Nuri Fırat, “Çador’la başlayan yabancılaşma”, Vesta, Bahar 2004
Murathan Mungan'ın Çador adlı yeni romanında, çok uzak olmayan bir geçmişte Doğu coğrafyasının herhangi bir ülkesinde iktidarı ele geçiren despotik "İslamın Askerleri" rejiminden canı oldukça yanmış Akhbar'ın öyküsü anlatılıyor. Katı iktidar kıskacında sürdürülmeye çalışılan bir hayatın yabancılaştırılmış yüzünden haberdar ediyor bizi kitap.
Kitapla ilgili bu konuya geçmeden önce birkaç şey belirtmekte fayda var. Kitaba insanların, şehrin, rejimin, coğrafya ve iklimin tasvirinden, kullanılan imgelerden ve varılmak istenen sonuçtan hareketle bir Ortadoğu romanı diyebiliriz. Ortadoğu denildiğinde, bir kaos ortamı, şeytanların ve despot tanrıların hüküm sürdüğü, ataletin, sabitliğin ve hiçliğin boğuculuğunun hüküm sürdüğü ya da benzer nedenlerle "uygar" dünyaya karşı "tehdit" oluşturduğu imgeleri ve imalarını çokça görürüz. Bu oryantalist bakış açısı yüzyıllar boyunca Doğu (daha özel olarak İslam ya da Araplar) hakkında bir imgeler, tasavvurlar dünyası, siyasal düşünüş biçimi, edebi literatürü, kültürel değerleri ve tüm bunların bileşkesi olarak bir kimlik tanımlaması oluşturmuştur. "Uygar" bir dünya olarak Batı'nın kendi kimlik tasavvuru, "uygarlıktan nasibini almamış" bir dünya tasavvuru olarak da Doğu kimliği. Bu tasavvurun en kaba ifadeleri olarak Doğu-Batı, uygar-gerici, laik-İslamcı vb. çatışma temaları hayatımızda yer edinmiştir.
Peşin yargılarla donatılmış bu karşıtlık paradigması asıl olarak Avrupa ben-merkezciliğinin, başta Doğu'da olmak üzere, sömürgeci yöneliminin meşrulaştırıcı bir kimlik tanımıydı. Sömürgeci yönelim kendini Batı dünyasında haklı göstermenin ve gittiği yerde de kendini meşrulaştırmanın yollarını bulmalıydı ki, sonuç alabilsin. Sonuç olarak kurgulanmış bu değerler bütününün başka bir yere taşırılması belleksizleştirmenin, yabancılaştırmanın da adı olmaktadır. Doğulu birçok kültürel, edebi, siyasal tasavvurun bu yabancılaşmanın acısını şizofrenik bir kişilik biçiminde uzun dönemler boyunca yaşadığını bilertmekte fayda vardır. Batıcı, İslami, sol, etnik ve milliyetçi söylemlerde, çok da genellememek kaydıyla, bu ikiliğin/karşıtlığın etkilerini, önyargılarını görebiliriz. Bunları şunun için belirtiyorum: Doğu'yla ilgili bir söylem üretilmek, bir eser ortaya konulmak istendiğinde, yukarıda ele aldığımız çerçeve itibariyle, Doğulu aslında kendi adına konuşmaz; üretilmiş bir düzlemde paçavraya dönüştürülmesi pahasına Doğu/Doğulu adına konuşulur. Oysa Doğulu olarak yaşadığımız en berbat bir illet bile olsa bunun deşilmesi durumunda yaşadığımız acının ne olduğunu yine biz biliriz. Yapabileceğimiz en gerçekçi sorgulamanın bir yöntemi olarak kendimizle yüzleşmemiz önemlidir. İçine kapalı bir yabancılaşmanın yaşanmaması ve sorunlarla yüzleşme sırasında geçerli olabilecek yöntemlerin göz ardı edilmemesi kaydıyla... Birinci husus olarak kitapta bunun başarıldığını ve sorgulamanın edebi ve sosyolojik düzlemde yapıldığını düşünüyorum.
