Julio Cortazar, "Silvia", s. 130-140
Kim bilir nasıl bitebilirdi başı bile olmayan bir olay, ortalarda başlamıştı ansızın ve belli bir sınırla çevrelenmeden bitiverdi, başka sislerin başladığı bir noktada; her neyse, konuya girmek için şunları söylemek gerekiyor: Pek çok Arjantinli, yazı Luberon vadisinde geçirir, bu bölgenin en eski sakinleri olan bizler onların uzaklarda yankılanan seslerini sık sık duyarız, büyüklerle birlikte çocuklar da gelir, bu da Silvia demektir zaten, çiğnenmiş bahçeler, çatalla et yenilen öğle yemekleri, çocukların al yanakları, korkunç ağlamaları izleyen İtalyanvari bağrışmalar, aile tatili dedikleri budur işte. Beni fazla rahatsız etmiyorlar, kötü ünüm koruyor beni, kaba diye adım çıkmış bir kez. Yalnız Raúl ve Nora Mayer'in bana yaklaşmalarına izin veriyorum, bir de doğal olarak onların dostları olan Javier ve Magda, artı çocuklar ve Silvia; on beş gün önce Raúl'un evinde yediğimiz yemek sırasında ansızın bir şeyler oldu, Silvia'ydı bu, yokluğu şimdi bekâr evimi dolduruyor, yastıklarıma değip geçen altın Medusa başı şu yazdıklarımı yazmaya zorluyor beni; büyüyü bozabileceğimi düşünmek aptalca bir umut. Her neyse, sözünü ettiğim bu kişilere Jean Borel'i de eklemek gerekir, bir batı üniversitesinde bizim toprakların edebiyatını okutuyor, karısı Liliane ve iki yıllık yaşamını gürültü patırtı içinde sürdüren küçük Renaud. Raúl ve Nora'nın evlerinin bahçesinde küçük bir ızgara et parçası için bir araya gelmiş ne kadar da çok kişiydik, çocukların kavgaları ve yazın tartışmalarıyla başa çıkamayacakmış gibi duran büyük bir ıhlamur ağacının altında toplanmıştık. Ben tepelerin ardından batan güneşle birlikte çıkagelmiştim, elimde şarap şişeleri; Jean Borel benimle tanışmak istiyor, üstelik yalnız olunca havaya giremiyordu, Raúl ve Nora beni bu yüzden yemeğe çağırmışlardı. O aralar Javier ve Magda da aynı evi paylaşıyorlardı; bahçe Kızılderililerden ve Galyalılardan esinlenilerek oluşturulmuş bir savaş alanına dönmüştü, tüylerle donanmış savaşçılar soprano sesleriyle kıyasıya dövüşüyorlar, birbirlerine çamurdan toplar atıyorlardı, Alvaro'ya karşı Graciela ve Lolita; zavallı Renaud bu kargaşanın ortasında bezlerden şişmiş pantolonuyla sallanarak geziniyor, bir takımdan öteki takıma geçme eğilimi gösterdiği için de sevilmiyordu masum hain, onunla yalnızca Silvia ilgilenecekti. Üst üste birçok isimden söz ettiğimi biliyorum ancak kimin kim olduğunu ben de çok sonraları öğrendim. Kolumun altında şarap şişeleri arabadan indiğimi anımsıyorum, birkaç metre ötede, çalıların arasından Yenilmez Bizon'un alın bağlı yüzü belirdi, bu yeni soluk benizliye kuşkuyla baktı; kaleyi ve tutsakları ele geçirmek için verilecek savaş küçük yeşil bir çadır etrafında gerçekleşeceğe benziyordu, bu çadır Yenilmez Bizon'un karargâhı olmalıydı. Graciela belki de çok önemli bir saldırıyı gözardı ederek yapışkan silahlarını yere atıp boynuma sarıldı, üstüm başım çamur içinde kalmıştı, sonra da, kucağıma yerleşip bana Raúl'la Nora'nın diğer büyüklerle birlikte yukarıda olduklarını, hemen geleceklerini anlattı; bunlar bahçede gerçekleşen zorlu savaşın yanında önemsiz şeylerdi.
