| ISBN13 978-605-316-293-3 | 13x19,5 cm, 264 s. |
|
Mahmud ile Yezida, 1980 | Osmanlıya dair Hikâyat, 1981 | Taziye, 1982 | Kum Saati, 1984 | Son Istanbul, 1985 | Sahtiyan, 1985 | Cenk Hikâyeleri, 1986 | Kırk Oda, 1987 | Lal Masallar, 1989 | Eski 45'likler, 1989 | Yaz Sinemaları, 1989 | Mırıldandıklarım, 1990 | Yaz Geçer, 1992 | Geyikler Lanetler, 1992 | Yaz Geçer - Özel Basım, 1992 | Oda, Poster ve Şeylerin Kederi, 1993 | Omayra, 1993 | Bir Garip Orhan Veli, 1993 | Kaf Dağının Önü, 1994 | Metal, 1994 | Ressamın İkinci Sözleşmesi, 1996 | Murathan ' 95, 1996 | Li Rojhilatê Dilê Min / Kalbimin Doğusunda, 1996 | Başkalarının Gecesi, 1997 | Oyunlar İntiharlar Şarkılar, 1997 | Paranın Cinleri, 1997 | Başkasının Hayatı, 1997 | Dört Kişilik Bahçe, 1997 | Mürekkep Balığı, 1997 | Dağınık Yatak, 1997 | Metinler Kitabı, 1998 | Üç Aynalı Kırk Oda, 1999 | Doğduğum Yüzyıla Veda, 1999 | Meskalin, 2000 | 13+1, 2000 | Erkekler İçin Divan, 2001 | Soğuk Büfe, 2001 | Çocuklar ve Büyükleri, 2001 | Yüksek Topuklar, 2002 | 7 Mühür, 2002 | Timsah Sokak Şiirleri, 2003 | Yazıhane, 2003 | Yabancı Hayvanlar, 2003 | Erkeklerin Hikâyeleri, 2004 | Eteğimdeki Taşlar, 2004 | Çador, 2004 | Kadınlığın 21 Hikâyesi, 2004 | Bir Kutu Daha, 2004 | Beşpeşe, 2004 | Elli Parça, 2005 | Söz Vermiş Şarkılar, 2006 | Büyümenin Türkçe Tarihi, 2007 | Kâğıt Taş Kumaş, 2007 | Yedi Kapılı Kırk Oda, 2007 | Kullanılmış Biletler, 2007 | Dağ, 2007 | Kadından Kentler, 2008 | Eldivenler, hikâyeler, 2009 | Bazı Yazlar Uzaktan Geçer, 2009 | Hayat Atölyesi, 2009 | İkinci Hayvan, 2010 | Gelecek, 2010 | 227 Sayfa, 2010 | Şairin Romanı, 2011 | Stüdyo Kayıtları, 2011 | Kibrit Çöpleri, 2011 | Şairin Romanı - Ciltli, 2011 | Doğu Sarayı, 2012 | Aşkın Cep Defteri, 2012 | Bir Dersim Hikâyesi, 2012 | Tuğla, 2012 | Mutfak, 2013 | 189 Sayfa, 2014 | Mezopotamya Üçlemesi, 2014 | Merhaba Asker, 2014 | Kadınlar Arasında, 2014 | İskambil Destesi, 2014 | Harita Metod Defteri, 2015 | Güne Söylediklerim, 2015 | Solak Defterler, 2016 | Aşk İçin Ne Yazdıysam, 2016 | küre, 2016 | Dokuz Anahtarlı Kırk Oda , 2017 | Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri, 2017 | Tren Geçti, 2017 | Çağ Geçitleri, 2019 | Hamamname, 2020 | Aile Albümü, 2021 | Devam Ağacı, 2021 | Erkekler Yalnızlıklar, 2021 | Evrak Çantası, 2022 | Işığına Tavşan Olduğum Filmler, 2022 | Otelde Bulunmuş Kitap, 2024 | Şiirin Eşya Deposu, 2024 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Behçet Çelik, “Bir yetimden tetikçi yaratan karanlık”, K24, 21 Aralık 2023 Yanıtı kolay bir soru değil bu benim için. K24’te yıl boyunca yayımladığım yirmiden fazla yazıda değindiğim kitapların çoğu 2023 tarihliydi. “Bence” yılın kitabı bunlardan biri olabilirdi – hakkında yazmamış olsaydım. William Trevor’ın Son Öyküler’i (2021’de bu soruya yine Trevor’ın bir öykü kitabıyla, Yağmurdan Sonra’yla yanıt vermiştim) ya da Zabel Yeseyan’ın Silahtar Bahçeleri başlıklı anıları mesela. Gene bu