A. Ömer Türkeş, “Kadının gizemli dünyası, solcu eskileri, müreffeh kahramanlar: Benzeşmeler”, Virgül, Sayı 53, Temmuz-Ağustos 2002
Yüksek Topuklar’ın beş güne sığdırılan hikâyesinde, kahramanı Nermin üzerinden, 80 sonrası Türkiye’sinin “genellikle solcu bir geçmişi olan” küçük burjuva kadınlarının toplumsal ve psikolojik analizini yapmaya soyunmuş Murathan Mungan. Hikâyenin kahramanı da kırk yaşına merdiven dayamış, bekâr, yalnız yaşayan, “eğitimli insanlar tarafından çekici bulunduğunu düşünen” bir kadın. Nermin, sosyalizm, feminizm, anarşizm, yoga, Uzakdoğu felsefesi, Taocu seks, ikebana kursları, parapsikoloji, sağlıklı beslenme, çevre duyarlığı, yeşil politika gibi çok çeşitli şeylere bulaştıktan sonra şimdi evinde nihilistçe oturuyor ve çevresindeki hemen her şeye, herkese zehirli bir dille, aşağılama dozu yüksek bir alaycılıkla yaklaşıyor. Eh, buraya kadar belli bir zaman diliminde İstanbul’un dar bir coğrafyasına sıkışıp kalmış bir insan stereotipi olarak garipsemiyoruz Nermin’i. Bir arkadaşının beş yaşındaki kızı Tuğde’yi beş günlüğüne misafir etmeyi kabullendiğinde başlıyor felaket... Aslında beş yaşındaki sevimli ve akıllı küçük bir kızla geçirilecek birkaç gün size felaket gibi gelmeyecektir belki, ama yazara göre “Tuğde’deki safiyane kötülük Nermin’i ürkütüyor.” İlk karşılaşma anını “karşımda beş yaşında bir kız çocuğu değil, fettan, şuh ve kindar bir kadın vardı” cümlesi ile ifade eden Nermin, “çocuklar ve kedilerden sonra kadınları da hiç sevmediğini” fark ediyor böylelikle.
Burada bir nokta koyup, Nermin’e daha romanın başında haksızlık etmeyelim isterseniz: “Benim için her durumda erkeğin başına bela olan bu kadın tipinin simgesi oluyor yüksek topuklar... Bu bir duruştu çünkü. Bu kadınların hayattaki iddialarına ait bir duruştu. Her yerde, her durumda, her şeye karşı gösterdikleri bir iddianın duruşuydu” diyen Nermin, “gerektiğinde cici, gerektiğinde küskün, gerektiğinde arsız, gerektiğinde becerikli, gerektiğinde âciz... yani dünyayı ve erkekleri parmağında oynatabilmek için ne gerekiyorsa onu yapmak konusunda kararlı ve becerikli olunmasını şart koşan o kadınlık hali”ni sevmez görünüyor. “Erkeklere, ilgi ve şefkate muhtaç, esirgenmesi ve korunması gereken melek yüzlü; kendine sahip çıkacak olan kişiye, dünyanın gizli nimetlerini ödül olarak sunmaya hazır, küçük, cazip, seksi kız olarak süzülen” Tuğde, Nermin’e göre tam da bu tip bir kadın!..
Ne var ki yukarıdaki yorum Nermin’in bir paranoyası ya da hasetliği değil yalnızca; Murathan Mungan, çeşitli gazete, dergi ve TV söyleşilerinde Nermin’in arkasında durduğunu belli ediyor; seviyor, savunuyor onu... Böyle bir bakış açısıyla, “Nermin tam da bu noktada olumlu bir kahraman olarak çıkıyor karşımıza. Eleştirilebilecek tüm yönlerine karşın, kendi olmanın ve hayatla kendi başına hesaplaşabilmenin yollarını aramak konusunda son derece gerçekçi ve içtendir en azından. Gerektiğinde gerektiği gibi davranmak üzerine değil de, kendince doğru bildiği gibi davranmak üzerine kurar yaşamını.” Tuğde ise yazara göre “daha sonra üzerine bina edilecek olan inşaatın arsasını gördüğümüz bir dönemi” yaşıyor ve onun aracılığıyla, “annelerin kışkırtmasıyla erken yaşta kadın rolüne hazırlanmış bir kimliği görüyoruz... Hınzır bir kız. Belli ki zeki, belli ki kötü kalpli ve belli ki çok başarılı olacak bir kız. Aslında 2000’li yılların kadın modeli” o!..