Graciela her zaman bana bir şeyler açıklamak zorunda hissetmiştir kendisini, aptal olduğum ilkesinden yola çıkarak. Örneğin o akşam Borel'lerin oğlunun hiç lafı edilmiyordu, farkında değil misin Renaud yalnızca iki yaşında, hâlâ kakasını donuna yapıyor, az önce yine altına doldurdu, ben de annesine haber verecektim çünkü ağlıyordu, fakat Silvia onu küçük havuzun oraya götürdü, poposunu yıkadı ve altını değiştirdi, Liliane'ın da hiçbir şeyden haberi olmadı, çünkü çok kızardı, biliyor musun, poposuna vurur Renaud'nun, o da yine ağlamaya başlayıp bizi rahatsız eder, oyun oynayamayız.
"Peki ya diğer ikisi, büyük olanlar?"
"Anlamıyor musun akılsız, onlar Javier ve Magda'nın çocukları, Alvaro, Yenilmez Bizon, yedi yaşında, benden iki ay büyük, aramızda en büyük o. Lolita altı yaşında ama oyunlara katılabiliyor, şu anda Yenilmez Bizon'a tutsak düştü. Ben bu ormanın kraliçesiyim, Lolita da benim arkadaşım, onu kurtarmam gerekiyor, fakat oyuna yarın devam edeceğiz çünkü şimdi bizi çağırıyorlar, yıkanmamız gerek. Az önce Alvaro ayağını çizdi, Silvia da yarasını sardı. Artık gitmeliyim, bırak beni."
Kimsenin onu tuttuğu yoktu fakat Graciela her zaman özgür olduğunu belirtmek ister. Raúl ve Nora'yla birlikte aşağı inen Borel'leri selamlamak için ayağa kalktım. Biri, sanırım Javier, ilk pastisleri veriyordu; hava kararırken söyleşi başlamıştı, savaş değişik bir nitelik kazanmış, savaşanların yaşı değişmişti; yeni tanışan kişilerin gülümseyerek birbirlerini ölçmesi; çocuklar yıkanıyorlardı, bahçede Kızılderili ve Galyalı kalmamıştı, Borel neden ülkeme dönmediğimi öğrenmek istiyordu, Raúl ve Javier aynı ülke vatandaşı olmanın verdiği rahatlıkla gülümsüyorlardı. Hanımlar masayla ilgileniyor, garip bir şekilde benzeşiyorlardı, Nora ve Magda'nın Buenos Aires şivesini paylaşmalarına karşın Liliane'ın İspanyolcası Pireneler'in ötesinden geliyor gibiydi. Onları pastis içmeye çağırdık, geldiklerinde Liliane'ın Nora ve Magda'dan daha esmer olduğunu saptadım, fakat yine de birbirlerine benzetiyordum onları, ortak bir ritmleri vardı sanki. Şimdi soyut şiirden, Invençao dergisi grubundan konuşuluyordu, Borel'le aramızda ortak bir konu bulunmuştu: Eric Dolphy, ikinci kadehlerle birlikte Javier'le Magda'nın gülümsemeleri aydınlanmıştı, diğer iki çift söyleşinin getirdiği rahatlıkla baş başayken birbirlerine karşı savunamadıkları düşünceleri tartışıyorlardı. Temizlenmiş fakat aynı zamanda canları da sıkılmış çocuklar geri gelmeye başladıklarında neredeyse tümüyle gece olmuştu, ilk olarak Javier'in çocukları göründü, aralarında bir bozuk para konusunu tartışıyorlardı, Alvaro inatçı, Lolita huysuzdu, daha sonra Graciela geldi, yüzü daha şimdiden kirlenmiş olan Renaud'yu elinden tutmuş getiriyordu. Küçük yeşil çadırın yanında toplandılar; bizler Jean-Pierre Faye ve Philippe Sollers'i tartışıyorduk; karanlık, o zamana dek ağaçların arasında fazla belirgin olmayan mangal ateşini görmemizi sağlamıştı, ateş ağaçların gövdelerinde altın dalgalar