"Dört Kişilk Bahçe İçin Önsöz", s. 13-20
Bu kitap, temel olarak, üniversite "master" bitirme tezim olan, "Aynı Malzemenin Üç Ayrı Türde Yazılması ve Yazarlık Sorunları Açısından İncelenmesi" başlıklı çalışmamı temel alıyor.
Dört Kişilik Bahçe, ilk olarak birkaç diyalog parçası biçiminde düştü beyaz kâğıda. Diyalog üzerine kurulu dokusundan yola çıkarak, böyle bir malzemenin ancak bir radyo oyunu olabileceğini düşünmüştüm; iyi bir radyo oyunu... Zaten o sıralar radyo için bir oyun yazmak istiyordum. İki beyaz kâğıtta alt alta sıralanmış birkaç diyalog parçasından oluşan bu küçücük tasarının üzerine "emaneten" Yaşlı Konak diye bir ad kondurdum.
Gözümün önüne ilk gelen konak, Istanbul'da, Kartal Maltepe'de uzun bir yokuşun –Feyzullah Caddesi– kıyısında duran çok eski ve artık kullanılmadığını sandığım bir konak oldu. Önünden gelip geçtikçe ıssızlığıyla ürkütürdü beni. Sakladığı hayatları, gizlediği hikâyeleri, geçirdiği devirleri düşünürdüm ister istemez. Sonbaharla birlikte başka türlü güzelleşen bu konağın yaban otları sarmıştı her yanını; arada birkaç gelincik gülümsemesi görülse de, bakımsız, terk edilmiş ve herhangi bir kırdan alınmış uzak bir manzara parçası gibi duruyordu. Bahçenin kapısı ile konak arasında, ona, bir derinlik ve gizem kazandıran uzun bir yol vardı. Bahçe kapısının boyaları dökülmüş, demirleri pas tutmuştu. Her yanı rüzgârlı bu konağın panjurları her zaman bir sır gibi kapalıydı.
Kullanılmadığını sandığım bu konağın içinde, aslında hâlâ insanların yaşadığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Bu konak, insanda derin bir hüznün yanı sıra, korku, heyecan ve gerilim uyandırıyordu. Nitekim radyo oyunu olarak ilk çiziktirmelerimde, bu yüzden olsa gerek, işin içine bir cinayet katmayı düşünmüştüm. Ama anlatmak istediklerim kafamda berraklaştıkça, ne herhangi bir cinayet motifinin, ne de bu konağın yapmak istediğime uygun düşmediğini anladım. Bu sefer Emirgân'a taşındım. Zaten yazdıkça usul usul ister istemez kalemim oraya doğru sürçmeye başlamıştı. Emirgân'a taşındıktan sonra, Reşitpaşa'da daha önce kalmış olduğum küçük bir konağı mekân seçtim. (Tabii bu konağa, limonluk gibi bazı eklemeler yapmakta da herhangi bir mimari sakınca görmedim. Ayrıca bu yazlık konakların birçoğunda eskiden limonluk bulunduğunu, ama sonraları çoğunun ortadan kaldırılmış olduğunu öğrendim.) Emirgân, benim hikâyesini anlatmak istediğim aileye, kurmak istediğim hüzünlü atmosfere, gönderme yaptığım döneme çok daha uygun düşüyordu. Fakat gene de bahçe, o Maltepe 'deki bahçe olarak kaldı; insana ürperti veren duruşuyla; bakımsızlığıyla, ayrıkotlarıyla, rüzgârlarıyla; o uzun yoluyla... O bahçeden bir türlü vazgeçemedim. Gözlerimden silinmeyen görüntüsü yazdıklarıma da sızdı.
Radyo oyunu olarak yazarken işin içine bir cinayet koymadıysam da, bu gerilim duygusu bende hep diri kalmış olsa gerek ki, aynı malzemeyi öykü olarak yazarken ortaya çıkan İshak'ın varlığı, polisten kaçarken konağa yaptığı gizli ziyaret, limonlukta saklandığı gece, polisiye tadında bir gerilim unsuru olarak yeniden hikâyeye sızdı.
