ISBN13 978-975-342-727-2
13x19,5 cm, 168 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Mahmud ile Yezida, 1980
Osmanlıya dair Hikâyat, 1981
Taziye, 1982
Kum Saati, 1984
Son Istanbul, 1985
Sahtiyan, 1985
Cenk Hikâyeleri, 1986
Kırk Oda, 1987
Lal Masallar, 1989
Eski 45'likler, 1989
Yaz Sinemaları, 1989
Mırıldandıklarım, 1990
Yaz Geçer, 1992
Geyikler Lanetler, 1992
Yaz Geçer - Özel Basım, 1992
Oda, Poster ve Şeylerin Kederi, 1993
Omayra, 1993
Bir Garip Orhan Veli, 1993
Kaf Dağının Önü, 1994
Metal, 1994
Ressamın İkinci Sözleşmesi, 1996
Murathan ' 95, 1996
Li Rojhilatê Dilê Min / Kalbimin Doğusunda, 1996
Başkalarının Gecesi, 1997
Oyunlar İntiharlar Şarkılar, 1997
Paranın Cinleri, 1997
Başkasının Hayatı, 1997
Dört Kişilik Bahçe, 1997
Mürekkep Balığı, 1997
Dağınık Yatak, 1997
Metinler Kitabı, 1998
Üç Aynalı Kırk Oda, 1999
Doğduğum Yüzyıla Veda, 1999
Meskalin, 2000
13+1, 2000
Erkekler İçin Divan, 2001
Soğuk Büfe, 2001
Çocuklar ve Büyükleri, 2001
Yüksek Topuklar, 2002
7 Mühür, 2002
Timsah Sokak Şiirleri, 2003
Yazıhane, 2003
Yabancı Hayvanlar, 2003
Erkeklerin Hikâyeleri, 2004
Eteğimdeki Taşlar, 2004
Çador, 2004
Kadınlığın 21 Hikâyesi, 2004
Bir Kutu Daha, 2004
Beşpeşe, 2004
Elli Parça, 2005
Söz Vermiş Şarkılar, 2006
Büyümenin Türkçe Tarihi, 2007
Kâğıt Taş Kumaş, 2007
Yedi Kapılı Kırk Oda, 2007
Kullanılmış Biletler, 2007
Dağ, 2007
Kadından Kentler, 2008
Bazı Yazlar Uzaktan Geçer, 2009
Hayat Atölyesi, 2009
İkinci Hayvan, 2010
Gelecek, 2010
227 Sayfa, 2010
Stüdyo Kayıtları, 2011
Kibrit Çöpleri, 2011
Şairin Romanı, 2011
Şairin Romanı - Ciltli, 2011
Doğu Sarayı, 2012
Aşkın Cep Defteri, 2012
Bir Dersim Hikâyesi, 2012
Tuğla, 2012
Mutfak, 2013
189 Sayfa, 2014
Mezopotamya Üçlemesi, 2014
Merhaba Asker, 2014
Kadınlar Arasında, 2014
İskambil Destesi, 2014
Harita Metod Defteri, 2015
Güne Söylediklerim, 2015
Solak Defterler, 2016
Aşk İçin Ne Yazdıysam, 2016
küre, 2016
Dokuz Anahtarlı Kırk Oda , 2017
Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri, 2017
Tren Geçti, 2017
Çağ Geçitleri, 2019
Hamamname, 2020
Aile Albümü, 2021
Devam Ağacı, 2021
Erkekler Yalnızlıklar, 2021
Evrak Çantası, 2022
Işığına Tavşan Olduğum Filmler, 2022
995 km, 2023
Otelde Bulunmuş Kitap, 2024
Şiirin Eşya Deposu, 2024
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Tamer Kütükçü, “Eldivenler, hikâyeler’in ben-anlatıcıları”, Varlık, Mayıs 2010

Başta Gerard Genette’in kuramsal metinleri olmak üzere, son yirmi otuz yıl zarfındaki anlatıbilim çalışmalarının en başta gelen kazanımlarından biri, kuşkusuz, “anlatıcı” ile “yazar” arasındaki ayırımın ortaya konmasıdır. Öyle ki, yazınsal metin incelemelerinde çok önemli bir detayın ayrımsanması bu sayede mümkün olabilmiştir: Bu, “anlatıcının da aslında bütün o ‘kurgunun’ bir parçası olduğu” gerçeğidir.