sitede hakkında bir şeyler söylemeye çalıştığım Alejandro Zambra’nın Şilili Şairi’ni, K24 editörü bizden seçeceğimiz “yılın kitabının” ilk baskısının ya da Türkçe baskısının bu yıl yayımlanmış olmasını istediği için, son dakikaya kadar anamazdım; Şilili Şair’in ilk baskısı 2020 tarihli çünkü. Türkçe baskısı bir anlamda son dakika golü oldu, yayınevi 11 Aralık’ta dağıtıma verileceğini duyurdu, yani Şilili Şair de böylece potaya girdi. Hakkında daha önce yazı yazdığım bir kitabı bir kez de “yılın kitabı” olarak anmak bana doğru görünmüyor olsa da, en azından bu üç kitabı bu vesileyle anmak isterim. Bu gibi soruşturmalarda senenin başında yayımlanan kitaplar genellikle gözden kaçar; yakın tarihlerde, yılın sonuna doğru yayımlananlar akla gelir ve sıralanır. (Kitap eklerinin yaygın olduğu yıllarda hazırlanan “yılın en’leri” dosyalarında bu hep dikkatimi çekmiştir; özellikle kasım ayında düzenlenen İstanbul Kitap Fuarı’nda satışa sunulan kitaplar hafızalarda henüz çok taze oldukları için olsa gerek, birkaç adım önde olmuştur.) Bazı kitaplarsa bahtsızdır; yılın son haftalarında yayımlanır ama kitapçılarda ancak sonraki yılın ilk günlerinde bulabiliriz onları. Bunları hangi yılın mahsulü olarak anmak gerekir? Bu kadar ince elemeyip kendilerine bu yıl yayımlanan en iyi kitap ya da kitaplar sorulduğu halde yayım tarihlerini önemsemeksizin bu yıl okuduğu kitapları ananlar olmuyor değil; fakat soru bu şekilde, “bu yıl okuduğunuz” diye sorulduğunda klasiklerin bile anılması mümkün! Bu yüzden sorunun sorulduğu mantığın çerçevesi içerisinde yayımlamak daha manidar; ne de olsa bu gibi soruşturmalar, mutlak anlamıyla yılın “en”lerini ölçmek için yapılmazlar; özünde yayın dünyasının bir tür “yıl sonu folkloru” etkinliğidir, yılın kitapları şöyle bir gözden geçirilir. Dönüp 2023 başlarında yayımlanmış kitaplara baktığımda, okuduklarım arasında “bence yılın kitabı” adayı olarak gözüme kestirdiklerimden biri John Cheever’ın Mektupları [1] oldu (şubatta yayımlanmış). ABD’li bu büyük öykücünün oğlunun derlediği (ve mektupların arasına düştüğü açıklama notlarıyla zenginleştirdiği) kitaptan pek az söz edildi yıl içinde. Oysa Cheever’ın mektup yazarlığını ne kadar ciddiye aldığını gördüğümüz; yaşadığı, tanık olduğu olaylarla yazdığı öyküler ya da aile geçmişiyle romanları arasındaki bağlantıların farkına vardığımız; gençlik yıllarında çektiği maddi sıkıntıları, yazarak hayatını kazanma mücadelesinin ayrıntılarını öğrenme imkânı bulduğumuz bu mektuplar Cheever severler için çok değerli bir kitap. Cheever’ın gençlik yıllarında yazdığı mektupları okurken akranı William Saroyan’ın ilk dönem öykülerinde [2] sıklıkla anlattığı genç yazarların yaşadığı sıkıntıları hatırlamamak imkânsız. John Updike, Saul Bellow, Philip Roth gibi yazarlara yazdığı mektuplar da çok ilgi çekici, Updike’la dostluklarının barındırdığı rekabet de… Bunların yanı sıra, bu kitapta Cheever’ın kadın ve erkek sevgililerine yazdığı