Eğer küçük bir kız çocuğunun “Neriman Köksal” rolüne hiç uymadığını, yazarın kadınlık durumunu sergilemek için kullandığı ağulu dili en son çocukların hak ettiğini düşünüyor ya da çocuklara biraz olsun sevgi duyuyorsanız, romanı burada terk edebilirsiniz. Çünkü sizdeki duygu ve düşüncelerle hiçbir paralellik kuramayacak elinizdeki metin... Siz, Nermin’in ruh yapısından, açığa çıkmış kötülüğünden dehşete kapılacaksınız; Nermin’se Tuğde’yi ve diğer kadınları, mesela “O anneleri tanıyordum; canavar ruhlu annelerdi onlar, kız katili kadınlardı.... Ağır boyalı dudakları, yüzlerindeki koyu makyaj, fazla spreyden kaskatı kesilmiş yapılı saçlarıyla, çocuk olmaktan çıkarılmış, dişilikleri kışkırtılmış bu küçücük kadınlara baktıkça, küçük kız çocuklarının bizzat anneleri tarafından taciz nesnesi haline getirildiğini düşünmekten kendini alıkoyamıyor insan” tarzındaki cümlelerle hiç durmadan aşağılayacak... Elbette bir romana yönelen değer yargılarında beğeninin ağır basması için yazarın fikirleri ile okuyucununkiler arasında bire bir örtüşme gerekmez, ancak kurgunun, üzerinde yükseldiği fikriyattaki bir çelişkiyi aşmak da hiç kolay değil.
Mekân olarak İstanbul’u, “takılmak” için belli bir gelir seviyesini aşmışlığı gerektiren yerleri seçmiş Mungan. Doğrusu son yirmi yıldır kanıksadık bu türden barları, kafeleri, semt ve caddeleri! İnsanlar da mekânlara göre seçiliyor elbette. Türkçe yazılan romanları yakından izleyenler, hangi biçimle yazılırlarsa yazılsınlar, bu romanların belli bir mekâna ve insan tipine teslim olduğunu, dünyaya İstanbul/Beyoğlu merceğinden bakan bir okuma/yazma pratiğinin edebi alanı işgal ettiğini bilirler. Kentsel yarılma romana da yansımış, yoksullar romandan dışlanmış, üretim ilişkileri ve sınıfsal farklılıklar görünmez hale gelmiş ya da önemsizleşmiştir. Sistem eleştirisi yapan, sürüp giden hayata dair muhalif bir bakış açısı taşıdığını iddia eden metinlerde bile roman kişilerinin ekonomik hayatı buharlaşmıştır sanki. Bol boş vakit sahibi insanların “nedense” mutsuzluk paydasında bir arada durdukları, bitip tükenmez varoluş problemleri ile boğuşuyormuş gibi yaptıkları, üstesinden gelemedikleri bir hesaplaşmayı dillendirdikleri, ama sistemin sunduğu nimetlerden de olabildiğince faydalandıkları bir dünya tasvir edilmektedir. Nermin de hiç farklı değil onlardan. Evet, her ne kadar anlatı süresince hiç yolu düşmese de bir işi var onun: “Benim büyük bir reklam ajansında grafiker olduğuma, üstelik işimde de hayli başarılı biri olduğuma kim inanır? Ben bile yaptıklarıma, kendime şaşırmadan alışamıyorum çoğu kez. Sinemadan nefret eden bir oyuncu gibiyim. Evet, iyi bir oyuncuyum, rolümü başarıyla canlandırıyorum ama, sinemadan nefret ediyorum,” diyen Nermin, yaptığı işle arasına koyduğu mesafe sayesinde aşıyor kişilik yarılmasını ve tüketim toplumunu tam bir ikiyüzlülükle dilediğince eleştirebiliyor.