Kişilerimi yaratırken ilk ortaya çıkan tip Fatma Aliye oldu. (Çocukluğumda Mardin'in "kazalarından" birinde yaşayan, ne zaman oraya gitsek evlerine indiğimiz bir akrabamızın, bir aile dostumuzun karısının adıydı. Bu adı seçerken belki de bilmediğim bir gönülborcunu ödemiş oldum. Çünkü o Fatma Aliye, nedense aklımda hep biraz mutsuz, hüzünlü bir kadın olarak kaldı... Aslında başka türlü bir cevher barındıran bir kadınken, yerini bulamamış, o küçük kazada kaybolmuş, kocasına duyduğu derin aşktan başka varlığını anlamlandıracak bir şey yapamayacak kadar taşranın kollarıyla kıskıvrak bağlanmıştı. Ya da ben öyle sanıyordum. O zamanlar, bu sözcüklerle olmasa da, ona baktığımda böyle hissediyordum. Yıllar sonra, o kazaya yaptığım bir günlük kısa bir ziyaret sırasında, bütün dükkânların kapalı olduğu o pazar günü, bir Süryani kuyumcunun vitrininde görüp de çok beğendiğim bir bileziği bana alabilmek için, kuyumcunun evini buldurup dükkân açtıran yakışıklı oğlunun bu inceliğiyle karşılaştığımda, o cevherin nereye aktığını anlamış bulunuyordum.)
Oysa fiziksel olarak betimlediğim Fatma Aliye bambaşka biriydi. Ankara'da dil öğrenimi için devam ettiğim bir Kültür Derneği'nde sınıf arkadaşım olan bir kadını çizmeye çalışmıştım Fatma Aliye tipinde. Aramızdaki yaş farkına rağmen, çok hoş bir arkadaşlık vardı aramızda. Orta yaşa gelmiş ve hiç evlenmemişti. Etkileyici yüz hatları, kendini ilk bakışta ele vermeyen gizli bir güzelliği vardı. Bana Anna Magnani gibi, yüzüyle roman yazan keskin hatlı, gölgeli bakışlı İtalyan kadınlarını anımsatıyordu. Saçlarını sürekli topuz yapardı; kendisine çok yakışan, onu çok özellikli kılan, sıkı taranmış, iyi toplanmış bir topuzdu bu. Nitekim ilk yazımından, son müsveddelerine değin, Fatma Aliye'nin titizlikle koruduğum bir özelliği bu topuzu olmuştur. Bu arkadaşımın da, bir gün olsun topuzunu çözdüğünü görmemiştim. Fatma Aliye de, o "erken sabah uyanmalarında" iki üç firketeyle tutturulmuş da olsa, hemen acemi bir topuz oturtur başına. O arkadaşımın annesinin adı, gerçekten de Afife Reşat'dı. Bende, eski güçlerini artık korumuyor olsalar da, aristokrat bir geçmişleri olduğu kanısı uyandırmışlardı. Afife Reşat Hanım, benim yazdığımın aksine, güleç yüzlü, ölçülü, konuksever bir kadındı. Dışarı vurmamaya çalıştığı, ama sezilen saklı bir hüznü vardı gene de. Belli ki, eski Ankara'yı, Cumhuriyet'in taptaze bir hava estiren o rüzgârlı yıllarını özlüyordu.
Yukarıda tırnak içine aldığım "erken sabah uyanmaları"nın, bana hep iyi bir başlangıç duygusu verdiğini, sonradan yazdığım diğer bazı şeylere de böyle başlamış olduğumu fark ettim. 1980'de yazdığım Dört Kişilik Bahçe'den 1995'de yazmaya başladığım Şairin Romanı'na varasıya bu duyguyu korumuşum. Söz konusu bu kitabın Şairin Dönüşü adlı ilk bölümü de yıllar sonra vatanına dönen Bilge Şair Bendag'ın, kıtaya ayak basacağı ilk günün sabahında, kadırganın güvertesinde herkesten önce uyanmasıyla başlıyor.
Başkasının Hayatı'nda Handan ile Sevda'nın sabahın erken saatinde bahçede karşılaştıkları bir sahne, Dört Kişilik Bahçe'nin bir tekrarı gibidir. Her ikisi de sabahları severler; Handan, "sabahların insana başlangıç duygusu verdiğinden" söz eder. Benzerlik bununla da kalmaz; dalgın bakışlarla dallara gizlenmiş çocukluklarını arayan kahramanların gözünden ağacın gövdesini aşağıdan yukarıya tararken aynı zamanda zaman içinde gidip gelen alıcı hareketi, Dört Kişilik Bahçe'nin Talia'sıyla, Başkasının Hayatı'ndaki Sevda arasındaki benzerliklere işaret eden bir koşutluk kurar.