mektupların da bulunduğunu ekleyeyim. İlk olarak John Cheever’ın kızı Susan’ın 1984’te yayımlanan anı kitabıyla gündeme gelmiş de olsa, 1989’da bu kitabın yayımlanmasıyla daha çok konuşulmuş olan Cheever’ın cinsel yönelimini (biseksüelliğini) açık eden mektuplarını da anmak gerekir. [3] Benjamin Cheever’ın babasının arzusu hilafına bu kitabı yayımlamayı yeğlemiş olması ve buna ilişkin kitabın sunuşundaki açıklamaları da tartışılabilirdi, kitap görülmüş ve gündeme gelmiş olsaydı. Kendi adıma Benjamin Cheever’ın yaptığının mı yoksa yazarların rızasına uymayı yeğleyip ellerindeki mektupları imha eden mirasçıların ya da yazarın yakın arkadaşlarının mı haklı olduğu konusunda net değilim. Cheever’ın mektupları, onun dil cambazlıklarıyla (Can Sezer’in bunları ustalıkla Türkçeye aktardığını belirtmeliyim) keskinleştirdiği ironisini ve kimi zaman sarkazma varan alaycılığını yakından tanımaya da imkân veriyor. Daha da önemlisi, Yüzücü’nün[4] çevirmeni Tomris Uyar’ın güncesinde, “yaşamındaki açmazları yazılarına taşıyanlardan” [5] diyerek öz yıkımcı yazarlar arasında andığı Cheever’ın yaşamındaki açmazları ve öz yıkımcılığın gün içerisinde kum tanecikleri gibi nasıl çoğaldığını da… K24’ün soruşturma sorusunu içeren e-postanın geldiği sıralarda okumakta olduğum kitabı okumayı biraz ertelemiş olsaydım bu yazıda Cheever’ın mektuplarını daha etraflıca anlatırdım, ama yılın son ayına girerken okuduğum öbür kitabın “bence” 2023’te okuduklarım arasında “yılın kitabı” olduğunu düşünüyorum. Murathan Mungan’ın romanı 995 km [6] sözünü ettiğim kitap. K24’ü takip edenler geçtiğimiz aylarda bu kitap hakkında iki güzel yazı okudular. Sırma Köksal ve Süreyyya Evren’in yazılarının ardından yeni ve farklı şeyler söylemek kolay değil, ama deneyeceğim. Öncelikle Sırma Köksal’ın şu saptamasını ödünç alacağım: “995 km her ne kadar polisiye kurguyla yazılmış olsa da aslında bir korku romanı. Buranın coğrafyası ve hafızasıyla çatılmış öyküsü bize özgü bir şiddet-korku-iktidar sarmalını anlatıyor.” Mungan’ın romanında bana en çarpıcı gelen, romanın (ve ülkenin) arka planını oluşturan korku atmosferinin inşasında kullanılan tarihsel ve güncel temel yapı malzemelerinin somut bir insan üzerinden gösterilmesi oldu. Daha çok kavramlarla ve siyasi analizlerle tartışılan meselelere edebi kurgunun imkânları ve sınırları içerisinde Mungan’ın bir müdahalesi olarak değerlendirmek mümkün 995 km’yi. Rakel Dink’in “bir bebekten katil yaratan karanlık” sözünü hatırlamamak mümkün değil; Mungan da 995 km’de “bir yetimden tetikçi yaratan karanlığı”, bu karanlığın işleyiş mekaniğini de ortaya koyarak anlatıyor. Bunun yanı sıra “yaratılan”ın zihninin nasıl işlediğine, dünyayı, kendisini ve hatta varoluşu nasıl değerlendirdiğine, konumlandırdığına tanık olmak, söz konusu karanlığın daha kesif ve kendi üzerine dolanan bir sarmal halini aldığını da bize gösteriyor. Romanın başkahramanının bahsi geçen korku atmosferine karşı