Doğu-Batı ikileminde yaratılan yabancılaşmanın yazarın konuyu işleyişi bağlamında ele almayı olanaklı kılmasının yanı sıra, edebi bir metin olarak Çador, iktidar ve kadın ekseninde sosyolojik olarak yaşanan bir yabancılaşmanın analizini de olanaklı kılmaktadır. Franz Kafka'nın Şato'sunda bürokratik iktidar ekseninde dile getirilen yabancılaşma olgusunu, Çador’da (benzer bir analizle) görünmeyen ancak her yerde hissedilen, kadının erkek suretindeki işaretlerinde beliren ve katı bir İslami rejimde ifadesini bulan iktidarla açıklayabiliriz. Daha özgün olarak Ortadoğu coğrafyasında İslami ve despotik bir rejimin toplumsal ve bireysel değerlere, kadının varlığını ucubeleştirme pahasına, yabancılaştırmayı dayatmasının neticesini analiz edebiliyoruz. Ayrıca kadının erkek egemen sistemde yok sayılmasını kadın ve erkeğin toplumsal yabancılaşması bağlamında değerlendirebiliyoruz. Ortadoğu'da insanın hayata yabancılığının bariz parametrelerini anlamak açısından aşağıda yapmaya çalıştığım kitabın incelenmesi umarım açıklayıcı olacaktır.
Bu bakış açısının, yukarıdaki çerçeve dahilinde, konunun kitapla birlikte anlaşılması ve analizi için gerekli olduğunu düşünüyorum. Zira Çador'da kurgulanan dünyada, eril sistemle, tanrı hükmündeki iktidarla, İslam inancıyla bir tür yüzleşmenin yaşandığını görebileceğiz. Yani Mungan'ın kitapta izlediği tarzın başarısı; bir aydının kendi toplumuyla yüzleşerek uygar-gerici, laik-İslamcı düzeneğin tuzağına düşmemesidir.
Akhbar biraz para biriktirmek ve yoksul yazgısını değiştirmek için "Gurbetin de hevesi alınır" diyerek gurbete çıkar. Geriye annesini, kız kardeşini, erkek kardeşini, ablasını ve sevgilisini bırakır. Ancak kısa bir süre sonra gazetelerde, TV haberlerinde ülkesinde "İslamın Askerleri" tarafından despotik bir rejimin ilan edildiğini duyduğunda gurbet yaşamı zorunlu bir sürgüne dönüşür. Ülkesi bu arada birer iç ve dış savaş da yaşamıştır. Bir süre geçtikten sonra, görece ortam yumuşayınca ülkesine geri döner Akhbar. Geri döndüğünde ailesinin hiçbir ferdini ve sevgilisini bulamaz. Bunun arayışına girer; sonuçta erkek kardeşinin rejim saflarında öldüğünü, ablasının oğlunun ölmesinden sonra kocasıyla başka bir yere göç ettiğini, annesinin evde erkek kalmadığından rejim tarafından evlendirilerek başka bir şehre gönderildiğini, sevgilisinin de iç savaşta evleri harap olduğundan ailesiyle köye dönmek zorunda kaldığını öğrenir. Sadece neler olup bittiğini öğrenebildiği, ancak sonuç alamadığı beyhude bir arayıştır Akhbar'ın çabası.
