler dururdum. Şunu itiraf etmeliyim ki, bana bu öyküyü yazdıran aslında o Allahın belası kız çocuğu oldu. Onu tanıdıktan sonra hayatım değişti. Aslında hayatım karardı demek daha doğru olur. Söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum; başta kendime olmak üzere, kimseye haksızlık etmeden bu öyküyü anlatmayı becerebilirsem, kendimi mutlu sayacağım.
Geçen ay bir arkadaşım, beş gün için beş yaşındaki kızına bakıp bakamayacağımı sordu bana. Bir yerlere gideceklermiş, buna çok ihtiyaçları varmış. Bunu biraz da evliliğini kurtarmak için yaptığı yollu imalarda bulundu. Bir çeşit hayat-memat meselesi yani. Beş günlük tatillerle hiçbir evliliğin kurtarılamayacağını bildiğim halde hiç sesimi çıkarmadım. Kimsenin hayatı hakkında iri laflar etmeyeli epey olmuştu. Her zaman çocuğa bakan annesi hastanedeymiş –hoş hâlâ hastanede, ve onun o hastaneden sağ çıkmaması, birdenbire hayatımın belli başlı "temennilerinden" biri oldu– (siz sevmemiş olabilirsiniz ama, duygumu en iyi "temenni" sözcüğü açıklıyor); kız kardeşi ise kazandığı burs nedeniyle Kanada'ya gidiyormuş. Ben, iş gezilerinin dışında bunca yıldır kendi keyfime Antalya'ya bile gidemezken, topu topu üç beş kez gördüğüm şu çokbilmiş suratlı dişlek kız, gece geç saatlere kadar Toronto sokaklarında gezsin ve taze turist hayranlığıyla alık alık kar küreyen makineleri seyretsin diye neler çektim. Yok, hayır, yine de o makinelerin kürediği karlar altında şaşkın bir ölüm dileyemem ona; o kadar kalpsiz değilim.
Aslında bütün kabahat bende. Kimsenin suçu yok. Kabul etmemeliydim. Peki niye kabul ettim? Zaten izinliydim o sıralar; çalışmıyor, bütün gün evde oturup duvarlara bakmak istiyordum. Çaresiz durumda olan arkadaşımsa, ilk kez bir şey istiyordu benden. Az görüşmemize, pek yakın olmamamıza karşın, özellikle parasız zamanlarımda borç alabildiğim biriydi. (Ki, her ne kadar fena kazanmıyorum desem de, parasız zamanlarım hayatımın önemli bir bölümünü kapsar.) Ama bu da bir neden değildi. Ne bileyim, belki de canım iyilik yapmak ve cennete gitmek istiyordu. Bütün bunlar gene de ikna etmediyse sizi, basiretsizlik deyin. Kısacası bir gaflet ânında evet demiş oldum. Ama hiçbir gaflet ânının bedeli bu kadar yüksek olmamalı.
Düşünün: Beş yaşındaki bir kız çocuğuyla beş gün! Beş tam gün!
Sonuçta, Barbie bebeğini alır gelir, önüne çocukluğumdan kalma Tina ciltlerimi koyarım; iki Fatoş, bir Ayşegül, biraz çizgi film seyreder, biraz da şekerlemelerle oyalanır, olur biter sanıyordum. Ne gaflet!
Kapı açılıp da salona girdikleri anda, başıma gelecek olan felaketi anlamıştım. Aynı erkeği çılgınca seven iki gözükara rakibenin, en kanlı zamanlarında yüz yüze gelmesi gibiydi ilk karşılaşmamız. Sanki benimle hesaplaşmaya gelmişti. Bana günümü gösterecekti. Kana kandı. Ya o, ya bendi. Salonun ortasında çaresiz kalakalmıştım. Karşımda beş yaşında bir kız çocuğu değil, fettan, şuh ve kindar bir kadın vardı. Ben öyle başıma gelecek felaketleri sezmiş olmanın şaşkınlığıyla aval aval bakınırken, annesinin yanından kopup, zarif olduğunu sandığı gösterişli adımlarla yanıma geldi. Yüzünde, pembe dizilerdeki zengin, iyi eğitim görmüş, kötü kalpli genç kızlara özgü çarpık bir gülümsemeyle, manalı bir şekilde elini uzatarak:
"Merhaba, ben Tuğde," dedi.
Ben, eyvah, bütün 15.00'lerde ve bütün 18.00'lerde bütün televizyon kanalları açılacak, bütün o pembe diziler seyredilecek ve ben hafif hafif delireceğim, diye düşünürken, annesi –ki, artık o da bir düşmandı– en şirin sesiyle:
"Merak etme ablası, çok usludur, seni hiç üzmez, bütün gün sessiz sedasız oturur televizyon seyreder," dedi.
Gözucuyla televizyona baktım, kararmış ekranıyla her şeyden habersiz öylece duruyordu; yok, hayır, daha taksitleri bitmemiş o masum alete hiçbir şey yapamazdım.