oluşturuyor, etrafını renklendiriyor, bahçenin sınırını ilerilere atıyordu; sanırım Silvia'yı ilk olarak o zaman gördüm, Borel'le Raúl'un arasında oturuyordum, yuvarlak masanın öteki tarafında sırayla Javier, Magda ve Liliane yer alıyorlardı, Nora sofraya çatal bıçak taşıyordu. Beni Silvia'yla tanıştırmamış olmaları garipti, fakat o kadar gençti ki belki de aramıza karışmak istemiyordu. Raúl ya da Nora'nın neden suskun kaldıklarını anlar gibi oldum, Silvia'nın zor bir yaş dönemi içinde olduğu açıktı, büyüklerin dünyasına girmek istemiyor, yeşil çadırın etrafında toplanmış çocuklar üstündeki egemenliğini sürdürmeyi yeğliyordu. Silvia'yı fazla görmemiştim, ateş çadırın yalnızca bir tarafını aydınlatıyordu, Silvia da orada, Renaud'nun yanındaydı, çömelmiş, bir mendil ya da bez parçasıyla çocuğun yüzünü temizliyordu; parlayan bacaklarını gördüm, tam o sırada Borel'in bana sözünü ettiği Francis Ponge'un biçemi gibi narin ama kesin biçimli olan bacaklarını; baldırları da vücudunun üst kısmı ve yüzü gibi gölgede kalıyordu, ama eski altın rengi uzun saçları ateşin kamçılarını yedikçe parlıyor, bu da Silvia'yı ateşten yapılmış, bronzdan dökülmüş gibi gösteriyordu; kısa eteği dizden yukarı bacaklarının neredeyse tümünün görünmesini sağlıyordu; Francis Ponge, Tel Quel dergisi grubunun yardımıyla bir üstat olarak kabul edilmeden önce genç Fransız şairleri tarafından utanç verici bir şekilde gözardı edilmişti; Silvia'nın kim olduğunu, neden bizim aramızda olmadığını sormak olanaksızdı, ayrıca ateş yanılgıya itebilir insanı, belki de bedeni yaşından büyük durmasına neden oluyordu, belki de yeri hâlâ Kızılderililerin yanıydı. Raúl, Jean Tardieu'nün şiiriyle ilgileniyordu, Javier'e, Tardieu'nün kim olduğunu ve neler yazdığını anlatmak zorunda kaldık; Nora bana üçüncü pastis kadehini getirdiğinde ona Silvia'nın kim olduğunu soramadım, tartışma çok kızışmıştı, Borel çok kıymetliymiş gibi ağzımdan çıkan hiçbir sözcüğü kaçırmıyordu. Çadırın yakınlarına ufak bir masa taşındığını gördüm, çocukların ayrı yemeleri için hazırlık yapılıyordu; Silvia artık orada değildi, fakat çadır yer yer gölgede kalıyordu, belki de daha ileride oturmuştu, ya da ağaçların arasında geziniyordu. Jacques Roubaud'nun deneyimlerinin önemiyle ilgili fikir yürütmek zorunda kaldığım için Silvia'ya duyduğum bu ilgiye şaşıracak zaman bulamamıştım, birdenbire yitip gitmesi neden beni bu kadar kaygılandırmıştı; Raúl'a Roubaud hakkında ne düşündüğümü söyledikten hemen sonra ateş yine kısa bir zaman için Silvia oldu. Lolita ve Alvaro'nun ellerinden tutmuş çadırın önünden geçerken gördüm onu, arkadan da son bir kez Kızılderili dansları yapıp sıçrayarak Graciela ile Renaud geliyorlardı; Renaud doğal olarak yüzüstü düştü, o bağırır bağırmaz Liliane ve Borel irkildiler. Küçük gruptan Graciela'nın sesi duyuldu: "Önemli değil, geçti bile." Renaud'nun anne ve babası Kızılderililerin taşkınlıklarına alışmış insanların rahatlığıyla konuşmaya geri döndüler, şimdi