mücadele eden İstanbullu ya da Diyarbakırlı bir gazeteci (yani olumlu bir kahraman) olmaması önemli göründü bana – bu ikisine Mungan romanda yan karakterler olarak yer veriyor. Başkahraman ise belirttiğim üzere bu korku atmosferinin hem mahsulü hem de onu yeniden üretenlerden biri. 995 km, salt fonda 1990’lar atmosferinin yer aldığı bir cinayet ya da casus romanı olarak tasarlanıp kurgulanmış olsa olumlu kahramanlar bunlar için yeterli olabilir ve pekâlâ iş görebilirdi, ama belli ki Mungan’ın derdi salt bir dönem romanı yazmak değil; onun dönemin (ve –burası önemli– dönemlerin) ruhunun anlaşılmasını, tartışılmasını istediğini zannediyorum. İsimsiz bir tetikçi başkahramanın iç dünyasına bakma imkânı, maceralı, sonu merak uyandıran olay örgüsünün ve/veya bu olay örgüsünün uğraklarında tanıdığımız/öğrendiğimiz siyasi yahut kişisel iktidar hesaplarının anlatılmasının yahut siyasi bir fonda takip ettiğimiz bir tür yol serüveni olmanın ötesinde anlamlar taşıyor. 995 km, bu tetikçi kahramanın ağzından değilse de ona çok yakın bir yerden anlatılıyor. Anlatıcı belirttiğim üzere onun zihnini bize taşıyor; övünçlerini, kaygılarını, inançlarını, korkularını, saplantılarını… Bu isimsiz başkahramanın zihninin içini gayet iyi görebilen ve bize aktarabilen anlatıcı gene de her şeye vâkıf bir anlatıcı değil. Kuşkusuz, başkahramanının bildiğinden fazlasını biliyor, örneğin çok dikkatli biri olmasına rağmen roman kişisi Adana Otogarında fotoğraflarının çekildiğinin farkına varmıyor, ama anlatıcı bize bu fotoğrafı, üstelik fotoğraf karesine giren bir başka kişiyi de işin içine katarak aktarıyor, ancak merak duygusu sürekli diri kalıyor. Bu kadının kim olduğunu sayfalar sonra öğreniyoruz ama belki de öğrendiklerimizden daha fazla ve yanıtsız yeni sorularla birlikte. Anlatıcı, tetikçinin kafasının karıştığı yerde söze girip bize işin aslını astarını anlatmıyor ya da sezdirmiyor, ama başka bir şey yapıyor: Tetikçinin yanıtını bulamadığı bazı sorular, mesela, “Bu adam bu söylediğini nasıl bilebilir?” ya da “Şu adam sabah neden otele gelmedi” gibi sorular, roman boyunca açık seçik yanıtlanmasalar da birer soru olmanın yanında bizatihi birer yanıt. Belki açık seçik değil, ama bu yanıtsızlık ya da verilebilecek olası yanıtların hepsinin geçerli olabilmesi, nasıl bir atmosferde nasıl bir siyasi iklimin hüküm sürdüğü sorusunun yanıtı; aynı zamanda toplumsal atmosferi var eden devasa belirsizliğin de bir görünümü. Kimse kimsenin kim olduğunu bilmiyor, kimse kimin kim olduğundan emin olamıyordu. Hava puslu ama kurşunlar sahiciydi. (s. 64) Böyle bir belirsizlik ve bu belirsizliğin neden olduğu güvensizlik ortamında herkes herkesten her an kuşkulandığı için tek güvenli yer yalnızlık olacaktır; en azından romanın başkahramanı böyle düşünüyor, böyle hissediyordur. “Hiçbir şey yalnızlık kadar güven verici değildir.” Ama bu belirsizlik, güvensizlik ve korku ortamının sonucu bundan ibaret değildir. Onca