Nitekim bir yazar, tıpkı kendisine yakın ya da uzak bir karakter kurgulayabileceği gibi, “kendisi ile arasında bir mesafe yakınlığı ya da uzaklığını içeren” bir anlatıcı da kurgulayabilir. Hatta bu çaba, yazarın kendi varlığına/öznelik haline tamamen zıt bir anlatıcının kurgulanmasıyla da neticelenebilir. Kuşkusuz, anlatıcı ile yazar arasındaki mesafenin açılması –metnin alımlanması noktasında okur faktörünün de devreye girmesiyle– bir dizi soruna gebedir. Öyle ki, dıştaki yazarın kim olduğu bilgisiyle metne yaklaşan okur, algısında bu “mesafeyi” sürekli kapatma yoluna gidecek; bu da anlatıcının reel varlığı ile okurun zihnindeki tanımı arasında bir çatışmaya neden olacaktır. İşte bu çatışma sonucu gelişecek “deforme olmuş algıdan” kaçınmak için, bir metinde her şeyden önce “anlatıcının pozisyonu” okurca doğru olarak saptanmak durumundadır.

Hele ki söz konusu özne “ben-anlatıcısı” ise, mesele iki kat karmaşık bir hal alacaktır; çünkü “ben” anlatımı, doğası gereği, okurun zihninde anlatıcıyı yazara yakınlaştıran bir algının oluşmasına neden olur. Ama tek sorun bu da değildir: “Ben” anlatımı, aynı zamanda, okura daha fazla “anlatıcı ile özdeşleşme” olanağı da tanır. Okur, “ben” sesinin yerine kendisini daha kolay ikame edebildiği için bu tür anlatımlarda öyküyü “kendi hikâyesi” gibi okuma eğilimi gösterir.(1) Demek oluyor ki ben-anlatıcılı metinlerde, yazar gibi, okur da öyküyü biçimlendirmede çok daha fazla “müdahildir”. Şu halde, “ben” anlatımına sahip bir anlatıda “öykü”, 1. yazar (hatta “fiziksel varlığıyla yazarın kendisi” ve “metin bağlamında ima edilen yazar” olarak bu ikiye de ayrılabilir), (2). okur (yine “fiziksel varlığıyla okurun kendisi”, bir de “metni alımlama noktasında var olan konumu” itibariyle ikiye bölümleme bu noktada da olasıdır)2 ve 3. söylemi bu iki “öznenin” de müdahalesine maruz kalmaya namzet “ben-anlatıcı” arasında sıkışıp kalmış durumdadır.

Yine de “ben-anlatıcı”, metinsel söylemini kurabilmesi için kendisini “özgürleştirmek” zorundadır. Ve –paradoksal biçimde– “ben-anlatıcının özgürleşebilmesi”, iki tarafını kuşatmış bulunan “yazar” ve “okur”a rağmen değil, onlar sayesinde gerçekleşecektir.

Çünkü bunu temin için iki hususa şiddetle gereksinim vardır. 1. Yazar, “ben-anlatıcısı” ile arasındaki mesafeyi belirleyecek (ya da ortaya koyacak) ayrıntıları metne ustaca yerleştirmek durumundadır. (–Ki bu, yazarın başarı ölçütlerinden birini oluşturacaktır.) 2. Öte yandan, okur da öznel pozisyonundan olabildiğince (tümden belki imkânsızdır) sıyrılmaya çalışmalı ve önüne konan bu işaretleyenleri –uyanık bir okuma edimi içinde– kovuşturmak suretiyle, anlatıcının reel pozisyon ve söylemine ulaşmayı hedeflemelidir. (Bu bağlamda modern okuma kuramlarının bazılarının reddetmeye çalıştığı “üstün”, ya da -daha rasyonel bir nitelemeyle- “dikkatli” okur diye bir pozisyon elbette ki vardır; öyle olmasa her okur, metni kendi kazanım ve kayıpları dâhilinde kurup deforme etme hakkını elde eder ki, hiçbir sanat dalı, yapıtları bağlamında “muhataplarına” – “audience”a bu “özgürlüğü” tanımaz.)