konuşmanın amacı Xenakis'in sonu rastlantıya bağlı deneyimlerine bir anlam bulmaktı; Javier bu deneyimleri çok ilginç buluyordu, Borel ise onun bu ilgisinin abartılmış olduğunu düşünüyordu. Magda'yla Nora'nın omuzları arasından görünen Silvia'nın siluetine takılmıştı gözüm, bir kez daha Renaud'nun yanına çömelmiş, onu bir oyuncakla avutmaya çalışıyordu; ateş bacaklarını ve profilini iyice ortaya çıkartıyordu, ince ve kaygılı bir burnu olduğu anlaşılıyordu, ilkel bir heykelin dudaklarına benziyordu dudakları (Borel bana Yunan adalarından gelen bir heykelcikle ilgili bir soru soruyordu galiba, bu heykelciği benim ortaya çıkardığımı ileri sürüyordu, Javier'in Xenakis'ten söz etmesi tartışmayı daha konuşmaya değer bir yöne çekmemiş miydi?). O anda tek bir şey bilmek istediğimi hissettim, o da Silvia'ydı, onu daha yakından tanımak istiyordum, ateşin etkisinden uzakta; o zaman, büyük bir olasılıkla, sıradan utangaç bir genç kız olduğu anlaşılacaktı, ya da gördüklerim gerçekti, o halde de bu fazlasıyla güzel ve canlı çizgilerin sahibi kıyıda köşede kalamazdı, Nora'ya söylemek isterdim, onunla eski bir arkadaşlığımız vardı, fakat Nora sofrayı hazırlıyor, kâğıt peçeteleri yerleştiriyordu, bu arada Raúl'a bir an önce Xenakis'in bir plağını alması gerektiğini söylemeyi de ihmal etmemişti. Bir kez daha gözden yiten Silvia'nın ülkesinden Graciela geldi; bilgiç küçük ceylana her zaman başarılı olan bir tuzak kurdum, gülümseyerek ellerimi uzattım ona, kucağıma yerleşmesine yardım ettim, tüylü bir böcekle ilgili olarak heyecanla anlattıklarını dinler gibi yapıp büyüklerin tartışmasından sıyrıldım, Borel'e kaba görünmek istemezdim, fırsat bulur bulmaz alçak sesle sordum ona, Renaud'nun canı acımış mıydı?
"Hayır akılsız, hiç acımadı. Her zaman düşer o, yalnızca iki yaşında, düşünsene. Silvia şişen yerini suya tuttu."
"Silvia kim Graciela?"
Şaşırmış gibi bana baktı Graciela.
"Bizim bir arkadaşımız."
"İyi ama buradaki büyüklerden birinin mi çocuğu?"
"Deli misin," dedi Graciela ciddi bir şekilde, "Silvia bizim arkadaşımız. Silvia bizim arkadaşımız değil mi anne?"
Nora son peçeteyi benim tabağımın yanına koyarak içini çekti.
"Neden öbür çocukların yanına dönüp Fernando'yu rahat bırakmıyorsun? Eğer sana Silvia'dan söz etmeye başlarsa elinden kurtulamazsın."
"Neden Nora?"
"Çünkü Silvia'yı uydurduklarından bu yana onunla kafamızı ütülüyorlar," dedi Javier.
"Onu uydurmadık," dedi Graciela, beni büyüklerden kopartmak için iki eliyle yüzümü tutarak. "Lolita'yla Alvaro'ya sor, görürsün."
"Peki kim bu Silvia?" diye sordum yine.
Nora bizi dinleyemeyecek kadar uzağa gitmiş, Borel yine Javier ve Raúl'la tartışmaya koyulmuştu. Graciela gözlerini dikmiş bana bakıyordu, yarı alaycı yarı bilmiş bir şekilde dudaklarını büzmüştü.
"Dedim ya aptal, bizim arkadaşımız o. Canı isterse bizimle oynar, ama Kızılderili olmayı sevmez. Çok büyüktür o, anlıyor musun, zaten onun için Renaud'ya bakıyor, Renaud yalnızca iki yaşında, üstelik altına kaka yapıyor."