Allah hükmünde iktidar
Akhbar'ın ülkesine dönüşünden sonra hâkim olan rejimin karakterini kitap boyunca görmek mümkündür. "İslamın Askerleri", kitaptaki politik ortamı yansıtabilecek tasvirlerden, Ortadoğu'da olduğunu anlayacağımız bir ülkede yakın bir zamanda başa geçerler. Rejimin gelişini Murathan Mungan şöyle dile getirir kitapta:
"Altüst olan ülkesinden ardı ardına kara haberler gelmeye başlamıştı. Çevredeki diğer İslam ülkelerinde bile, 'Bu kadarı olmaz,' dedirten şeyler yaşandığını, gazetelerden, TV haberlerinden ürkü içinde izliyorlardı." (s. 62)
İslami despotik rejimin ülkede yaşanan kanlı bir iç savaş sonrasında başa gelişi yakın tarihe ilişkin Ortadoğu'daki gelişmeleri de andırır türdendir. Yoğunca altüst oluşlar, ölümler, göçler ve istikrarsızlık yaşanmaktadır. Rejim değişikliğinin nasıl olduğuna ilişkin açıklayıcı unsurlardan, belki de kitapta ayrıntı biçiminde durabilecek öyküdeki geri dönüşlerden Mungan'ın özellikle kaçındığını ve ancak bu durumu da özlüce şöyle ifade ettiğini belirtebiliriz:
"Bu arada birdenbire savaş çıktı. Ardından 'İslamın Askerleri' iktidarı ele geçirdi. İkisinin birdenbireliğinde de yılların birikimi vardı elbet. Doğu'da her şey usul usul birikir ve ansızın olurdu." (s. 62)
Bu alıntıdan yılların biriktirdiği bir gerginlik halini görebileceğimiz gibi, mevcut durumun da bir gerginlik ortamı olduğu ve belki de geleceğe ilişkin bir umudu da barındırdığı ileri sürülebilir. Ancak kitapta anlayacağımız kadarıyla sürekli değişimlerin birbirini andırdığı da rejimin beslendiği gelenekten hareketle iddia edilebilir. Kerbela Olayı'nın Muharrem ayında peygamberin torunlarına karşı bir katliam eylemi olduğunu ve bir yas dönemini temsil ettiğini biliyoruz. Kitapta bir çağrışım olarak ele alınan bu olay, "İslamın Askerleri" rejimiyle gittikçe bütün bir hayatın Kerbela'ya dönüşmesini ima etmektedir.
Akhbar'ın ülkesinde karşılaştığı bütün manzaralar bir değişimin, bir iktidarın yansımasıdır. İktidarın "öldürücü" özelliği kitapta, "Şehir ruhunu teslim etmişti" sonucuyla dile getirilirken, insanların yaşamlarında ölgün izler bırakan gelişmeler ise birer kanıt gibi sunuluyor.
Rejimin resmini ve nasıl olduğunu Akhbar'ın şehre girişinde yapılan sıkı kimlik kontrolünden, ilk karşılaştığı "Meczup"un halinden, toplama kampından itibaren kare kare eşzamanlı bir biçimde sunulan ve tabii Akhbar'ın derinlerden hissettiği korku ve kaygıdan anlayabiliyoruz. Öyle ki, iklim ve coğrafya tasvirleri bile toplumun bu ölgün biçimiyle oldukça örtüşüyor.
"Akşam alacasının mutsuzluğuyla, gündüz sıcağının mutsuzluğunda aynı boğucu ümitsizlik vardı. İklimden ötürü değildi bu; iklimin görünür kıldığı bir şeydi." (s. 50)
İnsanların can sıkıntılarını ve yaşam umutlarının yokluğunu; erkeklerin yüzlerinden, kadınların burkalarından, sokakların sessizliğinden, dilencilerin artmasından, kolluk güçlerinin keyfi davranmaları ve yolsuzluk yapmalarından, anlamsız çağrışımlardan, kelimelerin anlamsızlaşmasından okuyabiliyoruz. Rejimle birlikte bir tür hiçlik duygusunun anlamsızlaştırdığı (insana yabancılaşan) hayatın hüküm sürdüğünü görüyoruz.