Onu görür görmez, birdenbire aslında çocuk sevmediğimi düşündüm. Evet, ben aslında çocuk sevmiyordum. Düşünecek olursam, yarım saatten fazla dayanabildiğim tek bir çocuk yoktu. Ya da henüz icat edilmemişti. Böyle olduğu halde, hep onlarla iyi geçiniyormuş gibi yapmış, yakınlarımın da, arkadaşlarımın da çocuklarına hep öyle davranmıştım. Çoğunun doğum gününü unutmaz, hoşlarına gidebilecek armağanları almakta hep doğru seçimler yapardım. Çocukları yarım saat için sahiden çok seviyor, sahiden onlarla olmaktan hoşnutluk duyuyor, yarım saat sonra ise mümkünse ses geçirmeyen bir dolaba kaldırılmalarını istiyordum. Eğer bu süre bir saati geçmişse, bu dolap, bir buzdolabı bile olabilirdi.
Onların sürekli ortalıklarda dolanıp hep bir şey istemeleri, sürekli bir şeyler sormaları, bizim çoktan sıkıldığımız bu dünyanın onlara yeniden ve yeniden açıklanması sinirime dokunuyor; güzel bir öğleden sonra ya da hoş bir akşamüzeri geçirmek için gittiğim yerlerden onlar yüzünden bitkin dönüyordum. Oysa hemen herkes nedense beni, çocuk seviyor, diye biliyordu. Aman Allahım, ben bir sahtekârdım! Bu yaşta bir kadın olarak niye hâlâ çocuk sahibi olmadığım yolundaki bütün soruları sahtekârca yanıtlamıştım demek. Bunu şimdi anlıyordum; ne hiç evlenmemiş olmam bir nedendi, ne de karşıma bu iş için uygun biri çıkmamış olması... İşim gereği sık seyahat edişimi neden göstererek kedim olmayışını açıklamam da bir sahtekârlıktı. Bunu da şimdi anlıyordum. Kedilerin de mitolojisini seviyordum olsa olsa; ne beslemeyi biliyordum, ne de bakımlarını üstlenmeye yanaşıyordum. Mini mini kedili kutular, şirin kedi kartlarıyla, orda burda gördüğüm kedilere gösterdiğim yakınlık numaralarıyla idare ediyordum.
Şu lanet olası kız yüzünden, çocuklar ve kedilerden sonra aslında kadınları da hiç sevmediğim çıkacaktı ortaya. Aman Allahım, yoksa ben yalnızca erkekleri mi seviyordum? Onların da magandalarını, zontalarını, sonradan görmelerini, yere tükürenlerini, burnunu karıştıranlarını, yuppielerini, arabalarında çıs-tak çalanlarını, "altın kolye-pırlanta yüzük-zincirli künye" üçgeni içinde yaşayanlarını çıkarırsan aradan, dünya bir avuç kalıyordu. Benim için dünya birdenbire çok ıssızlaşmıştı.
Annesine pencereden birlikte el sallayıp uğurladıktan sonra, derin bir sessizlik oldu aramızda, ikimiz de birkaç dakika ne yapacağımızı bilemedik. Daha çok fırtına öncesi bir sessizliğe benziyordu bu, sanki daha çok birbirimizi tartıyor, strateji ve taktik hesapları yapıyorduk. Sonra birden kendimi ayıpladım: Koskoca kadınsın ayol, alt tarafı beş yaşında bir çocuk! Utanmıyorsun kendini onunla bir tutmaya!
Böyle düşünmek o an bana iyi geldiyse de, onun alt tarafı beş yaşında bir çocuk olmadığını anlamam uzun sürmeyecekti. Alt tarafı beş yaşında olmadığı gibi, üst tarafında da, yıllarla açıklayamayacağım kadar yoğunlaştırılmış bir kadınlık vardı.
Kalktım, mutfağa gittim. Hayattaki onca şeyi eledikten sonra elimde kalan şu bir avuç dünyanın üzerine bir bardak su içtim. İçimdeki bir his, beni zor günlerin beklediğini söylüyordu. Zaten o içimdeki hissin bana bugüne kadar hoş bir şey söylediğini hiç hatırlamıyorum.
Eminim, o gece ev de, yattığımız odalar da, uyuduğumuz yataklar da ikimiz için aynı derecede yabancıydı. Bütün gece duvarlara baktım.
Onu, büyük bir şirinlikle yaptığım yatağına yatırdıktan sonra, "Işığı açık bırakmamı ister misin Tuğde?" diye sevecenlikle soracak olduğumda, hak etmediği bir muameleye maruz kalmış, ama gene de sezdirmemeye çalışıyormuş gibi sitemle yüzüme baktı ve "Ben karanlıktan korkmam," dedi.
Ben, "Hayır belki tuvalete falan kalkman gerekir, diye düşündüm de..." diye geveleyecek oldum; başını bile çevirmeden, gözlerini benden ayırmaksızın bir tek ufak hareketle elini uzatıp, "Burada gece lambası var ya," diyerek lambanın düğmesine bastı. Ki, o kahrolası düğmeyi hiçbir aradığımda yerinde bulamamışımdır.
"O halde mesele yok," dedim acı acı gülümseyerek...
Kabul edin, acı acı gülümseyerek lafı buraya çok yakıştı.