ISBN13 978-605-316-293-3
13x19,5 cm, 264 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Mahmud ile Yezida, 1980
Osmanlıya dair Hikâyat, 1981
Taziye, 1982
Kum Saati, 1984
Son Istanbul, 1985
Sahtiyan, 1985
Cenk Hikâyeleri, 1986
Kırk Oda, 1987
Lal Masallar, 1989
Eski 45'likler, 1989
Yaz Sinemaları, 1989
Mırıldandıklarım, 1990
Yaz Geçer, 1992
Geyikler Lanetler, 1992
Yaz Geçer - Özel Basım, 1992
Oda, Poster ve Şeylerin Kederi, 1993
Omayra, 1993
Bir Garip Orhan Veli, 1993
Kaf Dağının Önü, 1994
Metal, 1994
Ressamın İkinci Sözleşmesi, 1996
Murathan ' 95, 1996
Li Rojhilatê Dilê Min / Kalbimin Doğusunda, 1996
Başkalarının Gecesi, 1997
Oyunlar İntiharlar Şarkılar, 1997
Paranın Cinleri, 1997
Başkasının Hayatı, 1997
Dört Kişilik Bahçe, 1997
Mürekkep Balığı, 1997
Dağınık Yatak, 1997
Metinler Kitabı, 1998
Üç Aynalı Kırk Oda, 1999
Doğduğum Yüzyıla Veda, 1999
Meskalin, 2000
13+1, 2000
Erkekler İçin Divan, 2001
Soğuk Büfe, 2001
Çocuklar ve Büyükleri, 2001
Yüksek Topuklar, 2002
7 Mühür, 2002
Timsah Sokak Şiirleri, 2003
Yazıhane, 2003
Yabancı Hayvanlar, 2003
Erkeklerin Hikâyeleri, 2004
Eteğimdeki Taşlar, 2004
Çador, 2004
Kadınlığın 21 Hikâyesi, 2004
Bir Kutu Daha, 2004
Beşpeşe, 2004
Elli Parça, 2005
Söz Vermiş Şarkılar, 2006
Büyümenin Türkçe Tarihi, 2007
Kâğıt Taş Kumaş, 2007
Yedi Kapılı Kırk Oda, 2007
Kullanılmış Biletler, 2007
Dağ, 2007
Kadından Kentler, 2008
Eldivenler, hikâyeler, 2009
Bazı Yazlar Uzaktan Geçer, 2009
Hayat Atölyesi, 2009
İkinci Hayvan, 2010
Gelecek, 2010
227 Sayfa, 2010
Şairin Romanı, 2011
Stüdyo Kayıtları, 2011
Kibrit Çöpleri, 2011
Şairin Romanı - Ciltli, 2011
Doğu Sarayı, 2012
Aşkın Cep Defteri, 2012
Bir Dersim Hikâyesi, 2012
Tuğla, 2012
Mutfak, 2013
189 Sayfa, 2014
Mezopotamya Üçlemesi, 2014
Merhaba Asker, 2014
Kadınlar Arasında, 2014
İskambil Destesi, 2014
Harita Metod Defteri, 2015
Güne Söylediklerim, 2015
Solak Defterler, 2016
Aşk İçin Ne Yazdıysam, 2016
küre, 2016
Dokuz Anahtarlı Kırk Oda , 2017
Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri, 2017
Tren Geçti, 2017
Çağ Geçitleri, 2019
Hamamname, 2020
Aile Albümü, 2021
Devam Ağacı, 2021
Erkekler Yalnızlıklar, 2021
Evrak Çantası, 2022
Işığına Tavşan Olduğum Filmler, 2022
Otelde Bulunmuş Kitap, 2024
Şiirin Eşya Deposu, 2024
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Süreyyya Evren, "Hafta sonu bir yere gitmeden yapılan 995 km", K24, 16 Kasım 2023

Hafta sonu Murathan Mungan’ın 995 km’sini bitirdim. Cömertçe yazılmış, tam bir siyasi roman.