Talia, daha ilk müsveddede belirlenmiş olan ikinci kişiydi. Adını ortaokuldaki Türkçe öğretmenimden aldım. Yanlış anımsamıyorsam, ailesine başkaldırmış, olaylı bir evlilik yapmıştı. Mardin gibi küçük bir yerde pek hoş karşılanmamıştı bu. Taşra töresinin görünür ve görünmez cezalarına uğramıştı. Belki bu yüzden, hayli kırık bir kadındı. Etkili bir yüzü; iri, siyah gözleri; incinmiş bir hali vardı. Zekiydi, duyarlıydı. Onun asi yanına, ta o zamanlar büyük bir yakınlık duyardım. Her zaman başkaldıranlara ilgi duydum. Talia Hoca, bir gün yazar olacağımı göstermek istediğim, bunun için de paralandığım insanlardan biridir. Eğer günün birinde bitirebilirsem, çocukluğumu anlattığım "Harita Metod Defteri" adını verdiğim romanımda yeniden karşınıza çıkacak bu ad; üstelik bu kez yalnızca bir ad olarak da kalmayacak.
Bu ikinci kız kardeş tipi ortaya çıktığı anda, ona evi terk ettirip yıllar sonra döndürmüştüm bile. Başlangıç için kendiliğinden bir yükseklik sağlayan bu dramatik nokta, daha işin başında, elimin altında ateşleyici olarak hazır beklemeye başlamıştı. (Bu "yedi yıllık" süre, "yıllar sonra" gibi bir kavramı kucaklamakta ne kadar etkilidir; emin değilim. O zaman da pek emin değildim ama, yine de bu kadarlık bir süre yeterli görünmüş olsa gerek bana. Genç yazarlar için, ‘zaman' gibi konularda bu soy ölçüp biçmeler biraz sorun oluyor doğrusu. Bu oyunu diyelim, kırk yaşında yazıyor olsaydım, "yıllar sonra" gibi bir kavramı anlamlandıracak bu süreyi, belki de on beş yıl yapardım, kim bilir...) Bu ikinci kıza, mutsuz bir evlilik yaptırıp evine geri döndürdükten hemen sonra, aklıma Talia adı geldi. Kim bilir, belki bu da bir gönül borcuydu. Kişilerimi, hep kendi geçmişimden, çocukluğumdan alınmış adlarla "vaftiz etmek" gibi bir eğilimim olduğunu da bu ve benzeri "pratiklerle" böyle böyle anlayacaktım. Yazdığınız kişilere uygun isimler aramak, bir bakıma çocuğunuza ya da çocukluğunuza ad koymaya benziyor. Yazıyla yapacağınız büyüde kullanmak için, kendi hayatınızın geçmiş kalıntıları arasında tılsımlı nesneler arar gibi adların ve anların içinde gezinip duruyorsunuz.
Ortaya en son çıkan tip Server Nüvit Paşa'ydı. Oyunda yaşlı birinin olacağı daha ilk çiziktirmelerde bile kesindi. Ne var ki, ilkin bu tipi yaşlı bir kadın olarak düşünmüştüm. Adını da bu kez belki, babaannemin nüfus kâğıdından ödünç alacaktım: Pevruze Sultan. Drama tarihimizde bunak ve yaşlı kadın tipi yeni değildi. İlk ağızda akla gelen Gecikenler, Ocak, Oyunlarla Yaşayanlar gibi birçok oyunda, bu soy köklü bir geçmişten gelip de, şimdi iyice bunamış kadınlar konu edilmiş, bunlar zaman zaman bir dram, zaman zaman bir komedi unsuru olarak kullanılmışlardı. Bu tipte ne denli yenilik yaparsam yapayım, belirgin bir koşullanmışlığı ve tekrarlanmışlığı vardı bu tipin; etrafında belirli bir çağrışım örgüsü kurulmuştu. Kurmayı düşündüğüm atmosfer de, bunun dışına çıkmama çok fazla izin vermeyecek; benzer bir tarihsel doku ister istemez benzer çağrışımlara yol açacaktı... Böyle bir tipi yeniden yazmanın, önümüze çıkması kaçınılmaz böyle bir tuzağı vardı. Bunun üzerine ilkin bu tipin cinsiyetini değiştirdim. Böylelikle, dört kahramanın da kadın olduğu çerçeveyi kırmış olacaktım. Besbelli, bu da yeni bir şey değildi ama, görece olarak hem daha az işlenmişti böyle bir tip; hem de ben, bu tipi özgün bir biçimde değerlendirebilir; onu, yalnızca, "soylu ve yaşlı bunak" kategorisi içinde yer alan bir tip olmaktan; varlığını, yalnızca böyle bir çağrışımın yedeğine bağlı kılmaktan kurtarabilirsem, başlı başına bir kişilik olarak kanlı-canlı bir figüre dönüştürmüş olacaktım. Neredeyse erkeksiz bir dünyada, bir zamanlar büyük bir erkin sahibi olan, şimdiyse, bunamış, düşkün bir paşa figürü, bütünüyle kadın dünyası üzerine kurulu hikâyenin kendi geometrisinde de ilginç bir odak kaymasına yol açıyordu. Kendinin ve diğerlerinin kopuk cümlelerinden iz sürülerek, genel akış içinde saklı kalan iç hikâyesine bakılacak olursa, hem zalim, hem kırılgan bir geçmiş vardı arkasında Server Paşa'nın.