İşte Türk öykücülüğünün önde gelen “kurmaca ustalarından” –belki de birincisi– Murathan Mungan’ın Eldivenler, hikâyeler(3) yapıtındaki öykülerin pek çoğunda var olan “ben-anlatıcısı” da, sözü edilen hususlar bakımından kayda değer ayrıntıları içerir. Tam da bu noktada belki öykülere yoğunlaşarak “ben-anlatıcının” niteliklerini soruşturmak yerinde olacaktır.

Kitaptaki ben-anlatıcısına sahip öykülerin kimisinde, “yazar-anlatıcı mesafesini” belirleyen unsur, öykü anlatıcısının isim verilerek anlatıcı-karakter pozisyonuna taşınmasıdır. Sözgelimi bir babanın on beş günlük kaybının ardında aile bireylerine hangi kırgınlıkları miras bıraktığını duyumsatan “Krepen’in Duvarı” adlı öykünün ben-anlatıcısı, Tahir’dir. Buna karşın kimi öykülerde, öykü anlatıcısının, adıyla var olmadığı halde, dıştaki yazarla farklı bir cinsiyette oluşu, yine bu anlatıcılarla yazar arasında bir mesafenin oluşmasını sağlayarak, öykü anlatıcısını, anlatıcı-karaktere yaklaştıran bir pozisyona doğru iteler. Okuru “bir insanı sevme, bazen bir anın yoğunluğunda mı gizlidir?” sorusuyla bağlayan kitabın ilk öyküsü “Eldivenler”in anlatıcısı ile ilerleyen sayfalardaki –küçük bir kaza anının unuttuğumuz bir şeylere açılan sarsıntısıyla örülü– “Çarpışma” adlı öykülerin anlatıcıları birer kadındır. Bu üç öyküde “anlatıcı” - “yazar” ayrımının diğerlerine nispetle daha net olduğu söylenebilir. Buna karşın, kitaptaki “ben-anlatıcılı” diğer öykülerde durum biraz daha karmaşıktır. Bu öykülerden “Ansızın Her Şey” adlı öyküde anlatıcı, “isimsiz bir erkek” tir. Bedenimizin, kişiliğimiz ve ruh dünyamızla olan gizli sözleşmesi üzerine sorgulamalarla ilerleyen, yoğun bir öyküdür anlatılan. Söz konusu temanın yazarla ilişkisinin bilgisizliğinde, bu noktaya kadar, “yazar-anlatıcı” arasındaki mesafe hakkında bir fikir vermeyen ve okurun zihninde bu mesafenin ihmal edilmesine yol açabilecek bir durumdur kuşkusuz bu. Ne var ki, anlatıdaki kimi ayrıntılar, “yazarla” “anlatıcı” arasında belli ayrılıkları ortaya koyar. Öykü, “Geçen yıl tanıştım onunla. Yirmi üç yaşındaydım.” cümleleriyle başlar. Öykünün sonundaki tarihte ise Ocak 1998-Haziran 2009 kaydı düşülmüş durumdadır. Bu tarihlerden ilki, Ocak 1998 bile dikkate alınacak olsa, yine de dıştaki yazarın 1955 doğumlu olduğu bilgisi göz önünde bulundurulduğunda, ortaya çıkan rakam 43’tür ve bu, “öykü anlatıcısının” en başta verdiği “geçen yıl 23 yaşında olduğu” bilgisiyle hiçbir biçimde örtüşmemektedir. Bu, pek tabii, okuru, metni bir anı-öykü düzleminde değerlendirmekten men eden bir durumdur. Aynı bağlamda bir diğer öykü olan “Kötü Adamla Kötü Kadının Aşkı Üzerine Küçük Bir Film” anlatısında, yine isimsiz, erkek “ben-anlatıcı”, yazarla arasındaki bağ/bağıntısızlık hususunda ilk başlarda bir ipucu ortaya koymaz. Öykü, “Kötü bir adam olduğumu ne zaman anladım, bilmiyorum. Ben dünyadan nefret etmeden çok önce dünya benden nefret etmeye başlamıştı.” cümleleriyle başlar ki, yargının yazar ya da kurgu anlatıcı kaynaklı olup olmadığı hususunda bu cümlelerde yeterli veri yoktur. Bununla beraber, daha ileride okuru karşılayacak kimi bilgiler yazarla ben-anlatıcı arasındaki bir mesafeyi biçimlendirmeye başlar. Ben-anlatıcı, “bazı yılların kodeste geçtiğini” haber vermektedir. Dıştaki yazarın yaşamında karşılığı olmayan bu bilginin varlığı, yine ilk başta okurun zihninde bir ön-hüküm olarak biçimlenme potansiyeli bulunan “yazar - ben anlatıcı bütünselliğine” ket vurur. Öte yandan, kalan son sevdiklerimizden de uzak geçen günlerimizin anlamı (belki de anlamsızlığı) üzerine düşünmeye sevk edildiğimiz “Tabut” öyküsünde “iş” biraz daha zordur. Ben-anlatıcı yine isimsiz bir erkektir, üstelik kimliği gizlenen biriyle aynı mekânda, başka bir erkekle “derin” bir diyaloğun içindedir; ki zamanla bu ikisi arasında duyguya dayalı bir yakınlığın bulunduğu sezilecektir. Bu muğlâk atmosferin içinde, “yazar” ile “ben-anlatıcı” arasındaki mesafeyi saptama konusunda kararsız kalan okuru, öykünün ikinci yarısında neyse ki küçük bir gösterge karşılar: Ben-anlatıcının uğraşı üzerine bir bilgidir bu, onun çevirmenlikle iştigal ettiğinin öğrenilmesidir.