muğlaklığın içerisinde insanlara kesinlikle emin olabilecekleri tek bir şey kalmaktadır: Ölüm. “Çoğu zaman ölümün kesinliğinden başka bir çare kalmıyordu kapana kısılan, köşeye sıkıştırılan kişiye.” Dolayısıyla tetikçi için mutlak yalnızlık ve bir çare olarak ölümü (öldürmeyi) öne çıkarmak, varoluşunun, hatta “maneviyatının” temel unsurları halini almıştır denebilir. Bunlar aynı zamanda yetişme çağındayken kendileri için çalışmak üzere onu eğitenlerin ona nüfuz ettikleri geçitler olmuştur. Tetikçinin kendisini değerli ve önemli hissettiği anlar da başkaları için belirsizliğini koruyan kimi meselelerde işin aslını astarını biliyor olmasıdır – ya da bildiğini zannetmesidir. Kendisine verilen görev gereği bir şeyler bilmektedir elbette, ama aynı zamanda dünyanın esas olanın bir gölgesi olduğuna, geçici, fani olduğuna ve kendisinin esas olan uğrunda mücadele ettiğine inanmasının da etkisi var bunda. Bununla beraber korkulardan, kaygılardan yalıtık değildir; korktuğuysa ölmek değil, dünyadır. Dünya –o her ne kadar geçici olduğunu bilse, bildiğini zannetse de– zaman zaman kendisini olanca somutluğuyla duyurmaktadır; dünyanın neden olduğu duyumlar arasında onu tedirgin edenlerden birinin boşluk duygusu olması önemli. Boşluğun kendisini duyurduğu yahut onun kendisini bir boşlukta hissettiği anlar, düşünegeldiğinin ve inanageldiğinin aksine, her şeyi bilemiyor olacağı yahut dünyanın tesadüfün de bazen galebe çalabileceği bir düzlem olması ihtimalinin yükselmesi anlamına geldiği için tedirginlik nedenidir. Kişiliği, aldığı eğitimler ve inançları, ince ince her şeyi hesap edebileceği, her şeyi denetleyebileceği konusundaki özgüvenini yükseltmiştir; işte, dünyanın (başka bir deyişle hayatın) kendisini içerisinde birçok boşluklar bulunan bir düzlem olarak duyurması çok ürkütücüdür ve bu boşluğun hemen doldurulması gerekir – bulduğu çare inanç düzlemindedir tetikçinin, tek çare tam bir teslimiyettir, ölümün odağa alındığı bir hayat/dünya karşıtlığıdır, gelgelelim buna rağmen gene de bir boşluk payı hep baki kalıyordur – o da dünyadadır, hayattadır! Beri yandan, bir parçası olduğu belirsizliklerle dolu korku atmosferi onun için de bir ölçüde geçerlidir, çok yukarılardan korunduğunu düşünmesine rağmen. Kendince önlemler aldığı, alabileceği konusundaki özgüveni yüksektir yüksek olmasına, ama onu da tehdit eden “kapan”lar bulunduğunu, biraz da tanık olduğu yahut bizzat kurduğu kapanlar nedeniyle gayet iyi bilmektedir. Fillere yakın dursa, onların sözlerini dinlese de onlar tepiştiğinde kurtarılacağının garantisi yoktur. Üstelik ikili oynamaktadır bu tetikçi; hem istihbaratçılar için çalışmaktadır hem de İslamcı bir örgüt için. Haliyle peşine düşenler varsa, onların kim ya da kimler olduğu belirsizdir, çünkü o ikili oynarken başkalarının onun gibi davranıp davranmadığını bilme imkânı yoktur. Kaldı ki kendi tarafındakilerin de onu izliyor olması yaptığı işin doğası gereğidir. Kapanlar roman