Gerçekten de, Emirgân'da kaldığım konakta böyle çok yaşlı, bunamış bir asker emeklisi vardı. Bahriyeliydi. Ve zaman zaman kendini gemide sanıyordu. Düdük çalıyor, bir yığın gemicilik terimiyle sağa sola emirler yağdırıyordu. Bazı kereler kızı, onu kilitlemek zorunda kalıyordu. O da kapıyı vurarak, ama nezaketini hiç bozmadan, kızından kendini dışarı çıkarmasını rica ediyordu. Zaten hep ölçülü, kibar, çelebi inceliği olan bir insandı. Bir kez bile konukların karşısına pijamasıyla çıkmazdı. Kendini sanrılarına, hayallerine en çok kaptırdığı anlarda bile nezaketini ve terbiyesini yitirmezdi. Öldüğünü duyduğum gün çok üzülmüş, onu, bir gün bir yerde yazmaya karar vermiştim. Bu, kendiliğinden işleyen yazarlık içgüdüsüyle bir malzemeyi değerlendirme niyetinden çok, anısına bir çeşit gizli saygı duruşu olsun, diyeydi. Kulağıma hep o kapı arkasından yakaran sesi geliyordu. Hakkında çok fazla bir şey bilmiyordum ama, zaten ne önemi var, benim için sonsuz bir imge gibiydi. Bazı imgelerin çağrışım parlaklıkları, asıl hikâyelerinden çok daha ilginçtir. Server Nüvit Paşa'yı yazarken ister istemez onu düşündüm. Kalemim hep ondan yana kaydı. Gerçekten de onun bir Nerime Sultan'ı var mıydı, olmuş muydu, bilmiyorum ama, eminim ki, hikâyemi okuyabilseydi, oyunumu dinleyebilseydi, ya da filmimi seyredebilseydi anlayacaktı Server Nüvit Paşa'yı, kendine yakın bulacaktı. Buna inanıyordum. Daha doğrusu yazdığım beni buna inandırıyordu. Bu da yaşadıklarınız karşısında size gönül huzuru veren bir şeydir. Yazmak, yalnızca bu duygu için bile değerlidir.
Nerime Sultan'ın adını ise masum bir hırsızlık sonucu, bankada çalışan bir memure kızın boynuna taktığı altın kolyeden aldım. Bu adı ilk kez orada görmüştüm. O, bu küçük hırsızlığı belki hiçbir zaman öğrenemeyecek ve bankaya her gidişimde bana güler yüzle hizmet etmeyi sürdürecek. Bir gün, bir arkadaşı, geçenlerde okuduğum bir hikâyedeki kahramanlardan birinin adı Nerime'ydi dediğinde az rastlanan bu ismin sahibi şaşırıp, sevinecek. Yazmak, bir de böyle işlere yarar.
Hikâyenin dört ana kişisi böyle çıktı ortaya. Bu arada benim bile ayrıştıramadığım olaylar, durumlar, etkilenmeler kişilerimi yoğurdu, biçimledi, değiştirdi. Çok başka kişilerle, onların çeşitli özellikleri, hikâyeleri de akmaya başladı bu tiplere. Zamanla başka, bambaşka varlıklar haline dönüşerek, çıkış kaynağında esin veren birer görsel işaret olarak kaldılar yalnızca. Başlangıç için bir çarpı işareti...uzak anıları çağrıştıran bir ad...beni yola çıkaran istasyonlarda gitgide gözden kaybolarak artık seçilmez olan uzak birer hayalet...