"Senyor Borel'le mi geldi?" diye sordum alçak sesle, "yoksa Javier ve Magda'yla mı?"
"Hiç kimseyle," dedi Graciela, "Lolita'yla Alvaro'ya sor, görürsün. Renaud'ya hiç sorma, çok küçük o, anlamaz. Bırak beni, gitmem gerek."
Her zaman yanında bir radar varmış gibi her konuşulanı duyan Raúl tartışmadan çekilerek üzüntüyle bana baktı.
"Nora uyarmıştı seni, eğer onlara uyarsan Silvia'larıyla deliye döndürürler seni."
"Alvaro'nun suçu bu," dedi Magda, "hayalperestin biri benim oğlum, herkesi de kendine benzetti."
Raúl ve Magda bana bakmayı sürdürüyorlardı, öyle bir an oldu ki onları daha açık konuşmaya zorlamak için "anlamıyorum" diyebilirdim, ya da doğrudan doğruya: "Fakat Silvia burada, gördüm onu." Şimdi tüm bunları etraflıca düşünecek zamanım var ve öyle sanıyorum ki Borel'in farkına varmaksızın lafa girmesi aklıma gelenleri dile getirmemi engellemeyebilirdi. Borel bana Yeşil Ev'le ilgili bir şey sormuştu, ne söylediğimi bilmeden konuşmaya başladım, artık Raúl ve Magda'yla konuşmuyordum. Liliane'ın çocukların masasına yaklaşıp onları taburelerin ve eski kutuların üstüne oturttuğunu gördüm, ateş yüzlerini aydınlatıyordu, tıpkı Hector Malot'nun ya da Dickens'ın romanlarında görülen resimlerdeki çocuklar gibi, ıhlamur ağacının dalları kimi zaman yüzlerinde, kimi zaman kollarında şekilleniyor, gülüşüp bağrışmaları duyuluyordu. Borel'e Fushia'dan söz ediyordum, çok iyi anımsadığım Fushia'ya sığınarak kendimi yine akıntıya bırakmıştım. Nora bir tabak etle geri dönünce kulağına fısıldadım: "Çocukların söylediklerinden fazla bir şey anlamadım."
"Tamam işte, sen de düştün tuzaklarına," dedi Nora, diğerlerine bana acıdığını belirten bir bakış fırlatarak. "İyi ki birazdan gidip yatacaklar, yoksa sen tam onların aradığı kurbansın Fernando."
"Aldırma onlara," diye söze karıştı Raúl, "alışık olmadığın belli oluyor, ufaklıkları fazla ciddiye alıyorsun. Onları yağmurun sesini dinler gibi dinlemelisin moruk, yoksa adamı delirtirler."
Belki de Silvia'nın dünyasına girebilme olanağını o an yitirmiştim, neden kolayına kaçarak bunun bir şaka olduğuna karar verdiğimi asla anlayamayacağım; arkadaşlar benimle dalga geçiyorlardı (Borel hariç, Borel kendi konusunda konuşmayı sürdürüyordu, Macondo'dan söz ediyordu şimdi de); Silvia'nın bir kez daha gölgeden sıyrıldığını gördüm, Graciela'yla Alvaro'nun arasından sofraya doğru eğiliyordu, eti kesmelerine yardım ediyordu belki, belki de kendisi bir şeyler yiyecekti; Liliane'ın gelip aramıza oturması görüşümü engellemişti, biri şarap verdi bana; tekrar baktığımda Silvia'nın yüzü ateşin etkisiyle alev alev yanıyordu, saçları bir omzundan aşağı dökülmüş, dalgalar halinde gölgede kalan beline doğru akıyordu. O kadar güzeldi ki, yaptıkları şaka onurumu kırdı, zevksizlikti bu; kafamı tabağa gömüp yemeye koyuldum, beni birtakım üniversite toplantılarına davet eden Borel'i yarım kulak dinliyordum, ona gelemeyeceğimi söylediysem bu Silvia'nın yüzünden oldu; Borel de, bilmeden bile olsa, arkadaşlarımın benimle alay etmelerine katılmamış mıydı? O gece Silvia'yı bir daha görmedim, Nora çocukların masasına peynir ve meyve götürdüğünde Lolita'yla birlikte ikide bir uyuyakalan Renaud'ya yemeğini yedirdiler. Onetti'den ve Felisberto'dan söz etmeye başlamıştık, onların onuruna o kadar çok şarap içtik ki neredeyse ıhlamur ağacının çevresinde yeni savaş havaları esmeye başlayacaktı; iyi geceler demeleri için çocukları getirdiler, Renaud Liliane'ın kucağındaydı.
