Orhan Koçak, "Tetikçinin boşa giden bildung’u”, K24, 28 Aralık 2023
İlk cümlesinden itibaren başkişisinin karakter inşasına sımsıkı odaklanıyor Murathan Mungan’ın 995 km’si: “Sabah namazına uyandı”: alnı secde gören bir kişiyi izleyeceğiz. Adım adım ilerler inşa süreci. Dakiktir, disiplinlidir: “Sabah namazına uyandı. Beynindeki bir komut düğmesine basılmış gibi tam saatinde.” Disiplinlidir ve her an göreve hazır: “Çocukluğundan beri hiç mahmurluk çekmeden birdenbire uyanır, gözlerini çabucak açardı. Uyku sersemliği nedir hiç bilmedi (...) Dünyaya karşı hep uyanıktı. Uyanık ve diri.” (s. 11)
Henüz romanla ilgili hiçbir şey işitmemiş olarak başlıyoruz kahramanı izlemeye. Kitabın arka kapak yazısını okumadık, “kara polisiye” terimiyle karşılaşmadık. Bizim için henüz bir “anahtarlı roman” haline gelmedi 995 km. Ama başkişinin bir “misyon insanı” olduğunu anlıyoruz; abdest alışını betimleyen cümleler de bunu iyice belirginleştiriyor: “... ayaklarını uzun uzun yıkar, parmak aralarını özenle hilallerdi. Bütün gövdeyi ayakta tutan, davasında ona yol aldıran ayaklarının kıymetini, toprağa emniyetle basması gerektiğini bilirdi. Tarik. Tarikat. Yol. Hepsi birdi.” (s. 11) Adını öğrenemiyoruz ama namazını camide kılacak olması bize cinsiyetini bildiriyor: “... önce sağ adımını atıp besmele çekip dua okuyarak çıktı evin kapısından. Yüzünde dünyaya bir nebze daha selamet getirecek olduğunu bilmenin inançlı, kararlı ifadesi vardı (...) Camiye her varışında duyduğu o derin huzur onu bir kez daha dünyanın zincirlerinden kurtardı.” (s. 11)
Sıradan dindarlığın ötesinde, bütün varlığını Allah’a adamış bir mücahit olduğunu da ilk sayfalarda öğreneceğiz. Namaz kılarken “Allah’la arasına hiçbir şey girmez, her zaman derin bir vecd halinde kapanır secdeye (...) Bütün benliğini adeta secdede unutuyor, çevresindeki her şey büsbütün siliniyor, kendini içinde bulunduğu zamandan bile azade hissediyordu.” Dine bağlılık, kendi inancıyla yetinmek yerine, başka Müslümanların bağlılık tarzını ve derecesini küçümsemeye de varır, mücahitliğin bir anlamı da bu yarışmacı, böbürlenmeci, dışlayıcı ve kızgın inançlılıktır:
“Bu adam, Cihadın Askerleri’nden olamazdı, kendisine köylü süsü vermiş beceriksiz bir polisti besbelli. Hem aleykûmüsselam yerine aleykümselam demişti. Türk olmalıydı. Ramazanda oruç tutmanın, cumaları namaza gitmenin Müslüman olmaya yeteceğini düşünen gafillerdendi. Güya Müslüman diye geziyordu ortalıkta bunlar. Bilmiyorlar ki aslında hepsi mahşer gününün kabir ahalisidir. Hoca’nın dediği gibi, “Dua öğrense bile göğsünün kafesinde onu üfleyecek nefes bulamaz böylesi. Kuran okumuşsa bile kalbine işlememiştir.” Her zaman midesini bulandırmıştı böyle insanlar. Kâfirlerle aralarında ancak bir derece farkı vardı, iki değil!” (s. 30)
Bu pasaj, romanın “Birinci Otobüs” başlıklı dördüncü bölümünden. Aslında genç adamın kimliğine, daha doğrusu mesleğine ve günlük programına dair bilgiler ilk sayfalarda azar azar metne girmeye başlamıştır:
“Ama böyle önemli, böyle seçilmiş günlerin sabahında bu bütünleşme halinin tüm varlığını kuşattığını her zamankinden çok daha derin, çok daha güçlü biçimde hissediyor; bu yüzden her zaman tetikte yaşamış olan kendisini ancak namazda gafil avlayabileceklerini düşünüyor hep... Eğer bir gün öldürülecekse bu namaz kılarken olacaktı, bunu varlığının en derin köşesinde saklı bir kader düğümüymüşçesine seziyor, ya da bunun en iyi ölüm biçimi olduğuna inandığından böyle umuyordu.” (s. 12)
Görevlidir ve bütün hayatı, saniyelerden saatlere, günlerden aylara kadar bütün zamanı bir görevler dizisine hazırlanmaya adanmıştır. Görev ve hazırlığın dışında bir hayat düşünülemez. Bedensel, zihinsel ve duygusal bir hazırlanma sürecidir bu, Almanca sözcüğün bütün anlamlarıyla bir bildung; oluşma, şekillenme, mükemmelleşme. Misyonuna uygun bir fizyonomi ve bedensel tarzla donanmış olduğunu öğreniriz: “… ne zaman aynaya bakacak olsa kendine güveni yenilenirdi, çünkü kimseye bir şey söylemeyen yüzlerdendi onunki, belki de bu yüzden seçilmişti bu görev için, belki de Allah bile bu okunaksız yüzü, bu ketum gözleri, bunun için vermişti ona, dünyaya hiçbir şey söylemesin diye. Ona bakanlar bu yüzde hiçbir şey göremesin diye.” (s. 13) Mesleği açısından bir avantajdır bu ifade eksikliği; kendisi de Tanrı vergisi eksikliğini aktif biçimde geliştirir:
“Deliller Hanı’nın az ilerisindeki Foto Kamer’in vitrinine baktığı her seferinde cama yansıyan suretiyle orada sergilenen fotoğraflardaki yüzleri karşılaştırır, kendi yüzünün sır vermezliğinden sevinç payı çıkarırdı. İnsanlara bakarken onları seyrettiğinin, seyretmekle kalmayıp hafızasına kaydettiğinin bakışlarından anlaşılmadığını biliyor. İçini tutumlu kullanmayı; düşündüğünü, hissettiğini belli etmemeyi, niyetini sızdırmamayı nefsine hâkim olmanın bir çeşidi gibi yaşamayı becermiş, hayatta kalmanın gereği olarak bedenine yerleştirmişti (…) bilinmeyen, tanınmayan, akılda kalmayan silik yüzlerden onunki… Ayrıca zamanla yüzünün ayazı sesine de inmişti, çelik gibi bir ses: sert, katı, soğuk…” (s. 13, a.b.ç.)