Anlatılara serpiştirilmiş tüm bu ayrıntıların, –öyküler arası hiyerarşik bir durum söz konusu olmakla beraber–, “yazar” - “anlatıcı” arasında bir ayrımı temin ettiği ve ben-anlatıcıyı yazardan ziyade “kurgulanmış bir karakter”e yakınlaştırdığı tartışmasızdır. Bununla beraber, söz konusu anlatısal özneler, klasik anlamda tam birer anlatıcı-karakter midirler? Böyle bir saptama mümkün müdür? Bu sorulara olumlu bir yanıt vermek pek kolay değildir; çünkü “karakter olma” özelliği gösteren “ben anlatıcılara” odaklanıldığında, bunların dıştaki yazarın “hinterlandından” bütünüyle izole olmuş bir anlatıcı-karakter de olmadıkları görülür. Nitekim “ben-anlatıcıların”, kimi noktalar itibariyle, “tipik bir öykü kahramanından” ayrı, karakter pozisyonu ile uzlaşımsız, adeta dıştaki yazarın edimine/çabasına benzer bir “tavırla” hareket ettikleri gözlenir:

1. Her şeyden önce, ben-anlatıcıların öykülerde bazen, tıpkı bir yazarsal-anlatıcı gibi, “bilgiyi atlama ve anlatı içinde boşluklar bırakma” stratejisine başvurduklarına tanık olunur. Sözgelimi “Eldivenler” öyküsünde ben-anlatıcı, evlendiği kişinin burcu ile ilgili bir alakayı anlatının başlarında sayılabilecek bir noktada ortaya koyduktan sonra, söz konusu kişinin karakterine ilişkin özellikleri anlatıya serpiştirdiği halde, onun burcunun ne olduğu bilgisini sürekli olarak erteleyecek, ta ki anlatının sonunda bunu söylemek kaydıyla okurun merakını giderecek; ancak bu defa da yeni bir boşluk bırakmak suretiyle, bu kez kendi burcunun ne olduğunu okurlardan tahmin etmelerini isteyerek öyküsünü sonlandıracaktır. (29)