"Benim elmamdan kurt çıktı," dedi bana Graciela büyük bir hoşnutlukla. "İyi geceler Fernando, çok kötüsün."
"Neden sevgilim?"
"Çünkü bir kez bile bizim masaya gelmedin."
"Doğru, bağışla beni. Fakat sizin masada zaten Silvia vardı değil mi?"
"Tabii ama yine de gelebilirdin."
"Yine mi?" dedi Raúl, bana bakan bakışlarında acıma vardı. "Bunu pahalıya ödeyeceksin; bekle de seni gündüz gözüyle yakalasınlar bu Silvia öyküsüyle, çok pişman olacaksın sevgili dostum."
Graciela yoğurt ve elma kokan bir öpücükle yanağımı ıslattı. Çok daha sonra, artık uykunun düşüncelere baskın çıktığı bir söyleşinin sonunda, onları evime yemeğe çağırdım. Bir sonraki cumartesi saat yediye doğru iki araba geldiler. Alvaro'yla Lolita kumaştan bir uçurtma getirmişlerdi, onu havalandırmak bahanesiyle bir çırpıda kasımpatlarımı çiğneyip geçtiler. İçki faslını hanımlara bırakmıştım, anladığım kadarıyla Raúl da etlerin hazırlanışını kimseye kaptırmayacaktı zaten; Magda'ya ve Borel'lere evi gezdirdikten sonra onları salona, Julio Silva'nın tablosunun karşısına oturttum, ben de onlarla birlikte bir kadeh içerek söyledikleriyle ilgileniyormuş gibi yaptım; pencereden rüzgârda uçan uçurtma görülüyor, Alvaro'yla Lolita'nın bağrışmaları duyuluyordu. Graciela kapıda bir menekşe buketiyle belirince, belli ki bahçemin en güzel çiçekleriyle yapmıştı onu, dışarı çıktım; akşam oluyordu, uçurtmayı daha yukarılara çıkartmaları için çocuklara yardım ettim. Karanlık, vadinin aşağısındaki tepelere egemen olmuş, vişne ağaçlarıyla kavak ağaçlarının arasından geçerek ilerliyordu, fakat Silvia yoktu, Alvaro uçurtmayı havalandırmak için Silvia'ya gerek duymamıştı.
"Güzel uçuyor," dedim ona, uçurtmayı alçaltıp yükselterek.
"Evet, fakat dikkatli ol," diye uyardı beni Alvaro, "bazen baş aşağı düşüveriyor, kavaklar da epey yüksek."
"Ben uçurtmayı hiç düşürmem," dedi Lolita. Belki de kıskanmıştı beni. "Sen bu işi bilmiyorsun, ipini fazla çekiyorsun."
"Senden iyi bilir," dedi Alvaro, bir erkek olarak benim yanımda yer alarak. "Neden gidip Graciela'yla oynamıyorsun; bizi rahatsız ettiğini görmüyor musun?"
Yalnız kaldık, uçurtmanın ipini salıveriyorduk, Alvaro'nun beni benimseyeceği anı bekliyordum, yeşil ve kırmızı renkleriyle giderek yarı karanlıkta gözden yiten kanatları benim de kendisi gibi uçurabildiğimi görsün istiyordum.
"Neden Silvia'yı getirmediniz?" diye sordum, iple uğraşırken.
Alvaro yarı şaşkın, yarı şakacı, yan gözle bana baktı ve ipi elimden geri çekti, bir anda gözünden düşmüştüm.
"Canı isterse gelir Silvia," dedi ipi eline alarak.