Kitapta yer yer Akhbar'ın arayışı ve Akhbar'ın arkadaşı Selah'ın karakteri vb. unsurlarla umut belirtileri verilerek, genel tabloyla çelişik durumlar yansıtılsa da; bu unsurlar aynı zamanda İslami despotik rejimin hangi koşullarda nasıl bir hükümranlık kurduğunun tamamlayıcısıdır. Çünkü cılız bir olasılık olarak duran bu umutlar iktidarın ezici üstünlüğünü de dile getirmektedir. Kolluk güçleriyle, sopalarıyla, kadınları burkalara tıkmasıyla, mezbahanelerin açık meydanlarda kurulmasıyla, uluorta yerde insanların öldürülmesiyle ve toplama kamplarıyla; iktidar "korkulu" karakteriyle her yerde kendini hissettirecek güçtedir. İktidarın korkulu karakteri rejimin gayri meşruluğunu da yansıtır. Doğaldır ki, hayat ölüm sessizliğinde olsa da, en azından hayata aykırılığıyla rejim kabul görebilecek türden değildir.
"Hiç kimsenin yüzünde Allah'a inanmanın huzuru ve güveni yoktu. Yalnızca korkunun, kaygının kayışa çevirdiği tedirgin ve yağlı bir huzursuzluk vardı bu kendine kapanan yüzlerde. Hayatları çoktan bittiği halde ömürleri bitmemiş insanların sürüncemede kalmış günlerini yaşıyor gibiydiler." (s. 53)
İnsanların bir hiçlik dünyasında sürekli kalmasını sağlamak, umutların yok edilmesiyle; en azından umutların dirilmesi olasılığına karşı, korkuyu sürekli tetikte tutabilecek ve her an her yerde belirebilecek sopaların, kolluk güçlerinin varlığıyla ve ölümün sıradanlaştırılmasıyla mümkündür. Ortadoğu rejimlerinden pek de tanıdık olduğumuz bu yabancılaştırma durumu, korku unsurunu tanrı hükmündeki erkek egemen iktidarın tanımlayıcısı olarak da bize sunar.
"Onların en olmadık yerde ve zamanda birdenbire ortaya çıkıvermesi, şehirdeki sinsi havayı pekiştiriyor; sizi her an pusuda bekleyen, her hareketinizi denetleyen ve hiçbir zaman başedemeyeceğiniz bir gücün varlığına işaret ederek sadece görünürdeki değil, görünmezdeki iktidarını da güçlendiriyordu. İktidar da Allah gibi görülmeyen, ama varlığı her yerde hissedilen bir şeydi. Öyle olmalıydı." (s. 43)
Akhbar zorunlu sürgüne dönen gurbetlikten döndüğünde ailesini, hatıralarını, şehrini olduğu gibi bulabileceğini düşünüyordu, ancak daha evin kapısını çaldığında hayal kırıklığını yaşayacaktı. Akhbar'ın arayışı ülkesinde sevdiklerini aramakla ilgilidir. Ancak arayışının her karesinde bir tanıklık hali belirecek. "Haber" kelimesinin Arapça kökenli olduğunu hatırladığımızda, yanılmıyorsam, Akhbar "haber"in çoğulu olmakta, yani haberler anlamına gelmektedir. Kadının kapanmışlığından, ölümün sıradanlığından, rejimin katılığından haberler; Doğulu olarak konusu olduğumuz haberler; iliklere dek hissedilen bir yabancılaşmadan görünümler...