“Tam bir siyasi roman” derken ne kastediyorum: Politik bir mesele ve ona dair politik bir dert (yani belirli bir görüşün bakışın savunulması) romanın tam ortasında. 1990’larda işlenen politik bir cinayet. Dönemi bilenler veya yaşamış olanlar, romandaki karakterin adı farklı da olsa Musa Anter cinayetiyle ilişkilendirecekler – ki kitabın da bu ilişkilendirmeye itirazı yok. Saim Baran’ın (okurun romanda Anter olarak okuma eğiliminde olacağı karakter, ama sonuçta başka bir ülkede ya da konuyu bilmeyen bir okurun gözünde salt Saim Baran) katilinin ağzından, zihninden, onun yaşam pratiğini tüm detaylarıyla takip ederek başlıyor kitap. İlk kısım blok biçimde buna adanmış; evden çıkma, cinayet işleme ve cinayet bölgesinden otobüslerle kaçma. Kitabın bu “suç”u hatırlatmak, tartışmak, gündeme getirmek için “suçlu”nun zihnine, yaşam pratiğinin tüm detaylarına girdiğini anlıyorsunuz. İkinci kısımda, kitap kapsadığı 1990’lar Türkiyesi’nin siyasi suçları yelpazesini genişletiyor. Pek çok başka özneyi ve özne konumunu dahil ediyor resme. Ve olayları ikinci bir final cinayetle taçlanacak şekilde ağır ağır geliştirip birbirine bağlayarak siyasi anlamda teşhir etmeye değer bulduğu her şeyi teşhir etmekten ve bunların birbirleriyle bağlantılarına dair de bir dolu ihtimal ortaya atmaktan geri durmuyor. Tek olay yani tek cinayet, tek özne, tek politik teşhirle başlayıp çok olay, çok özne ve özne konumu ancak gene tek olay yani tek cinayetle kapatıyor. İki cinayetin arasında, bir köhne evden çıkıp yayıldıkça yayılan bir günahlar şebekesi var. Neyse, özetle tüm bunların iletilmesini başlangıç hedefi, işlevi sayıp formunu buna göre bulmuş, form işlevi takip eder anlayışında, dolayısıyla da hedefe dair odaklanması net bir siyasi roman.

Cömertçe derken ne kastediyorum: Yazar olarak birikimin ileri bir noktasında kaleme alınmış her siyasi roman, yani “toplumsal bir iyi fikri” için sanatsal girişim, ne kadar cömertse, o kadar cömert değil mi yani bu kitap da? Bir tık daha fazlasını hissettim okurken. Buna illa çok nesnel ve eleştirel bir düşünce diyemeyeceğim; o yüzden ikinci kez yazarken cömert’i italiğe aldım. Yazarın yapabilme erişiminden verebildiğince çoğunu konuya vermeye çalıştığını hissettim. Sakınmadığını, geri tutmadığını, ne kudret varsa erişiminde onunla kapıyı zorladığını, ittirdiğini, kurcaladığını, çaldığını, kırdığını; bu kudret silmek, eksiltmek, yontmak da olabilir metni, belgelemeye vakfetmek, sahneleri kazımak, sert geçişlerle çarpmayı gözüne kestirmek de.

Kitabın ikinci kısmı özellikle kurguyu dalgalandırıp bağlamasıyla “opera ölümlerini” andıran, yavaş yavaş sahnelenip son perdede kapanan bir ölüm bırakmış masaya.