Romanın birinci bölümünün (“Dar Sokaklar”) tamamı, başkişinin bu “sır vermez” karakterinin betimine ayrılmıştır. Bulunduğu çevrelerde “varlığını alabildiğine geri çek[meyi], kendisini sil[meyi]” bilir; o kadar ki, bir süre sonra insanlar o orada yokmuş gibi uluorta konuşmaya başlamakta, böylece o da dikkat çekmeden bilgi toplamaktadır. “Eğitmen’in olsun, Nihat Astsubay’ın olsun sıkça tekrarladıkları gibi, ‘Bilgi iktidardı.’” (s. 56)
“Ömrü de, de gençliği de akraba evlerinde geçmişti, kendi evi olmadı hiç (…) Kaldığı evlerde sabahları herkesten önce kalkar, yatağını toplar, sessizce birkaç lokma atıştırır, nerdeyse cinayet sonrası izlerini ortadan kaldıran usta bir katil becerikliliğiyle gecenin (…) tüm kanıtlarını ortadan kaldırırdı. (…) Kendinden hiçbir iz kalmamalıydı geriye. Bu dünya geçiciydi, bu dünya fanilerindi. (…) Hiç kimseden hiçbir konuda yardım istemez, birilerinin sonradan yüzüne çarpacağı, başına kakacağı, karşılığını isteyeceği büyük bir minnetin altına girmemeye özen gösterir, en yakın akrabalarına bile gönül borcu duymaktan kaçınırdı. (…)Fazla konuşmadığı için bir şey bilmiyor sanırlardı. Oysa suskunluğun görünmezlik kazandıran gücünü daha çocukken keşfetmişti, sessizliğin arkası en güvenli yerdi. (…) Daha sonraki yıllarda sıklıkla karşılaşacağı gibi, hemen herkes bulunduğu ortamlarda fark edilmek, dikkat çekmek, ağırlık koymak, saygı görmek için gösterişli hareketler, yüksek sesli konuşmalarla varlığını alabildiğine öne sürerken, o tam tersine geri çekilir, neredeyse görünmez olmayı başarırdı. Bu sayede yıllar yılı bulunduğu her toplulukta herkes hakkında çok bilgi toplamış, her şeyi, her ayrıntıyı bir bir aklında tutmuştu. Toplayıp aklının bir kenarında istiflediği tüm bilgiler gerektiği zamanlarda, gereken yerlerde acımasızca kullanılmıştı, bundan sonra da kullanılacaktı. Yüreğinin derinliklerinde kök salmış güçlü bir intikam duygusu, kindar bir hafızası vardı; hemen dışa vurmayıp dizginlemeyi becerdiği öfkesi sinsice kanına karışanlardandı. Daha çocukken yediği bir tokadın karşılığını on beş yıl sonra sabah namazından dönen adamı çarşının ortasındaki çınarın dibinde tek kurşunla yere sererek verecekti.” (s. 14-15)
Onu tanıdığımızı söyleyebilecek durumdayız artık. İstihbarat jargonundaki adıyla bir “bilgi elemanı”, casus, tetikçi. Terimin içi boşaltılmamış olsaydı “terörist” de diyebilirdik. Yerel “elemanlıktan” ulusal düzeye yükselmekte olduğu sezdirilir. Kürt olduğunu da sadece olayların Diyarbakır’da başlamasından değil, gevşek Müslümanlığı yüzünden hakir gördüğü polis için “Türk olmalı” demesinden anlarız. Dünyanın her yerinde devletin gizli/açık terör aygıtlarının, çeşitli kontrgerillaların ideal kadro malzemesinin bu türden kimsesiz gençler olduğu bilinir: çocuk yaşta devşirilen kişi, olmayan ailesine değil, örgüte ve devlete sadakat duyacaktır. Mungan’ın tetikçisi polisle, jandarmayla, MİT’le vb. “enformel” bir ilişki içindedir ama aynı zamanda bir tarikata, “Cihadın Askerleri” adını benimsemiş bir İslami cihat örgütüne bağlıdır, “Hoca” dediği bir kişinin mürididir. Bu ikili bağlılık, onu ‘90’lı yıllara, devletle Hizbullah’ın kısmen iç içe geçerek PKK’ya ve genel olarak Kürt siyasallaşmasına karşı birlikte kanlı bir gayri nizami savaş yürüttüğü döneme yerleştirmemize izin verir. Bu iki taraf, Kontrgerilla ve Hizbullah, ortak çalışmakta, birbirini kullanmaktadır ama her biri öbürünün içine “ajan” da sızdırmıştır: muğlaklık anlamında da “enformel” bir işleyiş. Bizim tetikçimiz de bu belirsizliği yaşar, ama fazla içine işlemesine izin vermez: asıl bağlılık hiçbir ikirciklenmeye yer bırakmayacak ölçüde kesindir. Devletin değil, İslam’ın adamıdır. “Onun gibiler şu hayata mana katan kendine ve kinine bir yol bulmaktı, o yolunu çoktan bulmuştu, kanı soğuk ama kalbi inanla tutuşan saf bir ateşti.” (s. 140)
Hoca da ilk bölümde tanıtılır: “Hoca. O Cihadın Askerleri için molla, cemaatin ileri gelenleri için Şûra üyesi, ama onun yol göstericisi, kalp hocası olmuştu hep, ‘Kendi nefsine merhametsiz olmayanların yapacağı iş değil’ diyerek nefsini terbiye etmede ona rehberlik etmişti bunca yıl. Zaten merhamet tanıdığı bir duygu değildi, onun kendine bile merhameti yoktu.” (s. 16) Henüz olaylar yuvarlanmaya başlamadan biz de biraz geri çekilip bazı karşılaştırmalar yapabiliriz.
Belki başka okurların da aklına gelmiştir, benim için ilk kıyas noktası Don DeLillo’nun Kennedy suikastını konu alan Libra’sı oldu. Başkişinin izlenmesi ve sunulmasında kısmi bir paralellik var iki roman arasında. Bizim tetikçi de, Libra’nın Lee Harvey Oswald’ı da kâh yakınlaşarak kâh biraz uzaktan izlenir. Düşünceleri ve ruh halleri, özellikle 995 km’de ama kısmen Libra’da da anlatıyla roman kişisi arasında bir tür “özneler-arası alan” açan, anlatıcının fazla bilgiç ve müdahaleci görünmeden karakterinin içine girmesine, orada onunla söyleşmesine imkân veren serbest dolaylı söylem, biz okurlara “yazar her şeyi baştan beri biliyorsa romana ne lüzum vardı” dedirtmeyen üslup. Şu var ki, 995 km’de bazen yazarın veya anlatıcının bütün programa, başkişinin bütün serüvenine hâkim olduğu, romaneski kısa devreye uğratacak ölçüde “her şeyi bilen, her şeyi gören” konumunda bulunduğuna dair rahatsız edici bir izlenim ediniriz. Öyle ya, bize bir belgesel, bir röportaj sunsaydı hem “paramızın” karşılığını (“sahicilik”, “gerçek”) alırdık ve zevkimiz de eksilmiş olmazdı. Oysa böyle hem safiyane hem de tuzu kuru bir okur tepkisini roman sonunda zarafetle boşa düşürdüğünü göreceğiz Mungan’ın.