Metalar dünyasının ve dolayısıyla zenginlik imgesinin roman içeriğini işgal etmesi bahsinde, o romanların üreticisi durumundaki yazarlara ve okuyuculara, onların sınıfsal konumuna ve yaşam tarzlarına bakmak yanlış değilse bile, kişisel duygular üzerinde Ertürk Yöndem misali tasarruflar üretmek fazlasıyla spekülatif bir eğilim olur; ama romanlardaki “mutsuz” kahramanlar üzerinde konuşabiliriz... Hikâyelerden romanlara, bugün edebi metinlerde boy gösteren neredeyse bütün kişi ve karakterler, engellenmiş, bastırılmış, çevresindeki toplumdan bunalmış bireyler halinde resmediliyorlar. Olaylardan çok düşünce ve değerler eksenine çekilen romanlarda, yoksul olmayan, ama daha iyi bir hayatı arzulayan küçük burjuva entelektüelin mutsuzluğu anlatılıyor. Günümüzde, “entelektüel, mutsuzluk fikriyle mutlu olma eğilimindedir, öyle ki hazımsızlığa yaklaşan bir memnuniyetsizlik, abusluğa varan bir naiflik onun için bir düşünce tarzı olmaktan öte, geçici de olsa yeni meskeni sayılabilir.” Entelektüellerin içerisinde bulundukları ruh halinin “iktidarsız ve âciz nefret” yani ressentiment olarak tanımlanması da mümkündür belki de.
Bir zamanlar kurmaca bir metnin zayıflığının ölçütlerindendi roman kahramanlarının stereotiplerden oluşması. Artık sadece stereotiplerden değil, stereoromanlardan da bahsetmek ve romanları aynı tiplerin aynı türden hayatlarına ilişkin bir “kanon” içinde değerlendirmek zorundayız. En çok da bir tarz eski solcu tipi çıkıyor karşımıza. Mesela Orhan Pamuk da, Murathan Mungan da eski solcu tipini Nişantaşı’ndan seçiyorlar!.. 80’lerden sonra içine düştüğümüz kültürel iklimin iç donduran soğukluğunu soluyoruz. Nurdan Gürbilek’in ifadesiyle, “özgürlüklerin en çok kısıtlandığı dönemdi 80’ler, ama insanlar kendilerini belki de ilk kez bu kadar serbest hissedebildiler; kurumların dışında olmanın serbestliğini, tüketme özgürlüğünü, kendilerini bu dünyaya teslim etmenin hazzını tattılar. Teni ve iştahı keşfettiler, ama cinsellik denilen bölge de ilk kez bu kadar çok konuşulan, bu kadar çok kuşatılmış bir alana dönüştü... Aydınlar kendileri adına ilk kez bu kadar çok konuştular, ama varlık koşullarını da ilk kez bu kadar kesin biçimde yitirdiler. Baskının bu kadar yoğun olduğu bir dönemde, iç dökme, anlatma, ifşa etme arzusu ilk kez bu kadar öne çıktı.” Geçmişteki toplumsal yaşamın ve siyasi mücadelenin, hareketin kıyısında kalmış hali vakti yerinde küçük burjuva solcuların penceresinden ve “sağ ihmal edilip” sadece sol üzerinden dillendirilmesinin en önemli nedenlerinden biri, bu romanda Nermin’in yaptığı gibi, işte bu iç dökme, anlatma, ifşa etme arzusu, şehvetiydi.