“Opera ölümleri” ile ne kastediyorum: “Opera ölümleri”nin siyasi romanlarda kullanılması meselesine en son Filistinli iki yazarın, Gassan Kanafani ile Adania Shibli’nin farklı zamanlarda yazılmış iki siyasi romanını (Shibli’nin Küçük Bir Ayrıntı’sı [çev. Mehmet Hakkı Suçin, Can] ve Kanafani’nin Güneşteki Adamlar’ı [çev. Mehmet Hakkı Suçin, Metis]) ele alırken de değinmiştim. [1] Başka bir yerden de alınabilirdi tabii de ben Marina Abramovic’in otobiyografisinde Nasıl Ölmeli? (How to Die?) adını verdiği bir proje için yaptığı çalışmaları okurken [2] kavramı alıp siyasi romanlardaki teşhir edilen ölümleri bu gözle okumayı düşünmeye başlamıştım. Siyasi romanlar bize nasıl ölümler sunuyor? Opera ölümleri mi, gerçek ölümler mi, Shibli örneğinde olduğu gibi –tabii benim iddiama göre– “ıslık ölümler” mi?

Abramovic’te ana fikir şudur: Televizyonda veya başka bir yerde gerçek bir ölüm gördüğümüzde uzun süre bakamayız, başımızı çevirmek isteriz, kanal değiştirmeye davranırız, irkiliriz, kıvranırız; uzun uzun bakılası bir şey değildir “gerçek ölüm”. Halbuki operalarda sahnelendiği haliyle ölüme, yani “opera ölümü”ne uzun uzun bakılabilir; “opera ölümü” içine girilesidir, izlenesidir, bunun için yapılmış, bunun için düzenlenmiştir, estetiktir, zamana ve mekâna yayılmıştır. Ölen kişiyle özdeşleşme arzusu doğurur, duyguları tetikler, derinleştirir “opera ölümü”. Abramovic’in Nasıl Ölmeli? projesindeki planı, bir “opera ölümü” sahnesiyle bir “gerçek ölüm” sahnesini arka arkaya getirmektir. Kanafani’nin romanında üç kişinin aynı anda ölüverdiği tek bir “gerçek ölüm” sahnesi sunduğunu; Shibli’ninse iki “gerçek ölüm”ü “opera ölümü”nü andırabilecek bir ayrıntılar silsilesiyle sardığını, ve sürekli hışırtısı hissedilen rüzgârı, yalayan ve doluşan, sızan tozu ve kumu kullanarak, bu zamanlar-ötesi ölümleri [kitabı (Küçük Bir Ayrıntı’yı) açan ilki 1949’da, kitabı kapatan ikincisi günümüzde gerçekleşen cinayetleri] birer “ıslık ölümü”ne dönüştürdüğünü savunmuştum.

Mungan’ı okurken opera ölümlerini anımsamamın birinci nedeni iyi planlanmış, üzerinde çok düşünülmüş “opera ölümü”nü (Saim Baran cinayeti) âdeta sonrasını da içerecek şekilde 995 km’ye yaydığını düşünmem. Bu amaçla nesnelerin yerlerinden, seslerin, kokuların, tiklerin kaydedilmesine dek her bir ayrıntının gözlendiği, zihinlerde, belleklerde arşivlendiği, öğeleri ince ince şifreleyerek, kodlayarak, biriktirerek, gerektiğinde çekip gerektiğinde öne çıkararak kotarılmış bir ölüm. Bu cinayetin kahramanları düşünüp taşınıp taktikler, roller, adımlar planlayıp geliştirerek, işbirlikleri, ittifaklar, uzgörüler arayarak, ve bütün bunları prova edip edip uygulayarak ne yapıyorlarsa yapıyorlar. Sonra gerçekleşen ve kitabı kapatan “gerçek ölüm”ün ise, koşarak sahneye girip koşarak çıkan bir çocuk katilin elinden çıktığına, neredeyse en usta opera gözünün bile göremeyeceği hızla, bir anda saman alevi gibi parlayarak, bir anda belirerek, hiç yoktan çıkarak, yoktan varolarak, tak diye ve gösterişsizce gerçekleştiğine tanık oluyoruz.

