Aziz Yağan, "Bir Dersim Hikâyesi", Mühim Hadiseler Enstitüsü, 19 Nisan 2014
Size bir Dérsim hikâyesi okuyayım mı? Mungan iki yıl önce kapı kapı dolanıp 23 yazardan rica ettiği hikâyeleri bir kitapta toplamıştı: Bir Dersim Hikâyesi. Okumadınız mı? Olsun, size o Dérsim hikâyelerinden birini okuyayım mı?
“Ya Xızır, Xızıro kal! Ti ya ke suyarî yé, Ostoré Qirî ya, ti ya ke Xızıré sata tenga ya, Her ca de, her tım hazır û nazır a, Birese îmdadé ma!”
Yoligé kokusu burnunda tüten Sevim’e okuyordum kitabın ilk hikâyesini. Henüz üçüncü sayfada “Dedi, ben ertesi güne ölürüm, şu peyniri ye sen. Sonra kardeşinin ağzına damla damla tükür.”den sonrasını okuyamadı içim, sesimin dağılan tanecikleri çarptı çarptı çarptı birbirine. Kıvrıldım ülkemin yamacına paramparça geçmişimiz ve dipdiri yüreğimle.
O an anladım bu öyküler sesli okunamaz!
“Suya yakınım ama bir damla su geçmiyor boğazımdan”
Halbuki, ben Antepli Alevi Kürdüm. Daha on yedimdeydim. Bedriye Yanık teyze Maraş’ta yaşadıklarını anlatmaya başlar başlamaz gözünden yaşlar gelmeye başladı, hıçkırıkları çağıldadı ara ara. Dünya durmuştu o an, bir odanın içinde bir kişisel tarih boğulup gitmekten kurtuluyor ve bana da teslim ediliyordu. Hiç bölmedim, bir sinema perdesindeki vahşet sahnelerine dönmüş yüzüyle daldığı o girdabı hiç dağıtmadım, tastamam bileyim istedim bizimkilere yapılanları, yapanları, yaptıranları. Canım Bedriye teyze, iyi ki anlattın, yoksa evdekilerin anlatacağı yoktu ve ben eve gidip kavga etmiştim gizledikleri için bunları.
“Duzgun Bava...”
Kitap Sevim’e armağan içindi. O an anladım böyle kitapların armağan edilmesi de kıyımdır. İnsan insana böyle armağanlar verir mi? İnsan insana böyle vicdansızlıklar, insafsızlıklar yapar mı? İnsan insandan içindeki katliam seslerini, bedenlerin çürümüş kokusunu başka dillerden de öğrensin ister mi? Planlı programlı uygulanmış vahşeti her cümlesinde deşifre etmiş böyle bir kitabı insan insana devreder mi?
Rejim karşıtlarına karşı zulümleri çok duyduk, okuduk. Ancak olanlar belli bir coğrafyada, bir milletin bilinçle azaltılması ve ardından başka yerlere sürülüp seyreltilmesi olunca kavramak yetmiyor. Üstelik ne ilk, ne de sonuncu oldu ve şimdiden sonranın garantisini kim verebilir?
“Köpekler aç kalınca cesetleri yemeğe başladılar. On günde alıştılar insan etine. İnsan yedikçe insanlaştılar sonra. Bakışları, sesleri değişti hayvanların. Sonra ölülerden sıkılınca canlı insanları yemeğe kalkıştılar. Ormanda pusu kuruyordu deyyuslar, mağaralarda saklanan insanları bekliyorlardı.”
Geçen yaz Henna ve ben Ovacık’ta Mehmet Yürek’in ineği Deren’i yeni bir otlağa çekiştirirken ve gecede davul zurna sesleriyle Munzur’a yaslanırken fark ettim: Biz büyük ve sağlam bir aileyiz. Ne kadar uzağa saçılmış olsak da yakınlaştığımızda aynıyız. Zaman ve kültürler bizi bize yabancılaştıramıyor.
“Bize hiç benzemeyen askerler...”