Yukarıda da söylediğim gibi, bu kültürel iklim hepimizi; bütün toplumu, solcuları, aydınları, yazarları, okuyucuları hâlâ etkisi altında tutuyor. 80 öncesi Türkiye’sinin gerçekleri, işçi hareketleri, ekonomik sıkıntılar, sınıf bölünmeleri, devlet yapısı ve faşist saldırılar bir kenara bırakılarak solcuların ne yapmak istedikleri, ne söyledikleri, ne eyledikleri değil; şimdi nasıl yaşadıkları “özel hayatları” didikleniyor. Gürbilek’e göre “80’ler ruhundan söz edeceksek eğer, bunu bir dikizleme isteğinde, bunun yeni bir haz olarak tanımlanmasında, insanların buna kışkırtılmasında, burada bir özgürlük vaadi buluyor olmasında aramak gerekir.” Toplumu saran özel hayatı alenileştirme ve röntgencilik merakı edebi alana da yansımış; okuyucunun ilgi gösterdiği popüler türlerin giderek yaygınlaşması, polisiyelerin ve fanteziye dayalı tarihi metinlerin çoksatarlığı, yani tüketilenlerin üretilenler üzerindeki egemenliği, hikâye ve romanların biçimini, içeriğini ve türünü etkilemiştir artık. Yüksek Topuklar, tam da böyle bir eğilimin somutlandığı bir metin olarak okunmalıdır.
Son yılların bir başka ortak teması ise kalemi alan her yazarın kadınların iç dünyasını deşmeye soyunması oldu. Ahmet Altan’la zirveye çıkan modaya ayak uyduran yazarlar, kadınların “Batıni” dünyasının bilgisine sahipmiş gibi duruyorlar. Mesela Perihan Mağden, “sen kadını nereden anlatıyorsun?” sorusunu, “damardan” diyerek yanıtlıyor kısaca. Feyza Hepçilingirler’in son romanının adı Tanrıkadın... Bu ay yayımlanan romanlarlarıyla Meltem Arıkan ve Peride Celal de kadınlara çevirmişler yüzlerini. 2002’de aynı kulvara soyunan daha birçok yazar adı sayabiliriz. Ve elbette Murathan Mungan da iddialı bu konuda... Okuyucu profili ile örtüşse de, romanlardaki benzer hayat tarzlarını sürdüren büyük kent kadınları üzerinden genel bir “kadın”a ulaşılabilir mi acaba?
Romanı Nermin’in bakış açısından aktarıyor yazar; önce bir dertleşme ile başlayan anlatı giderek bir yazma eylemine dönüşüyor, yani biz bir romanın yazılma sürecine tanık oluyoruz. Doğrusu anlatıcı karakterle yazar arasında bire bir ilişki kurulması her zaman sakıncalı olmuştur, ama Yüksek Topuklar’da Nermin’in arkasındaki Murathan Mungan silueti fazlasıyla belirgin, çünkü romanda karşılaştığımız karakterler gerçek hayattan seçilmişler. Onlar, Mungan’la yakın entelektüel mekânlarda yaşayan tanıdık, bildik insanlar. Üstelik sadece benzerlikler değil söz konusu olan. Söyleşisinde “asla isim zikretmem” diyen Mungan, romanında apaçık adres gösteriyor. Mesela, “Sözlü tartışmalardan alamadığı hızını, daha sonra ‘Neden Hayır?’ dizisinde broşür olarak yayımlanan ‘Neden Feminizme Hayır?’ başlıklı dizi makalelerinde, günlük tartışmalardan artakalan kuyruk acılarıyla, görünmez bir düşmanı hedef alan öfkeli yazılara dönüştürdü” diyor ilişkilerini “entelektüel ensest” olarak nitelediği Hale için. “Türkiye'de Kadın Olmak, Ekalliyetten Olmak, Ekalliyetten Bir Kadın Olmak” başlıklı afişle duyurulan söyleşinin konuşmacısı da kurtulamıyor yazarın zehirli ve alaycı cümlelerinden.