DeLillo’nun adamı da ABD’nin en imtiyazsız kesimindendir, tahsilli Amerikalıların “poor white trash” (yoksul beyaz süprüntüler) dediği ve Orta Batı ve Güney’de Appalach dağ silsilesindeki köy ve mezralarda akraba evlilikleri yüzünden çürümüş, sakatlanmış, budalalaşmış olduğuna inanılan geniş bir nüfus grubundan. Baba yoktur, ama kendisinden de aciz bir anne vardır. Onunla ve kendi cılız sevgilisiyle acıklı, pejmürde ilişkilerini izleriz. Lee Harvey de romana girdiğinde bir misyon hissiyle ağırlaşmıştır, ama onunkisi bizim adamda rastlanmayan bir muğlaklık içerir. Sabit, güvenilir, tapılacak bir mürşit bulamaz, ne ABD’de ne de Sovyet Rusya’da. Hedefinin ne veya kim olduğunu son anlara kadar bilemez. Ama bu sarsaklık ve belirsizlik, kahramanı olduğu romanın örgüsü içine daha bol malzemenin çekilmesini de mümkün kılar: karakterler, tipolojiler, farklı mekânlar ve tarihler, örgütler ve legal/illegal kurumlar. (Libra, 995 km’den çok daha uzundur.)
İki roman arasındaki asıl yakınlığa, “boşa gitme” ve rastlantı/olumsallık motifleri çevresinde yazının sonunda döneceğim. Bir yorumcu, romanın sadece tetikçinin hareketlerine mıhlanmış birinci kısmı için “monoblok” gibi çok yerinde bir deyim kullanmıştı. Sahiden de fazlasıyla yoğun, sıkışık, “obsesif” bir dokusu ve tonu var bu kısmın; gözümüzü tetikçinin davranışlarından ve iç dünyasından alamıyoruz, dışardaki her şeye de onun gözünden bakıyoruz. Sadece iki kez ayrılırız tetikçinin perspektifinden; birincisinde, tetikçiyle avını (“Saim Baran”) uzaktan izleyen otel resepsiyonistiyle (s. 19), ikincisinde de onunla aynı otobüsteki, tıpkı onun gibi ifadesiz yüzlü meçhul kadın yolcudan söz edilirken:
“Bu kadının kendisini takiple görevli olduğu konusunda tamamen yanıldığına, yol boyunca boş yere kuruntuya kapıldığına inanmaya başlamıştı. Gene de temkini elden bırakmak istememiş, aşağı inip güya o da diğerleri gibi valiz bekliyormuş gibi biraz geri durarak kadın gardan çıkıncaya dek orada beklemeye karar vermişti. Bu sırada garın kuytu bir köşesinde sotaya yatmış birinin gizlice ve makineli tüfek hızıyla art arda çektiği fotoğraflarda kadınla aynı karede yer almış olduğunu belki de hiçbir zaman bilemeyecekti. Daha sonra geniş bir masa üstüne yayılmış bu fotoğraflarda ikisinin de kafalarının keçe uçlu kırmızı kalemle daire içine alınarak işaretleneceğini nereden bilebilirdi ki?” (s. 58)
Bu nefis pasaj bizi 995 km’nin kısa sürede çekileceğine inandığım filmine gönderiyor hemen. Ama burada perspektif ve sahne değişmesi sinemadakinden daha gürültüsüz, daha az “kodlanmış” olduğu için etkisi de daha güçlü oluyor. O tam kuruntularının boşuna olduğuna inanacakken ve yine de “temkini elden bırakmazken” (ve biz de bu paranoid ambianstan bir an için uzaklaştığımızı sanıp ferahlayacakken), bir anda, bütün bu kuşku, dikkat, temkin ve rahatlamaların boşuna olduğu, her şeyin her zaman çoktan kırmızı çember içine alındığı gerçeğiyle yüz yüz kalırız. Bu yarım-epizot bütün kitabın da minyatürünü sunan bir tür mise en abyme’dir. Paranoyak olmamız, takip edilmediğimiz anlamına…
995 km’nin bir başka kıyas noktasına da bu “kuruntu” atmosferi içinden ulaşırız: Kafka’nın belki de “en az havadar” işi olan son hikâyelerinden “Köstebek Tüneli”. Komediden büsbütün vazgeçmemiş olmakla birlikte, en aman vermez metnidir yazarın. Ben köstebek diye çevirdim ama bu da Kafka’nın o belirsiz hayvancıklarından biridir, sürekli avlanmakta olduğu hissiyle kendine yeraltı sığınakları ve tüneller kazan bir yaratık. Öykünün de anlatıcısı. Düşünülebilecek bütün tehlikelerin ve korunma tedbirlerinin kombinasyonlarını, permütasyonlarını çıkarmakla uğraşır. Her tedbir aynı anda bir tehlike kaynağına dönüşebilmektedir. Mungan’ın adamı bir tetikçidir ama sözcüğün öteki anlamıyla da her an “tetikte olmak” zorundadır. Ve bu sadece bir his değil, “nesnel” bir durumdur.
“Başını hiç çevirmeden bir süre bekledikten, ensesindeki ateşin sebebi olan gözlerin sahibinin yerini üç aşağı beş yukarı kestirmeye çalıştıktan sonra birdenbire hızla dönüp ardına baktı, baktığı yerdeki kişi yakalanmış gibi aynı hızla çevirdi başını. “Demek sensin,” dedi içinden. “O, sensin!” İçindeki hayvan uyanmıştı bir kez. Göz göze değince, bunca hızla kaçırılan bakışlar bir suça işaretti. Diğerinin varlığını ve yerini keşfetmek içini rahatlattı. Tehlikenin yerini bilmek, böyle birinin hiç olmamasından daha güven vericiydi. Denetlenebilir olan, belirsiz olandan daha iyiydi. Şimdi ardına taktıklarının hangi taraftan olduğunu anlamaya gelmişti sıra, bunu anlamak her zaman mümkün olmuyordu. Peşine takılan birinin polis, istihbarat ajanı, dağdakilerden emir alanlardan, hatta Cihadın Askerleri’nden bile çıkma ihtimali her zaman vardı. Özellikle son yıllarda her şey iyice bir buzlu cam ardına çekilmeye başlamıştı. Çoğu kez yalnızca gölgelere ateş ediyordunuz. Emniyetten de olabilirdi, diğer örgütlerin birinden de… Bazen her ikisinden de. Örgütü emniyet için, emniyeti örgüt için kullananlardan da…” (s. 27)
Türkiye’de son kırk-elli yılın siyasal hayatına gözlerini kapatmamış ya da şaşı gözlerle bakmamış insanlara hiç de yabancı gelmeyecek bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Ama roman bu gerçekliği çerçeve içine alıyor, hiçbir abartı öğesi eklemeden de hem daha gerçek (“enhanced reality”) hem daha simgesel ya da alegorik kılıyor: sadece ‘90’lı yılların anlatılmadığını hissediyoruz. Şu cümlede özetlenmiştir bütün bir siyasal tarih: “Avla avcının hiç beklenmedik bir anda yer değiştirebildiği bu sürek avında.” (s. 52)
Birinci kısmın ikinci bölümünden (“Otel Lobisi”) itibaren adım adım bir “anahtarlı romana” dönüşecektir 995 km. Olaylarda rolü olan karakterlerin gerçek hayattaki karşılıklarını arama çabasının verdiği bir romanesk zevk vardır, ama özellikle yaşananları unutamayanlar için. Sevgili dostum Vecdi Erbay, Gazete Duvar’daki yazısında (13 Ekim 2023) Mungan’ın Diyarbakır’daki söyleşisinde “Sakın ha kitabımı Musa Anter cinayetini anlatıyor diye okumaya kalkmayın,” dediğini aktarmıştı, “o günden bugüne dek işlenmiş bütün [siyasal] cinayetler için bir sembol cinayettir.” Evet ama biz yine “Musa Anter suikastı” diye okuyacağız ve cinayetin kendi yer ve zamanını aşan anlamını da gözden kaçırmayacağız. Tam tersine.