Özellikle başkahramanlardan Mimi’nin önce uzun bir opera ölümü sahnesiyle ölmüş gibi yapması, izleyiciye ve diğer karakterlere öldüğünü düşündürmesi, ama sonra ikinci bir “opera ölümü” sahnesiyle bu kez gerçekten ölmesi sayesinde, La Bohème operası sözgelimi, bu anlamda “opera ölümü”nün prova edilebilirliğiyle “gerçek ölüm”ün performatifliğini karşılaştırma için tam bir imkân veriyordu. [3] Aynı imkânı bir nevi 995 km’de de buldum. Uzun uzun hikâyesi tüm küçük ayrıntılara yayılan bir “opera ölümü” romanı, paldır küldür gerçekleşen performatif bir “gerçek ölüm”le kapattı anlatısını.

“Kitabın ikinci kısmının özellikle kurguyu dalgalandırıp bağlamasıyla” ne kastediyorum: 995 km iki kısımdan oluşuyor ve bu kısımlar arası geçiş keskin. İlk kısım hayli monoblok, yekpâre. Tek bir kahraman ve tek bir –Cihadın Askerleri adlı kurmaca (ama tabii bölgeyi ve dönemi bilen okurun zihninde belirli bir örgütü tartışmasız düşündüren) örgütün tetikçisiyken aynı zamanda devletin bir gizli gayrinizami harp biriminin tetikçisi olarak işlediği cinayetlerde edime yabancılaşmış (kimi neden öldürdüğünü bilmeyen, görev geldiği anda yola çıkan) ama tüm edimlerin toplandığı bulutsu idealle (cihat) özdeşleşmiş görünen bir katilin gündelik pratiğinin içine okuru dahil ederek, özellikle kentli ve bu anlatılan dünyaya dağlar kadar uzak okuru sarıp sarmalayan ve ona bir tür kapı deliğinden gözetleme (veya “biri bizi izliyor” tarzı gözetleme) hissi (ve bu hissin yanıltıcı üstünlük duygusunu) veren– anlatı, otobüsten otobüse kentten kente aktarma yaparak Diyarbakır’dan Alanya’ya doğru giden isimsiz katili elle tutulur bir başkahramana dönüştürüyor. Dolayısıyla bu ilk kısım daha kolay kavranıp sevilmeye aday. Ancak ikinci kısımla birlikte kurgu çeşitleniyor, yazar barajları biraz açıyor. Kötüler ve iyiler, gazeteciler, askerler, jandarmalar, emekliler, patronlar, politikacılar, sevgililer, akışkan partiler, flörtöz yanlar da taşıyan, ancak aslında ip üstünde yürüme gerektiren mesleki ilişkiler baş gösteriyor. Televizyonların, gazetelerin, plajların, kıkırdamaların, tüm görünen orta yerdeki dünyaların acıyı hazla kıstıran ışıl ışıl renkleri, parıltıları ve göz boyamaları bir yandan, saklı ve karanlık bir dünyanın labirentimsi rotaları, zindanları, mahzenleri, gömüleri, kuyuları, mağaralarıyla kurduğu kamuflajların hazzı acıyla kıstıran, çileci kapalılığı öbür yanda. Kahramanların ve göndermelerin sayısını bu kısım böyle böyle artırıyor. Tüm bu yan öğeler, çokluğu, hikâyeyi dalgalandırıp yayıp, şaka gibi metne çöken, bir dan dun “gerçek cinayet” ile, son sayfada çocukça bir sonla birbirine bağlıyor. Bir gölgeden gelen gerçek bir ölümün beyhudeliğiyle. Manasızlığı ve absürdlüğüyle. Ve bu toprakların çok eski absürdlüklerine bağlanışı gibi geleceğe de bağlanmak üzere manasızlığın üzeri mana arayışıyla kazılmıyor da manasızca kapatılıyor. Gerçek bir ölüm gerçek bir “hiçbir şeyin olmadığı ve değişmediği ülke” momentiyle sonuçlanıyor.

Mungan bunları yaparken gerçek hayatın gerçek kişi ve kurumlarına referanslarla her yönden gidebilir kurmaca arasındaki dengeler konusunda da kendine özgü bir yol inşa etmiş.