Romanın hemen her yerinde karşımıza çıkıyor gerçek veya kurgusal karakterlere yönelik bu kötümser ve küçümser bakış açısı. Devam ediyor Mungan: “Anna da tıpkı Albay Şemsa gibi aslında insan düşmanıdır. Hatta onda genel olarak hayata karşı bir düşmanlık görülür... İnsan Anna ile Şemsa’ya bakınca, onların çok iyi arkadaş olacaklarını sanır, değil mi? Tam tersi kanlı ikizlerdir bunlar... Aralarında Türkiye’deki feminizmin ‘başkomutanı’ olmak gibi ezeli bir çekişme vardır.” Hülya, Anna, Şemsa ya da “büyük bir televizyon kanalının haber müdürü Haberci Cemile” ve “bir büyük gazetede, kadın-erkek ilişkileri, aşk-meşk, erkek ruhunun bilinmeyen yanları, sert görünüşlü kırılgan erkeklerin iç dünyaları hakkında popüler yazılar yazan, hep sakallı gezen, Kürşad” tanıdık gelmiyor mu size? Murathan Mungan, gerçek isimlerini değilse bile, işlerini, kitaplarını ya da etkinliklerini sıralayarak onları herkesin tanıyabilmesini sağlıyor. Eğer bu gerçek insanlar bir Emin Çölaşan yazısında, “Anna’nın kötü huyları say say bitmez. Yıkanmayı sevmez, pis kokar, koltuk altının kıllarını hiç almadığı gibi, sürekli kolsuz giysiler giyerek o çirkin kıl yumağını görsel bir manifestoya dönüştürür. Gözlük camlarını silip durduğu bez parçasıyla inanın ayakkabınızı bile silmezsiniz,” tarzındaki bir ifadeyle yer alsalardı, herhalde öfkelenirdik kişilik haklarına yönelik bu saldırıya. Peki bir roman yazarının “en azından bu romanın yazıldığı entelektüel mekânlarda yaşayanların” hemen tanıyabileceği gerçek kişilere dilediğince saldırma hakkını onaylayabilir miyiz?
Hayatımızın her alanı gibi edebi üretim de medyanın etkisinde bugün. Bir romanın kaç basacağı, yazarın kaç billboard’a çıkacağı pazarlıkları, özel kanalların “reyting” savaşlarından hiç de farklı değil. Televizyon programlarında kalite yerine izlenirlik, kitap dünyasında da çoksatarlık önemli artık. Yüksek Topuklar’da Murathan Mungan bir adım daha atmış ve kitlelerin en sevdiği program olan magazini de katmış romanına. Yüksek Topuklar romanda yeni bir akımın, “entelektüel-vole”lerin öncüsü unvanını kazanmayı hak ediyor!
Kitapla ilgili yazısında, Sırma Köksal bu durumu, “Okurken çok eğlendiğimi, zaman zaman gülme krizlerine yakalandığımı itiraf etmeliyim. Birçok yerde kendimin ve birçok kadın arkadaşımın parodisini okuyormuş, hatta birbirimizin dedikodusunu yapıyormuşuz duygusuna da kapıldım” sözleri ile ifade etmişti. İşte tam da bu nedenle itiraz etmek gerekiyor Yüksek Topuklar’a. “Hayatım roman” klişesinin vücut bulduğu bu hikâyede, yazar hem kolay bir yolu seçiyor hem de edebiyatı şahsi meselelerine alet ediyor. Artık yazarın elinde çevresindeki insanları tehdit eden bir silaha dönüşüyor edebiyat: “Beni kızdırırsan yazarım haa” diyor yazar, aba altından kalemini gösteriyor.
Ahlaki sorunun ötesinde roman tekniği açısından da sorunlar yaratmış bu özel hayatları teşhir etme eğilimi. Çünkü Murathan Mungan, seçtiği okur kitlesinin tanıyacağını bildiği insanlara acımasızca saldırırken, metinde onları kendi eylemlilikleri içerisinde canlandırma gereği hissetmiyor. O mekânlara takılma fırsatı yakalayan ?seçkin? okuyucular sınıfına dahil değilseniz eğer, anlatılan tipler “sizin için” yazarın fikirlerinin taşıyıcısı olmaktan öteye geçemeyen tek boyutlu kuklalara, hikâye ise çok uzun tutulmuş sıkıcı bir eleştiriye dönüşüyor.