İsimsiz tetikçi, sabah evden çıkmadan da önce, “ona verilmiş görevin ağırlığını omuzlarında, sorumluluğunu kalbinde duy[maktadır]”. (s. 12) “Saim Baran”ı kararlaştırılmış saatte alıp bir buluşma yerine götürmek için otele vardığında, bu figürün kimliğiyle ilgili bizde herhangi bir belirsizlik olduysa bile şu betimle hemen kaybolur: “Uzun boylu, yetmiş yaşlarında olmasına karşın hâlâ yakışıklı denebilecek, mağrur ve heybetli görünüşüyle hep ‘Koca Çınar’ diye anılan Saim Baran, saçları erken ağardığı için hiç genç olmamış gibi gelirdi onu tanıyanlara.” (s. 19) Saim Baran oda anahtarını resepsiyona bırakırken, öğlene döneceğini söyler, herhangi bir şeyden şüphelenmiyordur. Ama tetikçi bir şeyden işkillenir: buluşmayı ayarlayan kişi, Baran’ın akrabası olan “Tilki Agit” görünürde yoktur. Agit’in yokluğu Saim Baran’ıın da aklına takılmıştır ama pek üstünde durmaz. “Belki önden bu adamı gönderip onları buluşma yerinde bekliyor olabilirdi” diye düşünür. “Baharı veren temiz havayı bir kez daha içine çekerek, ‘O halde gidelim, boş ver,” der, “Bak bahar yüzünü erken göstermiş bu yıl, baharı bekletmeyelim.” (s. 20) Arabadan indikleri yeri yadırgar Saim Baran: “Burası neresidir, burada mı buluşacağız? Burası neresi?” Tetikçi: “Yolun sonu Saim Baran.” İlk kez saygıyı elden bırakmıştır. “Katılaşmış sesine o acımasız çelik soğuğu inmişti artık.” Hiç kimsenin, ne kendisinin ne de başkalarının tanık olmadığını tahmin edebileceğimiz bu sahneyi gerektiği gibi kısa tutmuştur Mungan: “Saim Baran şaşkınlıkla ona döndüğünde, kendisine doğrultulmuş tabancayı gördü bir an, yüzü boşaldı, hiçbir şeyi kavrayamayacak kadar kısa bir andı, ardından üstüne sıkılan üç kurşunla toprağa düştü.” (s. 21)
Bu pasajı izleyen “Kürt halkı için ömrünü adadığı onca yıllık mücadelesi, Diyarbakır dışındaki bir tarlanın kıyısında, başına, boynuna ve göğsüne sıkılan üç kurşunla son buldu” cümlesinin gerekli olup olmadığını değil de, başka türlü söylenip söylenemeyeceğini düşündüm. Ama yalan söylememenin yolları çok fazla değildir.
Tahminlerin ama kesinliklerin de alanına girdik. Kimdir bu “Tilki Agit”? Fizyonomisinin betimini (“sivri burun, sivri çene, tilki surat”) cinayetten sonraki gazete haberleriyle eşleştirdiğimde kim olduğunu çıkarmak zor olmadı benim için. Henüz AKP milletvekili olmamış, “kayyım meselesi ancak bölge belediyelerini AKP’nin almasıyla çözülür” diye demeç vermemişti…
Biraz uzaklaşırsak olay yerinden, romanın bundan sonrasının bize çok zevkli tahmin fırsatları sunduğunu söylemeliyiz. Son kırk yılda bazen “kirli savaş”, bazen “düşük yoğunluklu savaş” (Mehmet Ali Kışlalı) olarak adlandırılmış çatışma ve vurkaç boyunca “temayüz eden” halaskâr gaziler, devlet adam ve kadınları, serdengeçtiler ve sergerdeler bir defiledeymiş gibi sırayla arzı endam ediyorlar. Otobüsteki meçhul, ifadesiz yüzlü kadından başlayalım. Bir ara MİT müsteşarlığı için geçiyordu adı, PKK ile “gizli” Oslo görüşmelerine hükümet adına katılmıştı.
Tetikçi, gayri nizami savaş sırasında farklı devlet aygıtları arasında çıkabilecek çekişmelerde kendisi gibi görece imtiyazsız, “arkasız” elemanların günah keçisi yapıldığının farkındadır, kurban piyangosunun bir gün kendisine çıkmasından endişelenmektedir, Allah’a hizmetini tamamlamadan ayrılmak istemiyordur bu dünyadan. Nihat Astsubay figürüne bu bağlamda yaklaşırız, romanda JEM diye geçen karanlık JİTEM örgütünün adamıdır:
“Başları sıkıştığında kendi gibilerin aslanların ağzına yem olarak atılması işten bile değildi. Böyle durumlarda ilk harcanan, JEM içinde “gelin” diye tabir edilen tetikçilerden biri olurdu mutlaka. Kürt olduğu için onların gözünde o da bir “gelin” sayılırdı. Nihat Astsubay karşısına sıra sıra dizdiği çoğu itirafçılardan oluşan tetikçi elemanlara yüzünde sırıtık bir ifadeyle, “Unutmayın, hepiniz gelinsiniz,” derdi. “Ancak öldüğünüzde gerdeğe girersiniz!” Nihat Astsubay’da böyle laf çoktu. Kürtleri “Orman memelisi!” diye aşağılar, astı olanların hoşuna gitmeyen bir davranışını gördüğünde, sesinde kınama tonuyla, “Değişik!” diye seslenirdi onlara. “Aloo değişik!”, “Hoop değişik!” Onun kendisine hiç böyle seslenmemiş olmasından hoşnutluk duyardı. O, değişik değildi. Değişik olmayan da görülmezdi.” (s. 52)
Kim olabilir? Bu işin yüzlerce, binlerce profesyonelinin ortalamasının temsilcisi olmanın ötesinde, yaşanmış tarihte somut bir karşılığı da var mıdır? Bir ipucu (?) gelecek birkaç sayfa sonra. Yine otobüs yolculuğunda, aklı meçhul kadında, kovalanma duygusuyla içi bulanmış, öngörülmez durumlara karşı “proaktif” savunmalar tasarlamaya çalışırken:
“Bazı durumlarda hiçbir şey yapmamak en iyisiydi. “Eğer örtünüp saklananı ininden çıkarmaya yaramayacaksa kendi üstünü açmayacaksın” diyen Nihat Astsubay’ı hatırladı; birim içinde kurduğu düzenlere, çevirdiği dolaplara, türlü çeşitli oyunlara bakıp hayran olanlar, “Görün bakın bu adam günün birinde MİT’in başına getirilir vallaha!” diye konuşuyorlardı. Buna karşılık, “Bugüne kadar MİT’in başına bir astsubayın getirildiği görülmüş şey mi?” diye itiraz edenler çıkıyordu.” (s. 55)
İkinci kısımda, tetikçinin yer almadığı, sadece “Nihat” ve “Eğitmen” figürlerinin göründüğü 17. bölümde Başçavuş’un iştahlı yemek yiyişinin Eğitmen’le birlikte biz de tanığı olacağız. Eğitmen, Agit tipinin durumu hakkında bilgi almak için operasyon merkezine uğramıştır:
“Nihat Astsubay o sırada masanın başına çökmüş, gözü dönmüş bir iştahla kahvaltı ediyor[du…] Korucu köylerine yaptıkları bir-iki teftiş gezisinde neredeyse bir koyunu tek başına yediğini gördüğü Nihat Astsubay’ın nasıl bu kadar çok yiyip böyle zayıf kaldığına akıl erdiremezdi Eğitmen. Yemek yerken gözü büyülenmiş gibi hiçbir şeyi görmez, adeta yemeğin kendisiyle konuşuyormuş gibi homurtulu sesler çıkarırdı. Eğitmen, onu masasının üzerine yayılmış halde duran parçalanmış, yakılmış, kolu bacağı kopmuş, kanlar içindeki, kendi deyişiyle “terörist leşlerinin” fotoğraflarına bakarken bile aynı iştahla yemek yemeyi sürdürdüğünü ilk kez gördüğünde Nihat Astsubay’ın yüzüne onu ilk kez görüyormuşçasına bakmıştı. (…) Yeri geldikçe, “İyi yerim, iyi uyurum, iyi koşarım, af buyurun iyi… he he he…” diye sırıtarak pişkin pişkin övünürdü.” (s. 172-73)
“Garip Bir Karşılaşma” başlıklı 14. bölümde (s. 123) karşımıza “Kartal Yüzbaşı” diye bir figür çıkmasaydı eğer, belki bu kaba saba “Nihat Astsubay” tipinin yanına JİTEM şöhretlerinden Cem Ersever’in adını yazar ve MİT’i de aşıp birinci monşerliğe yükselen tarihsel kişiyle ilişkilendirmekten kesinlikle geri dururdum, rütbe farkına ve verilen bütün tüyolara rağmen… İyi kötü bir yontulma süreci yaşanmış olmalı. Demokrasinin nimetleri! Bu bahsi son derece ülkemize özgü o vecizeyle kapatalım: “Olmaz olmaz dememeli, olmaz olmaz.”
Hazır söz açılmışken “Kartal Yüzbaşı”yı inceleyelim. Diyarbakır’dan Alanya’ya 995 km üzerinde, Taşucu Ağaçlı Dinlenme Tesisleri’nde mola vermiştir otobüs. Başka bir otobüsten inen yolcuların arasında bir kişi bizim tetikçinin dikkatini çeker: “Önce kollarını iki yana açmış yaylanarak yürüyüşü dikkatini çekiyorsa da emin olamıyor, başındaki kasketine, siyah gözlüğüne, görünüşünü değiştiren omuzuna kadar uzamış saçlarına rağmen tanıyor onu, yanılmamış, Kartal Yüzbaşı dedikleri kişi bu!” Zamanın jandarma komutanı Org. Eşref Bitlis’in uçağının düş(ürül)mesini protesto ederek erken emekli olmasından sonra uzattığı saçlarıyla (ama at kuyruğu yok) medyada görünen JİTEM kurucusu Cem Ersever’i düşündürüyor bu figür. Ama sonraki cümle bizi başka bir şahsiyete götürecek: “Tasmasını tuttuğu azgın kurt köpeğini sorgulananların, tutuklananların üstüne üstüne sürmesiyle meşhur olmuştu. Gerçek adı sahiden Kartal mıydı, yoksa karanlık bir mağaranın dibindeki kör gölgeyi bile görebildiği söylenen meşkin bakışları nedeniyle mi ona böyle bir isim takmışlardı, bilmiyor.” (s. 124) Bizim bildiğimiz, 1980-83 arasında Diyarbakır Cezaevi İç Güvenlik Komutanı olan Esat Oktay Yıldıran’ın mahpuslara maddi ve manevi işkence için yetiştirdiği “Co” adlı bir köpeği olduğuydu. 1988’de PKK’nin üstleneceği bir suikastta öldürülmüş ve emekli olup “sivile geçememişti”. Romandaki “Kartal Yüzbaşı” betimi, bunun iki askerin özelliklerini birleştiren “mürekkep” bir figür olduğu izlenimini veriyor ama ağır basan sanki Cem Ersever profili.
Tetikçiyi görüp masasına çöker: “Hayırdır ya, ne iş sen buralarda, görevde misin?” Tetikçinin “Asıl siz kayıpsınız yüzbaşım” sözüne, “Ben kayıp değilim, asıl şimdi kendimi buldum” diye cevap verir. Sonra ekler: “Bende cip var ama otobüs yolculuğu daha güvenli”. (s. 125) İmanlı tetikçimiz, adamın cipiyle övünmek kadar, tek başına otomobil yolculuğunda teröristlere hedef olmaktan korktuğunu da düşünür. Yüzbaşı, “Ben askerlik sayfasını kapattım artık,” der, “Nasıl olsa herkes duymuştur. O olaylardan sonra kalamazdım zaten, bu yüzden en uzağa kaçtım. Zaten tadı tuzu kaçtı her şeyin. Apoletleri sökülmüş hayat asker adama zor gelir diyorlardı bir de. Ne zorluğu be kardeşim, cennet vallahi cennet!” Kendi kendini inandırmaya, “kuyruğu dik tutmaya” çalışıyor gibidir.