Gerçek hayatın gerçek kişi ve kurumlarına referanslar derken ne kastediyorum: 995 km, 1990’ların radikal siyaset sahnesinde rol almış pek çok legal/illegal aktörüne, ima ede ede işaretler bırakıyor. Okuru, bazen çok da zorlaştırmak istemediği bulmacalarla, oyuna çekiyor. Fakat bu elbette çift taraflı bir risk demektir. Hem siyasi olarak risktir hem de sanatsal olarak romanı siyasi önermenin fazla gölgesine alıp ışıksız bırakabilir.

“Her yönden gidebilir kurmaca arasındaki dengeler konusunda da kendine özgü bir yol” derken ne kastediyorum: İşte bu yukarıda andığım çifte riski bertaraf etmek için yazar kurmacanın her yöne gidebilir doğasını açmaya, bugünle bağlanabilmesini mümkün kılmaya dönük bir yol inşa ediyor. Siyasi riski bulanıklaştırarak, edebi riski de odağı yayarak ve kapsayıcılığı artırarak aşmayı deniyor.

Kitabın politik amacının karşılık bulacağına, yani tam da istediği gibi bu zor zamanlardan (2020’ler) o zor zamanlara (1990’lar) okuru geri döndüreceğine, okuru o zor zamanlar hakkında okumaya, araştırmaya, anımsamaya, üzerinde konuşmaya teşvik edeceğine ikna oluyorsunuz.

Bu tabii, aşağıda da değineceğim gibi, iyimser bir bakış da olabilir. Ben iyi bir okur örneği değilim bu kitap için. Zaten 1990’da 18 yaşına basmış, 1990’ların politik iklimini yakından takip etmiş bir jenerasyondanım. Dolayısıyla hemen gaza gelip herkesin bu konuları yeniden tartışmasına böyle bir romanın vesile olabileceğine ikna olmam biraz daha kolay. Ama kendimi askıya almaya çalışarak baktığımda da okuru ikna edeceğini düşünüyorum; neler olmuştu ve bugün neler oluyor diye merak edilmesine, araştırılmasına, tüm bunların düşünülmesine, görünen ışıltılı dünya dışındaki izbe dünyaya alıcı gözle bakılmasına…

Benim en sevdiğim yanı galiba şu oldu: Geçmişte durup duran bir “suç”un (diyelim Musa Anter cinayetinin), (organize ve kişisel çeşitleriyle türlü) kötülüğün, ağıtı yazılacak her neyse onun, (kendi iddiasına göre kara polisiye janrında) politik bir sanat eseriyle ifşasından, kötülerin kötülükleriyle işaret edilmesinden ve iyilerin sakınılarak kollanmasından ibaret değil kitabın politik sanat yaklaşımı; kötünün odasına girmeyi, ifşa edilmesi söz konusu olan şeyin icrasının (zihinsel ve fiili) mekânından konuşmayı yol bellemiş. Bu da, her zaman, bir ölçüde okuru okurken kendi içindeki kötüyü de işin içine sokmaya davet eden bir politik sanat yaklaşımı gibi geliyor ve buradan çıkan deneyleri özellikle takip edilesi buluyorum.

“Kötünün odasına girme, ifşa edilmesi söz konusu olan şeyin icrasının (zihinsel ve fiili) mekânından konuşma” derken ne kastediyorum: Kitabı “İşte bir siyasi roman” diye okurken hevesle karşıladığım ilk sayfalardan sonra, ilerledikçe düşündüğüm bir şey oldu bu. Siyasi roman denince hep şunu sorarım: Tamam, siyasi bir amacı var, ama meselesini bir nesne olarak alırsak bu nesneyle ne yapıyor sanatsal anlamda? Görünürleştirme taktikleri mi uyguluyor; ifade gücüyle (zanaat ve hünerle) akılda kalıcı ve duygu tetikleyici bir şekilde meselenin dikkat çekmesini mi sağlamaya çalışıyor; meselesinin bir okumasının diğer okumalara galebe çalması için teziyle gelip tezli romana mı meylediyor; meseleye nötr bir şekilde girip çoklu bakışları ortaya saçıp kararı okura bırakmayı mı yeğliyor; kararı okura bırakıyormuş süsü vererek mi bir görüşü öne çıkarmaya çalışıyor; düpedüz teşhir etmek, altını çizmek, taşa kazımak mı istiyor acıyı?