Akhbar'ın arayışı sırasında ümidini diri tutan çağrışımlar, hafızasında derin yer tutan geçmişe ait izlerdir. Annesine, kardeşlerine, sevgilisine, şehrin yapısına ilişkin çağrışımlardır. Ancak kitapta Akhbar'ın ümidini parçalayan insan manzaraları sık sık sunuluyor. Akhbar'ın gurbette yabancılığını bastıran ülke özlemi ve avuntusuyken, ülkesinde karşılaştığı katı rejimin kuralları, hayatların yitimi, ümitlerin yokluğu ve arayışların sonuçsuzluğu Akhbar'a tam bir sürgünlüğü yaşatıyor. İnsanın kendisine ve yaşama dair izlerin bir bir silindiği, yok edildiği bir dünyada içine düşülen kocaman bir hiçlik duygusunun, yabancılığın acısını yaşar Akhbar. Önce şehrin değişen yüzüyle karşılaşan Akhbar, annesinin evlenerek başka bir yere gittiğini, ablasının başka bir kente göç ettiğini, erkek kardeşinin öldüğünü, sevgilisinin savaştan sonra köye taşındığını sırasıyla öğrenecek ve çabalarının beyhudeliğini derinden hissedecektir. Aslında Murathan Mungan Akhbar'a, daha kitabın başında, kente ilk girdiğinde karşılaştığı "Meczup"u bu ülkedeki kaderiymiş gibi gösteriyor. Meczup da İslami rejimden karısını (kadını-yaşamı) kurtarmak için harcadığı beyhude çabanın acısını yaşıyordu. Akhbar kadın imgesiyle dile getirilen hayatı arıyordu, nitekim kadının hiçbir yerde görünmeyecek denli yaşamdan silindiğini anladığında şu mesajı verecekti:
"Hayatın yarısı yok, hayatın yarısı yok." (s. 80)
Kitapta ayrıca önemli bir diğer husus olarak Akhbar'ın hayal gücünü kendisine rehber edinmesidir. Fotoğrafın, görselin, simgelerin (kalemliklerdeki minyatür resimlerin bile) haram (yasak) olduğu rejimde hayal gücü tek umut, geçmişe dair çağrışımlar, yaşama dair nüveler olarak bir anlam ifade ediyor. Ancak Akhbar'ın hatıratını dolayısıyla ümitlerini dirilten bütün unsurlara rağmen erkeklerin gölgeli yüzlerinde, kadınların burkalarında, şehrin yüzünde alacakaranlık hükmünü sürdürüyor, Akhbar'ın arayışı da belirsizliğin, kişiliksizliğin dehlizlerinde gittikçe anlamsızlaşıyor.
Yok olan hayat: Kadın
Kadını hayatın tümleyeni olarak ele aldığımızda; kadının yok oluşunu, erkek egemen sistemde erkeğin gölgeyle, karanlık ve hiçlikle resmedilebilecek yüzünde hayatın büsbütün yok oluşu olarak algılayabilir miyiz? Akhbar'ın kentteki arayışı hafızasında geçmişin canlanan tüm çağrışımlarına karşın artık tasavvuru yapılamayacak kadar hayattan, hafızalardan silinen bazı şeylerin yokluğunu hissettirecektir kendisine. Nitekim annesini, ablasını arayışı sırasında bunun farkına varacak ve kadınların kapatıldıkları burkaların içinden dünyaya bakabilirse ancak hayatın kaybolan işaretlerini bulabileceği sonucuna varır. Eril despotik rejimde erkeğin bir yüzleşmesi olarak değerlendirilebilir bu durum. Kitapta "hayatın yarısı yok" denilirken bir "erkek" olarak Akhbar'ın, ailesini ve sevgilisini hayal etmekte ve yüzlerini hatırlamakta zorlanmaya başlamasıyla itirafını görebiliyoruz. Burada ayrıca yabancılaşmaya karşı bir bilinç halinin oluşmasından ya da hayatı yaşanmaz hale getiren yabancılaşmanın farkına varıldığından bahsedilebilir.
"Bazı şeylerin yoklukları, varlıklarını daha çok hatırlatır. Tıpkı şehrin sokaklarındaki kadınların yokluğu gibi." (s. 49)
Bu durumun sadece despotik bir rejimin kaba dayatmaları olarak değerlendirilmemesi gerektiği gayet açık bir konudur. Erkek egemen iktidarın kendisini kanıtlamasının gereği olarak en tavizsiz ve acımasız davrandığı alandır kadın dünyası. Erkek egemen sistemin varlığını kadın karşıtlığı üzerine tanımladığını; kadının en değersiz nesne konumuna düşürülmesinden, "bir toz zerresi kadar" bile değerinin kalmamasından anlarız. Bu yabancılaşma ve değersizleşme beraberinde hayatın öbür yüzü olan erkeğin de çürümesini, hiçleşmesini ifade eder.