Kişileştirme dediğimiz yalnızca, adların nasıl bulunduğu, yaratılan karakterlere kimlerin gölgesinin düştüğüyle ilgili bir şey değil kuşkusuz. Karmaşık ve çok yönlü bir süreç bu; gözlemlerimizden, deneyimlerimizden, okuduklarımızdan beslendiği kadar hayal gücümüzün zengin katkılarını da içeriyor. Bir yazar, her kişisinde aynı zamanda kendinin bir yanını da anlatır. Bu "bir yanı" denilen şey, yalnızca kişilik özelliği ya da huy benzerliği demek değildir; kendi gündeliğimizden birkaç ayrıntı, hayatı kullanmadaki bazı alışkanlıklarımız, birkaç anı kırıntısı birdenbire kahramanlarımızı bize benzetir. Bu yüzden de her yapıntı kişinin, biz istesek de hayatta tam bir nesnel karşılığı olmaz; başkalaşmış, farklılaşmış, yeni boyutlarla, yeni huylarla, yeni özelliklerle bambaşka biri haline gelmiştir. Bu anlamda insan, kendini bile "kendi" olarak yazamaz. Her tip, çeşitli imbiklerden, süzgeçlerden geçerek, başka malzemelerle çalkalanarak çıkar ortaya; okurun karşısına. Yazar için, önemli olan ayrıntılar, izlenimler, kişisel tanıklıklara ilişkin birkaç gözlem; birinin adı, ötekinin görüntüsü, berikinin hayatından parçalar; öykü, roman, oyun, film kahramanlarının akıllardan çıkmayan bir-iki özelliği; bu arada başlangıçta hesaba katılmamış birçok şey; kalemimizin, kimi zaman bize rağmen bizi sürüklediği yerler; kişilerimiz için hayal gücümüzün çizdiği kader çizgisinde her şeyi yeniden ve yeniden değiştirerek buluşturur...
Her çıkış noktası kendi hayatımıza konulmuş bir işarettir yalnızca. Masum, kaygısız bir çarpı işareti... Bize ve başkalarına yaşadığımızı anlatmak için. Adlardan, görünüşlerden, anılarımızın hayatımıza vuran koyu gölgelerinden yola çıkan bu kişisel anlatı biraz da bundan.
Dört Kişilik Bahçe, bir diyalog bütünüydü kafamda. Bundan bir radyo oyunu da çıkabilirdi, bir senaryo da. Yazarlığımda diyalog, benim için çok önemli bir şey. Belki de gerçek hayatta bunca sıkıntısını çektiğim iletişimsizlikle böyle bir ödeşme yolu seçiyorumdur, kim bilir... Eğer tamamlayabilseydim, doktora tezimi "Diyalog" ve oradan kalkarak "iki kişilik oyunlar" üzerine yapacaktım. Diyalog konusunda beni etkileyen kaynaklardan biri, tiyatrosu ve sinemasıyla Amerikan dramasıdır. Amerikan dramasındaki diyalog sağlamlığı ve bütünlüğü beni hep heyecanlandırmış ve özendirmiştir. Amerikan draması derken, salt Amerikalı yazarlardan değil, bir drama geleneğinden söz ediyorum. Amerikan dramasının birçok klasiği ile başlı başına bir gelenek olan Çehov, Dört Kişilik Bahçe'nin yazılma serüveninde sanırım etkin oldular. Yoğun ilişkilerin, çok katmanlı duyarlıkların, iç hesaplaşmaların, gergin durumların, dramatik karşılaşmaların ya da pusudaki trajik'in incelikle işlenmiş örnekleri karşısında duyduğum heyecan ve hayranlık, beni de benzer şeyler yapmaya yöneltmiş olsa gerek.