Daha da çeşitlendirilebilecek bu siyasi sanat stratejileri içinde benim özellikle sonuçlarına ilgi duyduğum seçenek meselenin (zihinsel, imgesel) “odası”na giren anlatı (özellikle sevdiğim metafor, meselenin odasına girip içerden çıplak ellerle yazarın odanın duvarlarına dokunarak sınırları keşfettiği tipte gelişen siyasi roman).

“Kendi içindeki kötüyü de işin içine sokmaya davet eden bir politik sanat yaklaşımı” derken ne kastediyorum: Özellikle suratımın her defasında düşmesine veya ekşimesine sebep olan bir politik sanat türü var, 995 km’yi ondan ayırmak için söylüyorum bunu. Hiç ısınamadığım ve bana bir tür dedikodu gibi gelen politik sanat yaklaşımı şu: Kâh ekolojik sorunları çekiştiren, kâh devleti çekiştiren, kâh ataerkilliği çekiştiren, kâh hiyerarşiyi, iktidarı, cehennemi, onları veya ötekileri çekiştiren, günün sonunda konuşan sanatsal öznenin aziz/azize mertebesinden aşağısına pek razı olmadığı, suç’un illa ki ve tümüyle dışarlıklı tanımlandığı, konuşanın ve dinleyenin temiz, üçüncü kişilerin kirli olduğu, iyinin yanındaki yüce yazarın/sanatçının iyinin yanındaki okuru/izleyicisiyle birlikte göklere yükselmeyi, ustaca kotarılmış bir dedikodu sarmalıyla prova ettiği politik sanat yaklaşımı. Evet, dedikodu da bir bilgi biçimidir, ama politik sanattaki sonuçları çok boğuk geliyor bana. Dolayısıyla yazarken “suç”un odasına girmenin, sıklıkla bu dedikoduculuktan sanatı sıyırıp, iki kişinin (okur ile yazar, sanatçı ile izleyici) üçüncü kişiyi/kişileri (ötekiler veya onlar) çekiştirerek kanka olmaya çalışması dışında, kendi içlerindeki pisliklerin de orada olduklarını bilip üzerlerinde –bastırmak amacıyla da olsa etik bir çıkış arayışıyla da olsa– düşünerek hareket etmelerine izin veren, sanatın/romanın önünü açan bir yanı olduğuna inanıyorum.

995 km’den deney diye söz ettim ama itiraz ederek denebilir ki neden deney diyorsun, kitap roman formuyla pek deney yapıyor değil, ya da dille, anlatımla deney yapıyor değil, hatta yazar anlatıyı olabildiğince dizginliyor (ikinci kısımda biraz serbest bırakmış denebilirse de); tamam ama gene de siyasi bir meseleye insani ve sanatsal bir geri dönüşün romanla yapılması konusunda, ilk başta kullandığım sıfata döneceğim, cömert bir deney hâlâ var. Ki aynı yaklaşım, kitap 1990’ların siyasi iklimi ve kimi kritik siyasi olaylarıyla aktörlerine odaklanıyorsa da yazarın okuru bugünü –önerdiği gözle– görmeye hazırlamasına da izin veriyor. Anlatılacak zamanla yaşanan zaman arasında biraz koruyucu mesafe açılsın da öyle yazarızlık değil – geçmiş sana söylüyorum bugün sen anlalık.