boyunca daha çok tetikçi, istihbaratçı, itirafçı kişiler bağlamında gündeme geliyor; belki Diyarbakırlı gazeteci Rojda’nın da bir tür kapana sıkıştığını, sıkışmak zorunda kaldığını düşünebiliriz, ancak kapanın her yerde olduğu ve herkesi tehdit ettiği de çok açık. Küçücük bir olayı, tetikçinin kimlik kontrolü yapan askerlere teşekkürlerini söyleyen kadından rahatsız olması üzerine onu kolayca tedirgin etmesini hatırlayabiliriz. Seyahat ettikleri otobüste kimin kim olduğunun bilinemeyeceğini hatırlatıp kadını ürkütür tetikçi, bir anlamda sanal bir kapan kurar, ama 995 km’yi okurken şunun da farkındayızdır artık, söyledikleri büsbütün yalan yanlış değildir, kaygıları mesnetsiz değildir; kapanlar her zaman görünür değildirler çünkü. Üstelik kapanın bulunmadığı yer ve zamanda bile bir kapanın, her an kapanmaya hazır bir kapanın bulunması ihtimali, korkuyu, ürküntüyü sürekli beslemektedir. Böyle [kendisini takip eden] birinin varlığından kuşkulanıyorsa bile, izleyenin kim olduğunu bilmemesi kuvvetle muhtemeldi. Kendi üstüne kapanan böylesi zincirleme bir döngü, her seferinde uygulamaya konmasa bile, bunun ilgili taraflarca bir yöntem olarak bilinmesi caydırıcı olmaya yetiyor, herkes bir diğeri varmış gibi davranınca gereken emniyet kendiliğinden sağlanıyordu. (s. 27) İktidarın ve kurduğu gözetleme mekanizmalarının bir ağ şeklinde nasıl bizi çepeçevre sardığının da bir anlatımı bu. İlla bir ağ bulunması gerekmiyor, bir ağın bulunma ihtimali ve bu ihtimalin yaydığı korku, iktidarın tahkimi ve yönetilenlerin tedirginliğinin devamı için yeterli. Mungan’ın romanı 1990’larda, internet öncesi “çağ”da geçiyor; bugün bir de sanal ağlar var, bir yerlerde yedeklenen log’lar, log’larımız. Onlara bakılıp bakılmadığının, düzenli olarak denetlenip denetlenmediklerinin, onlara müdahale edilip edilemeyeceğinin bir önemi yok, ama bunların yapılmasının imkân dahilinde olması yeterli. Üstelik 995 km’yi okurken şu nokta da açıklık kazanıyor: Bu ağları, bu log’ları denetleme imkânı olanların da başkaları tarafından izlendiğini, denetlenebildiğini (en azından başkalarında da bu imkânın bulunduğunu) bilmek, normal şartlar altında kendilerinden (siber ya da genel) güvenlik sağlamaları beklenenlerin aynı zamanda güvensizlik ve tedirginlik nedeni olduklarını, olabileceklerini gösteriyor. İktidarın parçalı, bölünmüş olması, hatta birbiriyle çatışan unsurlardan oluşması da sanıldığının aksine çok zaman iktidarın mutlak anlamda zaafı anlamına gelmiyor; parçaların birbirini denetlemeleri, gözetlemeleri –ister hayata geçsin ister bir imkân olarak orada bulunsun– parçaların nelere muktedir oldukları konusundaki korkuyu olduklarından büyük gösteren bir büyüteç görevi görüyor; (“farklı iktidar parçalarını gözetim altında tutan bize ne yapmaz”) hem de ağın yaygınlığını ve otokontrolünü tahkim ediyor. İktidarın bu parçalı yapısı üzerinde böyle uzunca durmamın bir nedeni var. 995 km’de somut bir insan üzerinden