2. Öte yandan ben-anlatıcıların, bazen de, bir anlatıcı-karakterin bilgi sahası genişliğinin sınırlarını zorlayacak ölçüde geniş bir görüş/bilgi donanımı elde ederek, yine verili pozisyonlarından uzaklaşıp, “yazarsal-anlatıcı” pozisyonuna yakınlaştıkları görülür. Örneğin “Krepen’in Duvarları” öyküsünün ben-anlatıcısı, bulunduğu meyhaneyi betimlerken, –gerçekte pek de tanımadığı– meyhanecinin iç dünyasına ait bilgilere de ulaşır: “Meyhanenin yeni sahibi vefalı çıkmış, ‘Türk’ün öylesi de var böylesi de’ dercesine Rum ustasının hoşnutlukla gülümseyen koca bir fotoğrafını meyhanenin göz alıcı bir yerine asıp hatırasını diri tutmak istemişti.” (98) Kabul edilmelidir ki, meyhanecinin iç dünyasını, onu yakinen tanımayan, dışarıdan sıradan bir gözün tayin edemeyeceği bir kesinlikte ortaya koyan bir bildirimdir bu ve anlatım, bu açıdan, “gözlemci karakterden” ziyade “(tanrı)-yazarsal bir anlatıcıya” ait izlenimini haizdir.

3. Ben-anlatıcılar kimi söylem alanları itibariyle de bulundukları karakter pozisyonunun çok ötesinde “yazarsal bir bilgelik” ve “hikemi bir tonalite” ile donanmışlardır. “Ansızın Her Şey” öyküsünün ben-anlatıcısı, nitekim bir yerde, “Çocuklar acımasız ve zalimdirler; her şeyi çabuk görür ve çıplak bir dille hemen söylerler; dili giydirmeyi sonradan öğrenir insan” der. (31) “Kötü Adamla Kötü Kadının Aşkı Üzerine Küçük Bir Film” öyküsünün ben-anlatıcısı ise, “Bazı kadınlar, kolay ele geçirilemeyeceğini düşündükleri, davranışları kestirilemez, ihanete ve karanlığa açık erkeklere ilgi duyarlar. Belirsizliğin karanlık sürprizlerine açık kötülüğün gizilgücü, birçok kadın için aynı zamanda bir arzu nesnesidir. Bu çeşit kadınların, erkeklerle değil, bu karanlığı arzulayan kendileriyle meselesi vardır; asıl onunla baş edemezler.” (78) yargısını dillendirir. Bu noktalardaki oldukça “bilge” bir anlatıcı varlığının da, özneyi, verili “karakter-anlatıcı pozisyonundan” bir hayli uzaklaştırıp, “yazarsal-anlatıcı pozisyonuna” doğru çekiştirdiği açıktır.

4. Ben-anlatıcılar, bazı anlatı dilimleri noktasında da, gündelik dilin sınırlarını zorlayan daha “edebi/şiirsel bir söylemle” ‘an’ı metinleştirerek, yine pozisyonlarını “anlatıcı-karakterden” “bir edebi metin üreticisinin/yazarın alanına” doğru yönlendiren bir kırılma sergilerler. “Tabut” öyküsünde sesi duyulan ben-anlatıcının –genel çıkarımları da içeren– kimi geçmiş zaman ansımalarında bu edebileştirme/şiirselleştirme bariz bir biçimde izlenir: “Çocuk olduğumuz zamanların huzuru gelir ya bazen insanın yüzüne. Annemiz dalgın gözlerle fasulye ayıklar ya da içini dinlermiş gibi örgü örerken. Çocukluğumuzun evlerinde sobanın üzerinde çaydanlık fokurdarken. Okul dönüşü saatleri. Günün duvarlarda tenhalaşan ışığı. Babamızın işten eve gelmesini beklerken başlayan yumuşak telaş. Hayat daha vaatkârdır çocuk ümitlerimize.” (114)