Kitabın form anlamında çok yeni kart peşinde olmadığını kabul ederek söylediğimi belirtmek için açıyorum bu deney bahsini. Deney diyerek neden böyle kendini sıkıştıran bir anlatıyı öne çıkarıyorsun diyecek olursa diye, ona kendimce önden yanıt veriyorum. Karakterler kıvrılmıyor, dönüşmüyor, anlatılar inip çıkmıyor, dil kıpraşmıyor, konudan sadece ikinci kısımda biraz kopup geri dönüyor, tek hat üzerinde epey gidiyor, vs. vs. Gerçi bunlar zaten sadece benim için sorun belki de – muhtemelen okur için o kadar da sorun değil genelde. Dahası, ben dahi, tüm kuvvetlerle metnin böyle bir geçmişteki olaya çullanması diyeceğim –birkaç kez bu yazıda cömert dediğim– tutumun insani ve sanatsal deney olduğunu düşünebiliyorum. Bunu da atlamayayım, açıkça söylemiş olayım diye vurguluyorum burada.

“Biraz koruyucu mesafe açılsın da öyle yazarızlık” ile “geçmiş sana söylüyorum” ile ne kastediyorum: Siyasi meseleleri sanatsal ürüne dönüştürmenin önündeki tek engel iktidar değil. Günümüz okurunun siyasi meseleden nemalanan şair/yazar önyargısından kaçınma tutumu da yazarları bugünden mesafe almaya itiyor. Bugünün siyasi meselelerine dair çok az ürün çıkabiliyor o yüzden, duygular ve anılar tazeyken. 995 km’yi o anlamda bir korunaklı mesafe siyasi roman kitabı olarak görmedim ama. Bunu belirtmek için düştüğüm bir not. Kısaca kastettiğim, edebiyatta ve sanatta travmanın günümüzde özellikle nasıl ele alındığını tartıştığım “Travma Minyatürleri” başlıklı bir yazıda [4] da değindim bu konuya epey; travmalarımızla edebiyatımızı genelde birbirine yakın zamanlarda buluşturamadığımız. Ve sonra geçmişe dönük eleştiriler yapıyor, “şöyle şöyle bir acayip felaket döneminde bütün bu acayiplikler ve felaketler hakkında tek bir roman yazılmamış! Pes doğrusu! Ne baskıcılık veya ne çiçek böcekçilik!” gibisinden serzenişlerde bulunuyoruz. Sonra ama kendi yaşadığımız güne gelince, ve biri o günü romana taşırsa, girişimi “nemalanmaya çalışmak” oluveriyor. (10 yılda Gezi hakkında romanlardan oluşan bir rafın belirmemiş olmasını bununla da açıklamadan edemiyorum, iktidarın sansürüyle, baskısıyla, vs. ilgisi yok çünkü burada yazarın kalemini durduran şeyin). İşte bu tutumdan ayırmak için ve 1990’lardaki olayları bugüne bitiştirdiğini, bugünden konuşmanın bir yolu olarak anlatıyı kurduğunu düşünerek söylemek istedim yazarın. “Geçmiş sana söylüyorum, bugün sen anla”, bu.

Bir özne olarak “bugün” gerçi anlamak değil, anlatmak istiyor. Ünlülerimizden birinin dediği gibi, “ben ders almam, veririm” modunda. Dolayısıyla tüm bu çabanın bugünün ders verme kararlılığına çarpması son derece mümkün. Bu ihtimali kitabı okurken de aklınıza getiriyorsunuz, çünkü sanki yazarın da aklında ve bir iki bağlamayla bugünün okurunun kendini kitaptaki bütün kurbanlara ve masumiyetlere olduğu kadar suçlara ve kötülüklere de yakın hissedeceği, yabancı dünyalarla bildiği dünyaların iç içeliğini tanıyacağı, tüm ortalığa dökülen ve âdeta kayda geçirilenlerin her birinin hem mağduru hem taşıyıcısı gibi kitabı kapatacağı bir kıvrıma da yer açmaya dikkat etmiş.