“Yüzbaşının ‘O olaylar’ dediği şeyi hatırlıyor. En son Habur’da gümrükte bir müdürün öldürülmesi işinde parmağı olduğu söyleniyordu. Ortaya çıkarılıp kanıtlanamamış olsa da Jandarma ikinci sınır bölüğünde kalorifer kazanında yakılan insanlar hadisesinde adı geçenlerden biriydi (…) Yüzbaşı etrafını üstünkörü bir gözle taradıktan sonra, sesini alçaltarak, “Mahkemede bir şey tutturamadılar zaten. Hâkim karşısına bile çıkmadık,” diyor. “Sivil hayatta yoluma bakacağım artık. Vatan-millet hizmeti de bir yere kadar!” Aslında yüzbaşının askerdeyken de epeyce bir yoluna baktığı geçiyor aklandan. Başta Yüksekova olmak üzere civardaki bazı korucu aşiretlerle ortak uyuşturucu kaçakçılığına bulaştığı, (…) adamlarına gerilla süsü verip örgüt adına eşraftan, varlıklı kişilerden haraç toplattığı konuşuluyordu. Eğitmen’in Kartal Yüzbaşı’dan, hayıflanır bir tonda, “Çok iyi bir asker, ama maalesef fazla kirli,” diye söz ettiğini duymuşluğu çoktu. “Burada saf ve samimi hislerle vatan savunmasına gelmiş, ölümüne savaşan nice şerefli askerin adını lekeliyor bunun gibiler. Eğitmen bu sözleri, Kartal Yüzbaşı’nın binbaşının tekiyle şehit cenazesi gönderiyoruz diye bayrağa sarılı tabutla eroin sevkiyatı yaptıkları söylentisi ortalıkta dolaşmaya başladığında söylemişti (…) Böyle hikâyeler anlatanlar çoğu kez laflarını “Bu kadarı da olmaz!” diyerek bağlıyorlardı. Onlar bu işlerin bu kadarına değil de biraz daha azına razı olanlardı.” (s. 126-27)
Son cümleyi bizim tetikçi mi geçirmiştir içinden, yoksa Balzac’vari bir yazar müdahalesi midir bu? Ne olursa olsun, mümin tetikçinin Kartal Yüzbaşı’nın zaman zaman celallenip “vatan-millet-fedakârlık” naraları atmasına karnının tok olduğu anlaşılıyor:
“Zaten her zaman öfkeli görünen Kartal Yüzbaşı’nın kızgınlığında bu kez öncekilerden farklı bir şey oluğunu keşfediyor. Yenilmişlerin öfkesi bu, oyun dışına düşmüşlerin, kızağa çekilmişlerin, kendini mağdur hissedenlerin. Eski saldırganlığındaki özgüvenden eser kalmamış. “Eksilmişsin yüzbaşı,” diye geçiriyor içinden. “Daha iflah olur musun bilmem.” (…) Belli, kendince maceralı bulduğu o günleri özlüyor Kartal Yüzbaşı. Yalnızca silahını değil, kendini de bırakmış orada. Sesi de yüzü de bir parça yumuşamış olarak dönüp gitti uzaklardan. (…) Sesine sitem gelmiş, “Sen hiç operasyonlara yüzbaşıdan daha yüksek rütbeden birinin katıldığını duydun mu (…) Hiç şehit düşmüş omuzu kalabalık birini gördün mü, paşa, yarbay, general? Şehit düşen bakan, milletvekili, vali çocuğu da yok anasını satayım!” Konuştukça sesi de yüzü de yeniden sertleşmeye başlıyor: “Hep Anadolu’nun bağrından, tarlasından tapanından kopartılmış halk çocukları, kimi canından olmuş, kimi kolundan bacağından, öyle kınalı kuzular gibi yatıyorlar hastane köşelerinde. Bırak Allah’ını seversen ya! Daha da konuşturma beni! Biraz daha konuşursam beni de komünist sanacaklar!” (s. 132-33)
Sadece Hürriyet, Sözcü, Aydınlık ve Cumhuriyet okurlarından ibaret olmayan geniş bir kesimin öyle “sanmaya” dünden razı olduğunu biliyoruz. Öte yandan, Kartal Yüzbaşı’nın “sitemine” bir noktada itiraz edebiliriz sanıyorum: Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, 22 Kasım 1993’te bir PKK baskını olacağına dair “duyum” alınması üzerine Lice’ye gittiğinde, yanındaki bir subay ve birkaç askerle birlikte suikastta öldürülmüştü. Ona suikast düzenleyenlerin kontrgerilla içindeki bir başka “ekibe” bağlı olduğu da iddia edilecekti. Bir şekilde Cem Ersever’in adı karışmıştı bu cinayete. O da birkaç hafta sonra, 4 Kasım 1993’te, Ankara’da “infaz” edildi. İkisinin de “Kürt sorununa siyasal çözüm” yanlısı olduğu iddia edilen ve kendi de suikast kurbanı Org. Eşref Bitlis’in ekibinden olduğu söyleniyordu. Öyleyse o ekip hakkında pek bir hayale kapılmayanlar haklı çıktı demektir.
Devletin PKK ve Kürt siyasetiyle silahlı mücadelesinde ‘80’li yıllardan 2000’lerin ötesine kadar görünüp kaybolan ve göründükten sonra artık kolay kolay kaybolmayan başka birçok tarihsel figüre de atıflar var romanda: Yeşil, Mehmet Ağar, Korkut Eken, Arif Doğan… Ama bunları temsil ettiği düşünülebilecek roman kişilerinin hiçbiri, başrolünde tetikçimizin olduğu olaylarda dolaysız sahne almaz; Nihat Başçavuş da dahil, haklarında söylenenlerle girerler metne. Herhangi bir tarihsel şahsiyetle eşleştirilmesi en zor roman kişisi “Eğitmen”dir. Saim Baran cinayet emrini veren ve sonra da onu gözlerden uzak kalmak üzere Antalya’ya gönderen odur. Ama eğitmenin de tek başına sahne aldığı ve hareketlerini izleyebildiğimiz herhangi bir bölüm yoktur. Cinayetten sonra “görev tamam” demek ve talimat almak için “Diyarbakır’da merkezin özel hattını aradığında” işittiği ses, “beklediği operasyon amirine” de ait değildir:
“Televizyonda haberleri okuyan spiker gibi tane tane konuşurdu hep, lafları düzgün, söyledikleri anlaşılırdı, bir şey anlatırken karışık laf etmez, zihin bulandırmazdı. Eğitmen dedikleri, herkesin çekindiği kişiydi bu. Yüzüne bakarak yaşını tahmin edemez, kendi söylemedikçe niyetini asla anlayamazdınız. En öfkeli anında bile buz gibi donuk gözlerle bakardı. Gözlerini hiç kırpmayan biriydi Eğitmen. (…) arada bir ortadan kaybolur, neler yaptığı bilinmez, sonra birdenbire ortaya çıktığında da kimseye tek bir laf etmezdi. (…) birimdeki kimseye gözle görülür bir şey yapmadığı halde herkes ondan ürkerdi. (…) Amerika’da okumuşluğu varmış onun. Bu yolların hepsini orada öğrenmiş diyorlardı.” (s. 60-61)
Kim olabilir bu tipin “gerçek hayattaki” karşılığı? Korkut Eken’in Vikipedi’deki kısa biyografisinde 1984’te PKK ile mücadele başlar başlamaz genç bir subay olarak Eruh ve Sason bölgesine gönderildiğini okuyoruz. Sonra 1987’de kendi isteğiyle emekliye ayrılıp önce MİT’te sonra emniyette özel hareket komutan ve eğitmenliğine geçmiş. Bu yıllarda “PKK ile mücadelede Güneydoğu’da bazı nüfuzlu aşiretleri silahlandırıp örgütlediği” de belirtiliyor aynı yerde. Ama “Amerika’da okumuşluğuna” dair bir bilgi yok. Ya Mehmet Eymür? Onun da koyu renk gözlükleri vardı… Bir sergi açılışında, belki Contemporary, etrafa masum masum, suçlu suçlu gülümsüyordu, alı al moru mor… Ama romanda nasıl bazı tarihler ve mekânlar daha yoğun bir kronotop (Bahtin) oluşturmak üzere iç içe geçiyorlarsa, zaten birbiriyle değiştirilebilir olan bu “elemanlar” hakkındaki bilgilerle de bir kontrgerilla kolajı yapılabilir. Birer “karakter” değil, ne yaparlarsa yapsınlar asıl işlevleri “orada” işlenen cinayetleri ve yenen akçeli haltları işaretlemek olan tabelalardır.