5. Ben-anlatıcıların kimi yerde ise, doğrudan, öykü yazma edimlerinden söz ederek bir öykü yazarı gibi davrandıkları görülür. Kuşkusuz bu da ben-anlatıcının pozisyonunu “anlatıcı-karakter” durumundan, “yazarsal-anlatıcıya” (hatta düpedüz dıştaki yazara) doğru kuvvetle eviren bir durumdur. “Kötü Adamla Kötü Kadının Aşkı Üzerine Küçük Bir Film” adlı öykü, nitekim, ben-anlatıcının şu sözleriyle biter: “Tuttum Amerika’da geçiyormuş havasını sezdirmek istediğim yukarıdaki öyküyü yazdım. İstesem, gerisini getirebilir, bunu bir roman yapabilirdim belki, ama istemedim. Bu durumda ilerleyen sayfalarda onun dönmesi ya da dönmemesi gerekebilirdi. Hayatın yapmadığını ben yapmak istemedim.” (84) Bu söylem alanında, ben-anlatıcı, yazma ediminin ayrıntıları üzerinde düşünen “bir yazar” görüntüsü içinde yer alırken; kendisini, yazar – karakter arasındaki salınımda, iyice yazara yakın bir noktaya taşır.

“Geçici Kesinlikler”

Buna karşın, ben-anlatıcının konumu ile ilgili en kayda değer öykü, hiç kuşkusuz, kitabın son anlatısı olan “Geçici Kesinlikler”dir. Öykü, kimliği belirsiz bir “ben-anlatıcının”, yatağında uyumakta olan bir kadını gözlemekte olduğunun kendi sesinden aktarıldığı sahne ile açılır. (123) (Bu, şüphesiz daha anlatının başında ben-anlatıcının kimliğine ilişkin kuşkuların doğmasına gebe bir durumdur; zira uyumakta olan bir kadının bu “mahrem” alanında bir başkası tarafından izlenimi çok olağan bir hal değildir; okurun zihnine doğrudan doğruya “orada olmaması gereken bir öznenin” varlığı duyusu dolmaktadır; şu halde, özneye ilişkin bu aşamada bir belirsizliğin yanı sıra bir tekinsizlik de söz konusudur.)

Yaratılan bu “tekinsiz” atmosfer içinde, okur, meraka sevk edildiği “ben-anlatıcının” kimliği üzerine ipuçlarını kovuşturmakla mahkûm kılınmıştır şimdi. Bu ilk “sahnede” edinilen, ben-anlatıcının sadece görme duyusunun olması ve uyuyan kadını gözlediği ile sınırlıdır. Ancak, bir sonraki bölümde, ben-anlatıcının işitme duyusuna da sahip olduğu açıklık kazanır. (126) Nitekim “ben-anlatıcı”, adının Özlem olduğunu bildiği kadının evin içinde kendisinin varlığını sezdiğini telefonda arkadaşına anlatırken işitmiştir… Üçüncü bölüm, ben-anlatıcıya ilişkin bir niteliği daha su yüzüne çıkarır. Ben-anlatıcı, kadının yanına uzandığı sırada kendi erkeklik kokusunu duymayı ister bir an. (127) Şu halde, bu noktadaki temsille, hiç değilse ben-anlatıcının cinsiyeti bilgisine erişilebilmiştir. Ancak, bu bilgi, düğümü çözmeye yeterli olmadığı gibi, bir nokta itibariyle daha da sorunlu hale getirir; çünkü ben-anlatıcı kendi erkeklik kokusunu aradığı anda, hiç koku alamadığını ayrımsamıştır. Bu, şüphe yok, okuru düşüncelere sevk eden bir temsildir. Ben-anlatıcı, “koku alma” gibi yaşamsal, (ya da “koku yayma” gibi bedensel/cinsel) kimi özelliklerinden mahrum bir öznelik hali içindedir öyleyse?.. Aynı bölümün sonuna doğru, anlatıya, yine okurun zihninde soru işaretleri oluşturan ve anlatıda merak unsurunu perçinleyen bir cümle eklenir. Ben-anlatıcı, şimdi de, “Yatağın sağ tarafında, yerini almak istediğim kişinin yerinde yatıyorum; oysa beni görmüyor, işitmiyor, varlığımı fark etmiyor.” (127) ifadesine yer vermektedir. Bu, pek çok işaretleyeni aynı anda içinde barındıran bir cümledir açıkçası. Ben-anlatıcının yerinde olmayı arzuladığı kişi kimdir? (Özlem’in günlerdir bir ayrılığı sindirmeye çalıştığı haber verilmektedir ayrıca metinde. Bu bilgi de, “olay”ı şimdilik çözümlemekten çok karmaşıklaştırmaktadır.) Öte yandan Özlem’in, ben-anlatıcıyı, yanına uzandığı halde görmemesi, onu fark etmemesi, okur zihninde, yine ben-anlatıcının yaşamsal varlığının nitelikleri konusunda güçlü soru işaretleri bırakmaktadır...