"Öyleyse bugün canı istemedi."
"Sen nereden biliyorsun? Diyorum ya sana, canı isterse gelir."
"Öyle mi? Peki neden annen senin Silvia'yı uydurduğunu söylüyor?"
"Bak nasıl uçuyor," dedi Alvaro. "Olağanüstü bir uçurtma bu canım, uçurtmaların en iyisi."
"Neden soruma yanıt vermiyorsun Alvaro?"
"Annem onu uydurduğumu sanıyor," dedi Alvaro. "Sen neden öyle sanmıyorsun peki?"
Birdenbire Graciela'yla Lolita'nın yanı başıma gelmiş olduklarını gördüm. Konuşmamızın son bölümünü duymuşlar, gözlerini dikmiş bana bakıyorlardı; Graciela parmaklarının arasındaki bir menekşeyi yavaşça evirip çeviriyordu.
"Çünkü ben onlar gibi değilim," dedim. "Biliyor musunuz, gördüm onu."
Lolita'yla Alvaro uzun uzun birbirlerine baktılar, Graciela yanıma yaklaşarak elindeki menekşeyi bana verdi. Uçurtmanın ipi ansızın gerildi. Alvaro ipi biraz koyverdi, karanlığın içinde kaybolduğunu gördük uçurtmanın.
"Onlar inanmıyorlar, çünkü aptallar," dedi Graciela. "Bana tuvaletin yolunu gösterir misin, çişimi yapacağım."
Onu merdivenlere dek götürüp tuvaleti gösterdim, dönüşte yolu kendi başına bulup bulamayacağını sordum. Graciela tuvaletin kapısında durup teşekkür edermişçesine bana bakarak güldü.
"Hayır, gidebilirsin, Silvia bana yolu gösterir."
"Aaa öyle mi?" dedim, içimdeki garip duyguları yenmeye çalışırken, bu bir saçmalık mıydı, yoksa karabasan mı, yoksa aklımı mı yitiriyordum? "Öyleyse geldi, sonuç olarak."
"Tabii ki geldi, aptal," dedi Graciela, "orda, görmüyor musun?"
Yatak odamın kapısı açıktı, kırmızı yatak örtüsünün üstünde Silvia'nın çıplak bacakları şekilleniyordu. Graciela banyoya girmişti, sürgüyü çektiğini duydum. Yatak odasına yaklaşarak yatağımda uyuyan Silvia'ya baktım, saçları altın bir Medusa gibi yastığın üstüne saçılmıştı. Arkamdan yavaşça ittim kapıyı, yatağa nasıl yaklaştım anımsamıyorum, belleğimde boşluklar var, başımdan aşağı kör edici, kamçılayıcı bir şeyler boşaldı, kulaklarım uğuldadı, zaman durdu, katlanılmaz güzellikte bir an. Silvia çıplak mıydı bilmiyorum, uykudan ve bronzdan yoğrulmuş bir kavak ağacıydı benim gözümde, öyle sanıyorum ki onu çıplak gördüm, yoksa görmedim mi, giysilerine karşın çıplak olduğunu mu düşledim, bacaklarının çizgisinden kırmızı örtünün üstünde yan yatmış olduğu anlaşılıyordu, hafifçe öne doğru atmış olduğu bacağının yumuşak kıvrımlarını izledi gözlerim, belinin yatağa gömülmüş çukurunu, altın rengi küçük, dik göğüslerini. "Silvia" diye düşündüm, kafamdaki tüm diğer düşünceler silinmişti, "Silvia, Silvia, fakat öyleyse..." Graciela'nın sesi aradaki iki kapıya karşın kulağımın dibinde çınladı: "Silvia, gel beni al." Silvia gözlerini açtı, doğrularak yatağın kenarına oturdu, onu ilk gördüğüm geceki kısa etek vardı üstünde, yakası açık bir bluz ve siyah sandaletler. Bana bakmadan geçti yanımdan ve kapıyı açtı. Odadan çıktığımda Graciela koşarak merdivenleri inerken kucağında Renaud'yla yukarı çıkan Liliane'la karşılaştı, Renaud her zamanki gibi düşmüştü, annesi