Geçen yaz Munzur dağı ve nehri arasında duyarken çığlıkları, koklarken kanlı toprakları, öldürülmüş anasının süngülenmiş memesinden bebesinin süt değil kanını emişinin seslerini işitirken, bebeklerin bedeninden geçip anaların bedenine saplanan süngü seslerini işitirken, eşine, annesine, kız kardeşlerine, kızlarına yapılan tecavüzü zorla izlettirilen erkeklerin suretsizliğini bulurken kuytularda, uçurum geyiği kadınlar değil, iğrençlikleri taşıyamayıp uçurumlardan atlayan canlarımızı toplarken, işitirken besili karga seslerini, betonlanmış mağaraların içlerine salınmış dumanı koklarken buluverdim kendimi.
“Komutan kurşun pahalı demiş bunlara. Tüfek de zarar görmesin diye meşe kütükleriyle...”
Sesler, çığlıklar ve kokular… Moğolvari bir alan istilası, tedip ve tenkil. Babasının kızı gökten ölüm yağdırırken, ölü beyaz atın üzerine fırlatılmış on yaşındaki bedenine çıkıp bir köpek gibi soluyanın tecavüzüne uğrarken ve hemen yanı başındaki öldürülmüş abisi duymasın diye sesini çıkaramamanın çığlığını koynumda saklarken, yakılmadık köy bakılmadık kovuk kalmamışken, erkek çocuklarını ölüme yollayıp kız çocuklarını “himayelerine” alan subayların mağrur adımlarını izlerken, yaşamın yaşlandıkça ağırlaşan ve taşınamayacak kadar kahredici özlemi sızdı insanlığa.
Bitimsiz, nedensiz huzursuzluklar kalanlarda. Değil odaya, dünyaya sığamayan ruhlar. Kara Vareno’nun kız kardeşine “gelip seni alacağım” yeminini eden şair Cemal’e “Tarih öncesi köpeklerin havlama, ısırma, parçalama seslerini” belleten uygarlık.
Hadi bunlara seksen yıl oluyor, peki ya daha sonra yapılanlar!
“Ya Duzgun Bava, Bırasé îmdadé ma!”
Avrupalıların coğrafyamızın başına getirdikleri halleri özetlemek için yıllar önce “çarmıh sendromu” demiştim, hani Avrupalıların bizi İsa’nın çarmıhına dört yerimizden çivilemelerine benzeterek. Her sendroma onlar ad verecek değil ya!
“Gezdire gezdire ateşleyin, hep aynı yöne kurşun sıkmayın.”
Bir çocuğun tekerleme okuyuşu gibi okuyunuz:
“Pepû… Kekû... / Kam kerd? Mı kerd... / Kam kişt? Mi kişt... / Kam şut? Mi şut... / Ax! Ax! Ax!”
Harekât esnası, ardından doldurulan kara vagonlar, kayıp kızlar, geri dönüşler, birbirini buluşlar, intiharlar bilinir de, katliamdan sonra Dérsim’de yaşamaya devam etmek zorunda kalanlara neler olduğu merak edilir mi? Böylesi bir katliamdan sonra da Dérsim kendi haline bırakılmış mıdır?
Mesela, evlerinizde dedenizin askerlik zamanından kalma eşyaları varsa kaynağını sorgulamalısınız. Mesela, sesler ve görüntülerle boğuşanlar varsa etrafınızda kuşkulanmalısınız. Mesela, sebepsizce iç sıkıntılarla kabına sığmayan tanıdıklarınız varsa kuşkulanmalısınız. Mesela, kahramanlık madalyası varsa dedenizin dikkatli olmalısınız. Mesela, Dérsim’e Dérsim diyemeyenler varsa çevrenizde nedenini didiklemelisiniz, dahası savunanların mutlaka tekrar yapabileceklerini aklınızdan çıkarmamalısınız.
O kitap sessiz bile okunamıyorken, ben tuttum sesli okumaya çalıştım.
Bu tarih sahnesinde, şükürler olsun, bizler yerimizden memnunuz. Peki, siz o öykülerde hangi tarafta olmayı seçerdiniz?
“Cané maé Ke bé goni bé kefen şiyé Tarié mare ra u roştié”