Yüksek Topuklar’ı, kentteki yarılmaya işaret etmesi açısından önemli buluyorum. Nermin ve Tuğde’nin dolaştıkları mekânların müdavimleri ile birlikte maddi hayatın içinde sanal bir hayat sürdüren hayali cemaatlerle karşılaşıyor, kamusal alanın ne denli daraldığını fark ediyoruz. Yoksullar ve diğerleri kimi zaman İstiklal Caddesinde yan yana gelseler bile birbirlerini kesmeden geçip gidiyorlar. O cemaat üyelerine yönelttiği sert eleştirilerin etkisi, kendisi de bir cemaatin içinde var olabildiği için yitip giden eskinin solcusu Nermin, gerçeklerin bilinmesi ile hiçbir şeyin değişmeyeceğinin ve dilediği kadar cömert olamayacağının farkındadır artık ve içindeki kötülüğü düşünceler dünyasında salıvermiştir. Kitapları ile birlikte geçmişini de yakan eski solcu avukat Gönül’ün “işkenceci polislerin davalarını almış olmasından” hoşlanmasa da güçlü ve zengin bir kadın olan Gönül’ü silmez defterinden. Hatta sever bile; anlaşılan o ki, Nermin’in kini ve tiksintisi zayıf bulduklarınadır. Doğrusu böyle bir karaktere yazarın nasıl yakınlık duyduğunu anlamak zor. İnsanların “şişmanlık”, “cücelik”, “cırlak seslilik” gibi fiziksel özellikleri nedeniyle alaya alınmasını hoş görmek, “güzel kadınlar daha iyi severler. Daha genel bir deyişle, hayattan hakkını almış insanlar daha iyi severler” tarzındaki vecizelere katılmak mümkün mü? Ya da “Anadolu’nun bağrından kopa kopa İstanbul’a göçen, nesli bir türlü tükenmek bilmemiş bir canlı türü, her yeri olduğu gibi buraları da kısa zamanda kemire kemire bu hale getirmişti” diyen Nermin’i savunan Murathan Mungan’ın Mardinli olduğuna kim inanabilir?
Roman boyunca ve Murathan Mungan’ın gazetelerdeki söyleşilerini okurken aklıma hep aynı soru takıldı: Tuğde ve diğer çocukların ya da onların annelerinin reklamlarda görünme merakı neden “kötü” olsundu ki? Ülkenin en tanınmış ve sevilen yazarları, yani Orhan Pamuk ve Murathan Mungan ağabeyleri, Perihan Mağden ablaları da aynı şeyi yapmıyorlar mıydı? Onların gazete ve dergilerdeki pozları, giysileri, seçtikleri renkler, vurgu yaptıkları meseleler image-maker’ların, en pahalı reklam şirketlerinin elinden çıkmamış mıydı? Kimi örnek alacaktı bu çocuklar? Klişeleri onlar mı yaratmışlardı?
Metne ilişkin yorum yaparken birkaç kez metin dışına çıkıp Murathan Mungan’ın söyleşilerine gönderme yapmak zorunda kaldım. Çünkü yazarlar kitaplarını daha piyasaya çıkmadan önce kendileri tanıtıyor, konu ve karakterlerine ilişkin metin dışı bilgiler aktarıyorlar. Bu girişimi reklam tutkusu kadar, metinlerin belli bir cemaatin dışındaki okuyucu için yetersizliği ile de açıklayabiliriz. Mesela Tuğde’nin Nermin tarafından algılanan kötülüğündeki gerçeklik ancak böylelikle “yazarın beyanları eşliğinde” ikna edici olabiliyor. Ya da Perihan Mağden, köşe yazısı üslubuyla yazdığı son romanında, kelime tekrarları ve büyük harflerle vurgulamaya çalışsa da “üslubu nedeniyle” bir türlü aktaramadığı duygusal derinliği gazete söyleşilerinde dile getirmek zorunda kalıyor:
“Bu kitap için parçalandım ben. Çok yürekten bir kitap... Bu benim yüreğimden çıkan bir şey. Perişan oldum hakikaten. O kadar acı çektim, o kadar üzülerek yazdım ki. Çok kez kendi kendime, değer miydi, diye sordum. Bu kadar üzüleceğimi bilseydim, bu işe girişemezdim... Çok çok üzgündüm. Bu kadar üzücü bir kitabı yazarken lay lay lom olamıyordum. Ne kadar çok üzüldüğümü, ne kadar çok ağladığımı sana anlatamam... Yemin ederim sana.”