onu banyoya, yarasını temizlemeye götürüyordu. Renaud'yu yatıştırıp yarasını temizlerken Liliane'a yardım ettim, Borel oğlunun bağırmalarından kaygılanmış yukarı çıkıyordu, gülerek yokluğumdan dolayı sitem etti bana. Bir kadeh daha içmek için salona indik, herkes Graham Sutherland'ın resimlerinden söz ediyordu; sözcükler, kuramlar ve heyecanlar sigara dumanı gibi havada yitip gidiyordu. Magda ve Nora çocukların ayrı yemek yemeleri için çaba harcıyorlardı; Borel bana adresini verdi, Poitiers'de çıkan bir dergiye göndermeye söz verdiğim yazıyı kendisine yollamam için ısrar ediyordu, ertesi gün yola çıkacaklarını söyledi, bölgeyi gezdirmek için Javier'le Nora'yı da yanlarına alacaklardı. "Silvia da onlarla gidecektir," diye düşündüm umutsuzca, çocukların masasına yaklaşmak için meyve sepetini arıyormuş gibi yaptım, biraz onlarla kalmalıydım. Onlara soru sormak kolay değildi, kurt gibi saldırıyorlardı yemeklere, elimdeki meyveleri Kızılderililere yaraşır bir şekilde kapıştılar. Neden bilmiyorum soruyu Lolita'ya yönelttim, peçeteyle ağzını silerken.
"Ne bileyim ben," dedi Lolita. "Alvaro'ya sor."
"Ben ne bileyim," dedi Alvaro, bir armutla bir incir arasında seçim yapmaya çalışırken. "Canı ne isterse onu yapar, belki de buralarda kalır."
"Peki ama hanginizle geldi?"
"Hiçbirimizle," dedi Graciela, masanın altından beni tekmeleyerek. "O burda bizimleydi, şimdi kim bilir ne yapacak, Alvaro'yla Lolita Arjantin'e geri dönüyorlar, Renaud'yla da kalmayacağını tahmin edersin çünkü o daha çok küçük, bugün ölü bir arı attı ağzına, ne iğrenç değil mi?"
"O da bizim gibi, canı ne isterse onu yapar," dedi Lolita.
Masama döndüm, sigara dumanıyla konyak yudumları arasında gecenin bitmesini izledim. Javier ve Magda, Buenos Aires'e dönüyorlardı (Alvaro ve Lolita Buenos Aires'e dönüyorlardı); Borel'ler gelecek yıl İtalya'ya gideceklerdi (Renaud gelecek yıl İtalya'ya gidecekti).
"Bizler, en yaşlılar, burada kalıyoruz," dedi Raúl. (Öyleyse Graciela burada kalıyordu, fakat Silvia dördünün birlikte olmasıydı, Silvia dördü birlikte olduklarında vardı ve ben biliyordum ki bir daha hiç dördü bir arada olmayacaklardı.)
Raúl ve Nora hâlâ burada, bizim Luberon vadisindeler, geçen gece onları ziyaret ettim, yine ıhlamur ağacının altında söyleştik; Graciela bana yeni işlediği küçük bir örtüyü armağan etti, Javier ve Magda'nın, Borel'lerin bana selam söylediklerini ilettiler. Bahçede yemek yedik. Graciela erken yatmaya yanaşmayarak benimle birlikte bilmece çözdü. Bir ara baş başa kaldık, Graciela yanıtı ay olan bilmeceyi çözemiyor, çözemediği için de sinirleniyordu.
"Silvia ne oldu?" diye sordum ona, saçlarını okşayarak.
"Bak ne aptalsın," dedi Graciela. "Bu gece yalnız benim için geleceğini mi sanıyordun?"
"İyi ki gelmiyor," dedi Nora karanlıktan çıkarak. "İyi ki yalnızca senin için gelmiyor çünkü canımızı sıkmaya başlamıştınız bu öyküyle."
"Buldum," dedi Graciela, "ay! Hadi canım sen de, çok saçma bir bilmeceymiş."