Cinayetten sonra birinci kısmın sonuna kadar başka önemli bir olay yaşanmadan ama imanlı tetikçinin kafasındaki soru işaretlerini dağıtacak bir aydınlanma da sağlanmadan ilerleyecektir roman. Bu paranoid erginleşme süreci aynı zamanda bir ruhsal işkencedir tetikçi için, farkına varmadan müptelası haline geldiği bir işkence. Eğitmen, onu Alanya’ya gönderirken, “benden haber bekle” demiştir. Tetikçinin “dağdakilerin” arasına sızdırılacağı söylenmektedir bir süredir. Belki de bu yüzden, Adana’da “dağdakilerin” ve sempatizanlarının zaman zaman uğradığı söylenen bir kahvede kısa süreliğine de olsa yüzünü göstermesi istenmiştir. Üç taraflı ajan olma düşüncesi tetikçiyi heyecanlandırır. Artık daha da “tetikte” olması gerekecektir; sınavdan hem korkan hem de bu korkuyu heyecanla, zevkle bekleyen bir ergen. Ama herhangi bir haber gelmez.
Daha sonra üçlü olacağı umulan bu ikili hayat, tetikçinin kendi zihninde yürüttüğü müzakere, değiş-tokuş, kompartmanlaştırma ve pazarlıklardan yapılmıştır. “Çözülen her sırrın ardında bıraktığı boşluğun başka bir emniyet harcıyla doldurulması farzdı. Cihadın Askerleri’nin etraflarına ördükleri duvarlarda hiçbir gedik bırakmamak lazımdı. Hoca’ya gönderdiği askeri binalara ilişkin krokiler arasında Şehitlik semtindeki asayiş komutanlığı karargâhının krokisi de vardı. Bu yeni hayatında namaz saatlerini kaçırsa, tesbihat, dua ve zikri ihmal etse bile, cemaate yaptığı bu çeşit uyarıların bir çeşit ibadet olduğunu düşünüyordu.” (s. 141-42) Daha önce çıktığı “infazlarda” Cihadın Askerleri’nin talimatına uyarak “tek kurşunla işi bitirirken sonraki zamanlarda JEM adına yaptığı infazlarda üç kurşun sıkmayı âdet edinmişti. Ona göre, bir bedende iki kişi olarak yaşadığı bu hayat ona her şeyi ayrı ayrı tasnif etmeyi, öyle düşünüp öyle yaşamayı dayatıyordu artık. Hakiki kimliğini derisinin altına gömmeyi öğrenmiş, kendi deyişiyle kalbine fermuar çekmiş, kendini JEM’e emanet etmişti”. (s. 141) John LeCarré’nin casuslarından farklı olarak, bizim imanlı tetikçinin “hakiki” aidiyeti sabittir, herhangi bir ikircim yaşamaz. “JEM içinde kabul görmek başlangıçta kolay olmamıştı tabii” diye devam ediyor tetikçinin iç konuşması:
“JEM içinde kabul görmeye başladığı ilk döneminde Cihadın Askerleri’yle geçmişini bilen bir-iki kişiyi rabbin affına sığınarak bizzat kendi eliyle ortadan kaldırmış, bu cinayetlere mürtet örgütün [“dağdakiler” – o.k.] işi süsü vererek kendini güvene almıştı. Bu cinayetlerden Hoca’nın bile haberi yoktu. Tâbi oldukları şeriatın karakteri gereği her eylemin mutlaka Şûra’nın fetvasına dayanması gerektiğini, nefs-i müdafaa dışında Şûra’dan fetva almadan kimseyi öldüremeyeceğini biliyordu. Ama kendisi için, dava için, Allah için doğru olanı yaptığına inanmıştı. (…) ona kalırsa o günah işlememiş, geçmişini mühürlemenin gereğini yerine getirmişti sadece. (…) Ölenlerse dava uğruna şehit sayılırlardı, ahirette karşılaştıklarında kendisini affedeceklerinden zaten emindi.” (s. 143)
İnanç harcı bütün gedikleri dolduruyor, ahlaki belirsizliğe fazla yer kalmıyor. (Geçmişteki Aclan Sayılgan tipinin bugünkü bir eşdeğeri acaba aynı konuda nasıl bir roman yazardı, diye düşünmedim değil. Kim mi Aclan Sayılgan? Bir zahmet Google.)
Kitabın ikinci kısmına başladığımızda kendimizi başka bir mekânda, başka tür insanların perspektifine yerleşmiş olarak buluyoruz. İstanbul’da, bazıları gazeteci olan genç bir grup ve onların Diyarbakır’da “Rojda” adlı gazeteci arkadaşları. Cihadın Askerleri üzerinde çalışıyorlardır. Sonra, 17. bölümde, yukarda aktardığımız iştahlı yemek sahnesinin devamında Eğitmen’in Nihat Astsubay’dan kuşkulandığını görürüz, acaba Agit niye görünmemiştir, Nihat Astsubay’la Agit arasında bir şeyler ters mi gitmiştir de Başçavuş bizim tetikçiye eli değmişken Agit’i de öldürmesi emrini mi vermiştir? “Eğer durum böyleyse bir sonraki aşamada bu kez de tetikçiyi ortadan kaldırması için gizli bir Alanya planı yapmış olabilir miydi? Dahası, bu konuda tek başına mı hareket ediyordu, arkasında birileri daha var mıydı? Bütün bunlarda en ufak bir doğruluk payı varsa bile Alanya’daki elemanın hayatı tehlikede demekti. Suya atılan taşın giderek genişleyen halkalarını görür gibi oluyor. Alanya’da Doğrulayıcı olarak görevlendirdiği Cüneyt’i bu konuda uyanık tutmanın bir yolunu bulmalı.” (s. 177) Evham sadece Kürt tetikçiye ait değildir, bu mesleğin en düşük düzeyinden (“haber elemanı”) en yükseklerine, daire şeflerine kadar herkesin ikinci doğası olmuştur: “Zihni zehirleyen soruların burgacında kapıldığı düşüncelerin hızından ürküp birden koridorun ortasında hızlı bir fren yapar gibi zınk diye duruyor. ‘Yok yok, iyice saçmalıyorum’ diyor içinden.” Mesleki deformasyona veriyor bu kuruntularını, “Hep söyledikleri gibi, koruduğu kadar yanıltır da.” (s. 178) – Şu var ki imanlı tetikçinin ağır ve şaşmaz bir nedensellikle (yoksa teleoloji mi demeli, ereksellik?) kendi sonuna yöneldiğini hissediyoruz. Çark dönmeye başlamıştır. Su testisi su yolunda…
Bunu izleyen bölümün başlığı “Masanın Etrafı”dır. “Diyarbakır Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı’ndaki odanın havası ağır, basık, yapışkan; masanın etrafındaki yüzler gölgeli.” (s. 179) LeCarré’nin Köstebek’inin açılışında ve başka romanlarında olduğu gibi, bütün malum şüpheliler, emniyetten, istihbarattan, KKK’dan, candarmadan ve belki Atom Enerjisi Enstitüsü’nden (Dr. Strangelove!) veya Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nden kocabaşlar toplanmıştır masanın çevresinde. (LeCarré de bu bölümde anılır. Eğitmen adına, “Burada işler o severek okuduğu o John LeCarré romanlarındaki gibi yürümüyordu maalesef!” denir. Norveç olmadığımızı bir kez daha esefle hatırlarız. Sonra Graham Greene’in de adı geçecektir. Bugün okuyan kaldı mı?) Eğitmen masadakileri (bir kısmı kendisinin üstü) “donuk bakışlarıyla” süzerken hepsinin kirinin farkındadır.