Ben-anlatıcının tahlili, öykünün sürerliliğini ve yazarın arzuladığı merak unsurunu okurun elinden almamak adına, bu noktadan ileri götürülmeyecektir. Ancak şu kadarı belirtilmeli ki, belirsiz/kaygan bir zemin üzerine oturtulan ve gerek anlatıdaki pozisyonu gerekse kimliğine ilişkin somut bir konumlandırmanın hiç de kolay olmadığı ben-anlatıcıya dair, anlatıda çok sayıda yönlendirici ipucu vardır ve bunlar dikkatli bir okur tarafından keşfedilip çözümlenmeyi beklemektedir. Sadece birkaçı işaretlenecek olursa, ben-anlatıcı bir yerde “Bazı geceler kendimi evimde buluyorum.” (129) sözünü sarf eder, örneğin. “Bulmak” eylemi, kuşku yok, kontrol dışı bir olguyu imlemektedir. İradesi elinde olmayan / elinden alınmış bir öznelik halidir şu halde ben-anlatıcının varlığı. Bir başka yerde, “İstanbul’u dinliyorum. (…) Onu dinlediğimi İstanbul bilmiyor.” (131) ifadesi dikkat çeker. Varlığı, yalnız Özlem tarafından değil, herkes, hatta madde âleminde bile tanımlanamayan bir özgelik haline mi sahiptir? Buna karşın ben-anlatıcının duygu dünyası, varlığı ve yoğunluğunu muhafaza etmektedir. Bir yerde, onun varlığını sezmeden yanından geçip giden Özlem’in ardından, “Yaşam boyu ne çok şeyin yanından geçip gittiğimizi düşünüyorum. Ne çok fırsatın, hayalin, insanın, ihtimalin. Kim bilir ben de kaç kişinin yanından geçip gittim böyle.” (131) diye geçirir içinden. Öte yandan arzu ettiği şeye, bir yerde, sahip olabildiği görülmektedir. Özlem’i öpmeyi içinden geçirdiği anda dudakları olsun diler ben-anlatıcı ve o dakika dudaklarını elde edilmiş bulur. (137) İpuçları bunlardan da ibaret değildir. Bu düş, hayal, özlem, bir şeylere dönüş izlenimleriyle dolu öznelik hali, öykünün sonunda değin, okurunun merak ve iz-sürüm ilgisiyle beraber ilerleyecektir. Anlatının sonunda okuru bekleyen, acaba, “kime” ya da “neye” yakın duran bir “ben-anlatıcı” varlığıdır?

Sonuç Yerine

Belki çalışma, söz konusu ben-anlatıcı kurgu niteliklerinin anlatılara ne kazandırdığına bir yanıt aramakla sonuçlandırılmalıdır.