"Burkaların altında yalnızca kadınlar kaybolmuyor. Erkeklerin bütün hayal güçleri, imgelemleri de tükeniyor. Kadınların yüzü bomboş bir çöle dönüşüyor ve bu çöl, kadının bir serap olarak bile görülmesine izin vermiyor. Kadını kendinden yapılma bir çölde, kendi çölünü bekleyen bir çadıra dönüştürüyorlar. Kadınların bütün imgesi kapatıldıkları çadırların içinde çürüyor. Dünyadan boşalmış kadınlarla birlikte, erkeğin gözleri siliniyor, zihninde kaybolmaya başlayan kadın imgesiyle birlikte geçmiş yok oluyor, gelecek ümitsizleşiyor, bellek ve hayal gücü bulanıyor." (s. 79)
"Bir kadın güldüğü zaman şeytana davetiye çıkarır" atasözüyle kadının dilsizliğine çağrışımda bulunulan kitapta, aslında kurulu rejimde kadının varlığından bahsetmek neredeyse imkânsız bir şey. Öyle ki, kadının havada bile izinin bulunmadığı bir ortamda, eniştesinin varlığından ablasını, erkek kardeşinin suretinden annesini aramaktadır Akhbar. Kadının mülkleştirilmesinin neticesi olarak kadının tanımlanması, bağlı bulunduğu erkeğe, sahibe göre yapılır; bir tür nesne olan kadının "varlığı" erkeğin belirleyiciliğine, kudretine delalettir. Bu trajik durumu gerçekçi bir şekilde sorgulamanın yolu, kadını kadın dünyasında, kadın dilinde bilmek olarak sunuluyor. Nitekim Akhbar'ın burkaya bürünme isteği, hayatın tükenen yüzünde sonuçsuz kalan arayışlarını anlamlandırma çabası olarak dile getirilebilir.
Kadın örtünmesinin bu derece yaşamda etki bırakması, kabaca güncel siyasal gündemde yer aldığı biçimiyle bir türban meselesi değildir. Bu açıdan Çador'un anlamını, kadın şahsında yabancılaşma olgusunun nasıl bir zihniyetin ürünü olduğunu ve bir bakıma kadının yok oluş sürecini de kitaptan takip edebiliriz:
"Yurtdışındayken tanıştığı bir kadının, o zamanlar kendisi için fazla bir şey ifade etmeyen sözlerini hatırlıyor birden. Kadın siyasi sürgündü ve Akhbar, kadının fazladan öfkesini buna yormuştu. 'Burkaya giden yolu çador açar,' demişti kadın. 'Çador, annelerimizin, ninelerimizin geleneksel ve masum başörtüsü değildir yalnızca. Kafalarımızdaki köprüdür. Örtünmek bir ahlak haline getirildiğinde, arkası mutlaka gelir; karara karara gelir. Örtünmenin sonu yoktur. Kadınlar kefene kadar örtünmek zorunda kalırlar." (s. 77)
Kitabı ve konuyu, Doğu-Batı ikileminde yaratılan yabancılaşmanın yazarın konuyu işleyişi bağlamında ve daha ziyade iktidar, kadın ve yabancılaşma olgularının ilişkisi çerçevesinde ele almaya çalıştım. Romana sadece iktidar ve kadın yönüyle yaklaşıldığında bile, ilk başta belirttiklerimizin kişisel ve sosyal etkilerinin dehşet verici sonuçlarını görebildik. Yabancılaşmanın bir yönünün iktidar olgusuyla çok alakalı olduğunu ve bunun da en bariz belirtilerinin kadının varlığında (yokluğunda) ortaya çıktığını kitabı inceleyerek anlayabileceğimizi umuyorum.