açık seçik hale gelen bu işleyiş sadece resmî, gayriresmî kurumların denetleme/gözetleme mekanizmalarının iç içe, yan yana, karşı karşıya konumlanmalarından (konuşlanmalarından) oluşmuyor; bireyleri kontrol altında tutan “kadim” iktidar mekanizmalarıyla da uyumlu bir yapılanma söz konusu. Toplumsal değer yargıları, ahlaki değerler, inançlar… Romanın tetikçi başkahramanın iç dünyasını, dünyaya ve varoluşa nasıl baktığını, kendisini nerede ve ne olarak gördüğünü, romanın olay örgüsü içerisinde başına gelenler karşısında aldığı tutumları, taktikleri, kendisini koruma stratejileri, iç konuşmaları ve amirleriyle (her iki yapıdaki amirleriyle) girdiği diyaloglar vasıtasıyla kavradıkça, başta dediğim gibi, bir yetimden bir katil yaratan karanlığın nasıl çalıştığını da seziyoruz. 995 km’nin gerilimi yüksek, sürükleyici bir olay örgüsü var; roman aynı zamanda 1990’lara hâkim karanlık, korkulu atmosfer ve bu atmosferin kimlere nasıl yaradığına da ilişkin. Yukarıda anlatmaya çalıştığım üzere, daha geniş planda, romanın anlatı zamanının ötesinde değerlendirilebilecek birtakım işleyişler de açığa çıkıyor. Benzer biçimde, Murathan Mungan’ın ustalıkla kaleme aldığı romanın bütününün de dikkat çekici bir işleyişi var, romanın unsurları birbirlerini destekliyorlar; sözgelimi olay örgüsü karakteri yakından tanımamızı sağlarken, karakterler de olay örgüsünün kritik noktalarındaki çakışmaları görmemize imkân sağlıyor. Benzer biçimde, mekânların ayrıntılı betimlenmesinin (çoğu zaman roman başkişisinin gözünden görüyoruz, onun dikkat kesildiği ayrıntılara odaklanıyoruz) de romanın atmosferinin okuyucu üzerindeki etki gücünü çoğaltmasının yanı sıra olay örgüsünün sürükleyiciliğine de büyük katkısı var. Mungan’ın yarattığı evrenin inandırıcılığı da gerçek olay, kişi ya da mekânlara yapılan göndermelerin gerçeğe uygunluğunun yanında, hatta ondan da önce, romanın andığım unsurlarının birlikte aksamadan işlemesine, birbirlerini desteklemelerine dayanıyor. Şöyle de denebilir. 995 km, kolay unutulmayacak bir roman karakterinin hikâyesinin sürükleyici bir olay örgüsü içerisinde sadece bir dönemin değil, dönemler ötesi bir iktidar zihniyet ve mekaniğinin de gözler önüne serilerek anlatıldığı bir roman. Notlar [1] John Cheever’ın Mektupları, der. Benjamin Cheever, çev. Can Sezer, Everest Yayınları, 2023, 504 s. Metne dön. [2] William Saroyan, Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam ve Diğer Öyküler, çev. İrma Dolanoğlu Çimen, Aras Yayıncılık, 2021, 382 s. Bu kitapla ilgili K24’te yayınlanan yazıma bakılabilir. Metne dön. [3] Bu bahsin 1990’ların popüler TV dizisi Seinfeld’in bir epizoduna konu olduğunu söylemek yeterli olur sanırım. Metne dön. [4] John Cheever, Yüzücü, çev. Tomris Uyar, Everest Yayınları, 2020, 150 s. Metne dön. [5] Tomris Uyar, Gündökümleri II / Bir Uyumsuzun Notları, YKY, 2003, s. 374. Metne dön. [6] Murathan Mungan, 995 km, Metis Yayınları, 2023, 264 s. Metne dön.
|