Bugünün yaygın reaksiyonlarının bir eleştirisine bağlıyorum burada meseleyi. Bu pasaj yukarıda andığım çuvaldızı kendimize batırsak mı meselesine bağlandığı kadar bitirme kültürüne (cancel culture), woke tutumlara da bir bıkkınlık bakışı atıyor. Kitaptaki çabanın önüne çıkacak engel, söz konusu edilen siyasi meselenin “kötü”lerinden yana olanların müdahalelerinden çok bu anlamakla pek işi olmayan yeni kültürün duvarı olmasın sakın, diyen bir dokundurma.

Bu kıvrımlar hepimiz için gerekli; ben kendi okumamda sözgelimi, kitapta tetikçinin Diyarbakır’dan Alanya’ya aktarmalı otobüs yolculuklarını izlerken, telefonuna bir otobüs simülatörü app’i indirip oynamaya özenecek bir okur hayal edip gülümsemeden edemedim.

Yazının bu finalini sevmeden edemiyorum. Otobüs yolculuğu en sıkıcı şeylerden biriydi eskiden. Uzun, yorucu. 1990’larda kesinlikle. 995 km, o havayı otobüs markalarına, modellerine, ritüellerine ve tekerlek üstü oturma detayına dek veriyor. Katilin tutturduğu rota keyifli bir rota değil, ancak soğukkanlı kaçak bir katilin tüm çileciliğiyle ve adanmışlığıyla, çelikliğiyle sıkılmadan kaldırabileceği bir rota. Gelgelelim, günümüzde bu sıkıcı pratik bir dijital eğlenceye dönüştürülmüş durumda. Otobüs simülatörlerine gösterilen ilgi o yüzden çok enteresan geliyor bana.

995 km’nin sonundaki katil çocuk koşarak eve gittikten sonra –aynı koşuyu bugünün bir delikanlısı olarak bugün atmış olsa– odasında sırtüstü uzanıp telefonunda bu oyunlardan birini oynamış olabilir mi? Simülasyon bir otobüsle Alanya’dan Diyarbakır’a doğru yola koyulmuş olabilir mi?

Otobüsle ilgili son bir şey, madem Gezi’den bahsettik: Gezi sırasında Taksim Meydanı’na terk edilmiş ve halkın rengârenk boyadığı bir otobüs vardı. Bu gitmeyen otobüsün içi hep Gezi eylemcisi yolcularla dolu olurdu o günlerde. Gitmeyen otobüsün yolcuları, hey gidi! İçlerinden siyasi ve toplumsal bir yolculuk yapıyorlardı orada oturdukları her saniye hepsi âdeta. Yazının bitişinde bir şıklık olsun diye, Gitmeyen Otobüsün Yolcuları ile 995 km Giden Otobüsün Yolcuları arasında bir kadim mücadelenin tarihi işte karşımızdaki, diye bağlayayım mı bu kısa olması gerekirken editör yüzünden [5] biraz açılıp uzamış metni, ey buraya kadar geldiğine göre bekrî kârî?

Notlar


[1] Bkz. Süreyyya Evren, “Birkaç Filistin: Opera Ölümleri, Gerçek Ölümler ve Islık Ölümler”, Punctum, Mart 2023. https://www.punctumdergi.com/post/birkac-filistin. Metne dön.
[2] Marina Abramovic (James Kaplan ile), Walk Through Walls: A Memoir (Londra: Penguin Books, 2017), s. 204. Metne dön.
[3] Başka bin bir temsil elbette var da, benim izlerken bunları düşündüğüm temsil: Giacomo Puccini, La Bohème, İstanbul Devlet Opera ve Balesi, AKM Türk Telekom Opera Salonu, 4 Şubat 2023. Metne dön.
[4] Yakında yayımlanacak bir kitap için kaleme aldığım bir metin. Deniz Gündoğan İbrişim ile Asuman Susam’ın hazırladıkları, Livera Yayınları tarafından yayımlanacak Travma Çağında Şimdi ve Gelecek başlıklı derleme kitap. Metne dön.
[5] sayesinde [editörün notu] Metne dön.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X