“Geçici Kesinlikler” öyküsüne kadar olan ben-anlatıcılı öykülerde, anlatıcılar, yukarıda işaretlendiği üzere, bir taraftan “anlatıcı-karakter” özellikleri/gösterenleri ile donatılırken, diğer taraftan da “yazarsal anlatıcı” sesine özgü niteliklerle dıştaki yazara yakınlaştırılırlar.

Ben-anlatıcıların, birer anlatıcı-karaktere yakınlaştırılmaları, anlatıyı dıştaki yazara ait bir anı algısından uzaklaştırarak, daha ziyade “kurgu bir karakterin” yaşamsal öyküsüne dönüştürür. Okur, şimdi yazara ait bir öz-yaşam hikâyesini değil, kendisini özdeşime daha çabuk koyabileceği herhangi bir(inin) yaşam hikâyesini okuduğu sanısına sevk edilmiştir. Böyle bir çabanın yeterince yerinde bir tavır olup olmadığı hususunda belki ilk başta soru işaretleri oluşabilir; ancak “özdeşim imkânı” açısından okurun bir anlatıda yazarın hayat hikâyesinden çok ‘herhangi birinin’ yaşam öyküsünü okumayı tercih edeceği göz ardı edilmemelidir.

İlginçtir, ben-anlatıcıların kimi noktalar itibariyle “yazarsal bir duruşu” edinerek dıştaki yazara yakınlaşan bir pozisyonu arzulamaları da, paradoksal bir biçimde, aynı işleve yönelik görünmektedir. Bu ikinci hamle ile ise, yazarın ereği, “öyküyü kurgulanmış karakter-anlatıcının öyküsü olarak tutmakla beraber, aslında kendi varlığını da hissettirerek, bu sayede oluşturduğu ‘edebi metin’ duygusu ile, ‘okunanın sıradan, tekil bir kişinin yaşamından çok, temsilî bir öykü olduğunu’ hatırlatmasıdır.” Bu da, kuşkusuz, okurun özdeşimine ikinci bir açıdan katkıda bulunan bir tavırdır. Okur, öyküsünü kendi sesinden anlatan “sıradan bir kişi” ile de özdeşim kurabilir, ancak “temsilî olduğu kendisine dıştaki yazarın müdahalesiyle sürekli duyumsatılan bir özne” ile bu, çok daha kolay olacaktır.

“Geçici Kesinlikler” öyküsünde ise, durum çok daha çetrefillidir. Ben-anlatıcı bu öyküde, dıştaki yazarla anlatıcı-karakter arasında bir çizgide salınmaktan öte (ki böyle bir salınımın olmadığı da iddia edilemez), gerçekte kurgu bir anlatı kişisi (Özlem) ile bu anlatı kişisinin ruhi halleriyle ilintili bir başka - ikincil bir kurgu anlatı kişisi (hatta varlığı) arasındaki müphemiyetliği ihlal eder. Anlatı kişisini-Özlem’i bir biçimde dünyasına dâhil etmiş, soyut bir varlığın sesi midir ben-anlatıcısını kuran; yoksa doğrudan doğruya anlatı kişisinin-Özlem’in bilinmez özlemlerinin bir üretimi midir, ben-anlatıcı? Böyle bir açmazın anlatıya kazandırdığı ise, çok daha derin bir şey olmalıdır. Bunun ne olduğu ise, öykü bütünüyle okunup, tüm o boşlukların anlamı duyumsanınca, anlaşılacaktır.

Notlar


(1) Mehmet Rifat, “Bir Roman Yaratmak: Proust Örneği,” Varlık (Aralık 2004): 61-64. Yukarı
(2) Peter J. Robinowitz, “Truth in Fiction: The Reexamination of Audiences” Critical Inquiry (Autumn 1977): 121-141. Yukarı
(3) Murathan Mungan, Eldivenler, hikâyeler (İstanbul: Metis Yayınları, 2009), 166 s. Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X