Bir çeşit diyalog metni istiyordum. Sonra da bunu bir hamur gibi açarak, yoğurarak; çeşitli katkılarla zenginleştirerek değişik yazın türlerinde değerlendirmek istiyordum. Sağlam, iyi kurulmuş bir diyalog çatısı, olayların gelişimini belirleyecek çatışmanın niteliği hakkında yeterince fikir verici olacaktı. Nitekim Fatma Aliye ile Talia'nın ilk sabahları, ilk elde hayli uzun bir konuşma taslağı çıkardı ortaya. Sonradan ciddi bir budama gördüyse de, başlangıçta, gereğinden fazla uzun, neredeyse gerçek zamanda yazılmış, dağınık bir konuşmaydı bu. Ama sonuçta elime bir hikâye verdi. Çünkü yazmak için yola çıktığım zaman birçok şeyi ben de bilmiyordum. Aynı zamanda kafamdaki kuşkulu sorulara yanıt bulmak, karanlık durumlara açıklık getirmek gerekiyordu. Yaratılan duruma bir gerekçe bulunmalıydı. Galiba yazmak, bir anlamda bu oluyor: Elde olmadan yaratılan bir duruma gerekçe bulmak. Birdenbire kendimizi içinde bulduğumuz o durumun neden, niye, niçinlerini araştırmak. İşte o zaman da karşınıza hayat çıkıyor. Şu bildiğimiz hayat. Yazmanın bütün çeşitleri için değilse bile, birçoğu için geçerli olduğunu düşündüğüm bir durumdan söz ediyorum.
Radyo oyunu bitmeden, film senaryosu olarak yazmaya başlamıştım. Bu arada, giderek yoksullaşan ailenin kızına bir iş bulmam gerekiyordu. Tuttum, Fatma Aliye'yi bir bankaya yerleştirdim. Ve ona göre de birkaç sahne yazdım senaryo için. Sonuçtan pek hoşnut değildim ki, Dostum Bilge Karasu'nun önerisiyle karşılaştım: Beyoğlu'nda bir dükkân. Bu, kuşkusuz çok daha iyi bir çözümdü. Yanı sıra kurmaya çalıştığım atmosfer için dekoru daha anlamlı kılıyordu. Bu arada bir şimşek daha çaktı kafamda: Bu dükkânın sahibi Madam Ester olmalıydı. Böylelikle hikâyede yalnızca adı geçmekle yetinilen Madam Ester'e de bir iş bulunmuş ve daha önemlisi, kazandığı bu yeni boyutla hikâyeye daha güçlü bir figür olarak katılmış oluyordu. Zamanında "Yahudi" diye gelin alınmamış Madam Ester, yıllar sonra Fatma Aliye'ye dükkânında iş veriyordu. Böylelikle, aile bireyleri ile Madam Ester arasındaki ilişki de katmanlanarak, yoğunlaştırılmış, daha derinlikli bir boyut kazanmış oldu. Bunun üzerine geri dönüp, radyo oyununa da bu dükkânla igili kimi replikler eklendi.
Malzemenin kendine özgü birçok sorunuyla karşılaştım yazma süreci içinde. En özgür biçimde yazdığım, uzun hikâye oldu. Hem kişilerimi artık çok iyi tanıyordum, hem malzeme avucumun içindeydi. Hem de hikâye yazmak, ötekilere oranla çok daha serbest yapılan bir işti. "Aynı Malzemenin Üç Ayrı Türde Yazılması ve Yazarlık Sorunları Açısından İncelenmesi" adlı bu çalışma sırasında, malzeme ve teknik arasındaki ilişkiyi bir kez daha somut bir biçimde yaşadım. Yazın tekniklerinin girdisi-çıktısıyla yeniden yüzleşmenin, işleyişleri içeriden kavramanın sürecinden bir kez daha geçtim. Bu anlamda bu çalışma bana, yazarlık çabalarıma çok şey kattı. Kendimi, gücümü, yeteneğimi; bilgilerimi yeniden sınama, değerlendirme, öğrenme, tanıma fırsatı verdi. Zaman zaman çok bunaldım, çıkmazlara girdim, yokuşlar tırmandım. Her seferinde, sonunda gene bir çözüm yolu, türlerin, tekniklerin gizli labirentleriyle birlikte bulundu.
Bu çalışma sayesinde üç ayrı türde, üç ayrı yapıt elde ettim. Yaratıcılık sorunlarıyla pratik içinde karşı karşıya kalarak derinleşme olanağı buldum. Türler üzerine yeniden kafa yorma, işleyişlerini gözden geçirme; karşılaştırmalı uygulama içinde, disiplinlerarası ilişkiler ve dramatik yapılar üzerine yeniden düşünme ve yoğunlaşma fırsatı elde ettim.
Ve bu çalışmayı yıllar sonra sizlerle paylaşmak istedim.