Köşe yazarlığı günlerinde kimi ünlü müzik star’larını “samimiyet tüccarlığı” ile suçlayan Perihan Mağden, “içini” böylesine “içten” teşhir ettiğinde, bu samimiyet, bu yemin karşısında inanıyoruz artık metindeki acıya, hüzne, duygulara. İnanıyoruz, çünkü artık aura ürünün/romanın değil, üreticinin/yazarın başının üzerinde duruyor.
Kişi çizimlerine, çocuk ve kadınlar üzerine söylenen “derin” sözlere, sola, solculara bakışına ve romanın sunum biçimine yabancılık duysak da, Murathan Mungan’ın anlatım zenginliğinin hakkını vermek gerekir. Alıştığımız o ağulu ve buğulu dili bu romanında da sürdürmüş yazar. Mekân tasvirleri, özellikle Beyoğlu ve İstiklal Caddesi atmosferi neredeyse kusursuz... Nermin’in kendi çocukluğu ve annesine ilişkin anıları da çok hüzünlü ve çarpıcı... Aslında hikâyedeki tek dramatik ve gerçek hayat Nermin’in annesinin; iki görümcesinin müdahaleleri ile çekilmez bir ömür sürdüğünü, kızını bile doyasıya sevemediğini anlıyoruz. “Annemle babam karı-koca bile değillerdi, bazı durumlarda yan yana duran iki yabancıydılar yalnızca... Hiçbir zaman anne, baba, çocuk olmadık. Olamadık. Biri babamdı, diğeri annem, ben de çocuktum. Üçümüz de ayrı ayrı duruyorduk aynı evin içinde... Annemin ölümü de, benim çocukluğum gibi, herkesin her şeyine karıştığı kimsesiz bir ölümdü. Hepimizin arasında kimsesiz öldü annem... Annem azdı. Her şeyi azdı annemin. Onu, kendime bunca yabancı hissetmemin nedeni yalnızca bana değil, dünyaya olan uzaklığıydı” diyen Nermin, içindeki sevgi açlığını dile getirdiğinde, belki de ilk kez duygudaşlık edebiliyoruz ona.
Bana göre romandaki en edebi anlatı ise yine edebiyata dair:
“Üzerinde durduğumuz cadde tarihe doğru uzayarak farklı bir derinlik kazanırken, birdenbire onun masalının içine girmiştim sanki. Edebiyatın insana yaptığı şeyin bu geniş zaman büyüsü olduğunu bir kez daha hissettim. Mekânın ve zamanın araçlarından yeni zamanlar ve yeni mekânlar yaratabildiği için, edebiyat hâlâ vazgeçilmezimizdi. Bu yüzden sizin şimdi gördüğünüz pasaj ile metindeki pasaj arasında kayda geçerken oluşan hem aynı hem farklı olmanın uzayında ortaya çıkan yepyeni bir zaman duygusu, sizin şu an kendi içinde yaşadığınız zamanı da başkalaştırarak daha derin, daha anlamlı kılıyor, size yaşarken yakaladığınız bir ölümsüzlük duygusu tattırıyordu. Bu yüzden yazıya geçmiş şimdiki zamana ait her mekân, nesne ve benzerleri daha sizinle yaşarken bir geniş zaman derinliği kazanır.”
Yüksek Topuklar, aslında erkeklerle ilişkisini hiçbir zaman istediği bir biçimde yürütememiş, cinsel açlığı, tatminsizliği, kıskançlığı ve sevgisizliği apaçık ortada olan Nermin ile yaşının bütün sevimliliğini taşıyan Tuğde’nin İstanbul’un seçkin köşelerinde yaptıkları bir yolculuğun hikâyesi. 520 sayfalık bu öfkeli iç dökümüne roman diyebilir miyiz bilemiyorum doğrusu. Romanın bir yerinde “Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanına başladıktan sonra iki sevgili, üç ev değiştirmiş, ama kitabın 70. sayfasını geçmek nasip olmamıştı” diyor Nermin. Acaba bir Orhan Pamuk kahramanı Yüksek Topuklarr’a kaç sayfa tahammül edebilirdi?..