“Toplantının bir yerinde, JEM adına ortalıkta fazla dolaşmaya başladığının dile getirilmesiyle birlikte göz ucuyla da olsa dikkatlerin yeniden kendisine yöneldiğini hisseden Eğitmen bu kuşkulu bakışları, gücünü serinkanlılığından alan bir ustalıkla savuşturmayı beceriyor. (…) Masadakiler tarafından kendini beğenmiş, burnu büyük, soğuk bir adam olduğunun kendisi de farkında, doğrusu biraz da işine geliyor bu durum, ondan uzak durmalarına yarıyor. İçlerinden birinin, “Adamın bakışları insanın içini üşütüyor” dediği kulağına çalınmıştı bir keresinde, bunların arasında soğuk, kayıtsız bir İngiliz gizli servis ajanı gibi görünmek hoşuna gitmişti. Zaten Amerika’dayken de onu İsveç ajanlarına benzetmelerine alışıktı.” (s. 183-84)
İstihbaratçılar, acar hariciyeciler, “realist” dış politika yazarları, kontrgerilla mensupları, okulda uluslararası ilişkiler dersleri veren yetersiz maaşlı hocalar, mafyaların en kıytırık yanaşmaları ve Ece Ayhan’ın dediği gibi “ile bile muhbirler!” – bütün bu müzahrefat hiç roman okumasa da romanssız yapamaz. Eymür veya eski şefi Hiram Abas (kim demeyin, koskoca Google var) hiç Joseph Conrad okumamış olabilirler, ama hepsi kendi “efsanesinin” içine sarınma ihtiyacını hissetmiştir, padişah kaftanı gibi.
Saim Baran cinayeti masada buluşan kişi ve kurumlarda belli bir telaş yaratmıştır, herkes hem bu operasyonun manevi getirilerinden sebeplenmek, hem de kendi üstüne başına kan bulaşmasından kaçınmak ve konumunu sağlama almak istemektedir. “Ne zaman örtbas edilemeyecek bir hasar ortaya çıksa, her birimin sorumlusunun ağzındaki baş cümle, ‘Aman bu hadise benim masamda patlamasın’ oluyor.” (s. 182) Bu kez JEM’in kurucu çekirdeğindeki “Metin Ercan” tipinin (Arif Doğan? Veli Küçük?) Suriye muhaberatındaki isimlerle ortak uyuşturucu ticareti ve Özel Harekât Daire Başkanvekili’nin “karanlık ilişkileri” saçılmıştır ortalığa. (s. 185) Eğitmen’in “gördüğü kadarıyla her biri sahip olduğu bilgileri ortalığı ateşe vermeyecek, ama karşı tarafta kaygı uyandıracak biçimde elinde tutup bekletiyor, ama yeri ve zamanı geldiğinde kullanmaktan çekinmeyeceğini sezdiriyordu”. (s. 182) Eğitmen, soğukkanlılığıyla bu çatışan çıkarları bütünleştiren “üst akıl” gibi davranır, bununla da gurur duyar.
Burada kim olduğu konusunda pek kuşku duyamayacağımız bir figür de beliriyor: “Sağda solda ‘Altında devlet imzası olmayan işlerin altına imza etmem,’ diye övünüp durmasıyla tanınan, eski usul, fazla kuralcı askerlerden biri, uzun bir söyleve başlayacakmış gibi boğazını gürültülü biçimde temizleyip yüzüne gereken azami ciddiyet ifadesini verdikten sonra, ‘Bölgede bazı adı konmamış güvenlik birimlerinin durumlarının sallantılı olduğunu idrak etmesi gerekiyor,’ diyerek söze başlıyor.” (s. 188) Bu sözün, Jandarma ve TSK’nın içinde yarı-resmî bir birim olarak kurulduğu söylenen JİTEM//JEM’i hedef aldığı besbellidir. “Eski Hollywood yıldızlarını andıran bir yakışıklılığı var” diye betimlenen bu figürün 1993 Eşref Bitlis karambolünde bir suikastta öldürülecek Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın olduğunu tahmin edebiliriz. Sözlerine şöyle devam eder: “İçişleri Bakanlığı’ndan onay, Genel Kurmay’dan görüş ve destek almadan kurulmuş ve kâğıt üstünde kaçak görünen bu birimlerin pervasız hareketleri terörle mücadeleye büyük zarar verir, bölge halkının desteğini önemli ölçüde [!] kaybetmemize neden olabilir.” (s. 188) Bu insanlar “bölge halkının” korkusunun da değil, düpedüz desteğinin hâlâ “bir ölçüde” arkalarında olduklarına ciddi ciddi inanıyor olabilirler miydi? 28 Şubat’ta, 15 Temmuz’da filan niçin çuvallamış oldukları anlaşılıyor. (Bari para kazandılar mı, çocuklarına han hamam bıraktılar mı?) Eğitmen, kendisi de belki Mülkiye veya Hukuk değil de Harbiye mezunu olsa bile, zekânın daha yüksek katlarında gezindiğine inanmaktadır. “Daha gizli kapaklı operasyonların konuşulduğu az kişili toplantılarda masanın çevresindekiler (…) birer suç ortağını andırırken, daha geniş kadrolu böyle masalarda herkesin takındığı bu yargılayıcı pozlar içten içe eğlendiriyor Eğitmen’i.” (s. 189) Masadan insan manzaraları:
“Şişkin yanaklarında kılcal damar çatlakları belirgin biçimde göze batan komutanlardan biri [Küçük?] biraz nutuk çeker gibi bir havada bazı şeylerin basına malzeme olacak şekilde yapılmaması gerektiğini söylüyor. (…) Önce oradan bir şey okuyacakmışçasına dikkatle açtığı dosyaya sonra hiç bakmadan konuşmasına devam eden bir emniyet yetkilisinin gereğinden büyük ademelması o konuşurken sürekli kabarıp iniyor [Hanefi Avcı?]. Toplantıya MİT adına katılan, masadaki herkese yüzünün yumuşak hatlarını telafi etmeye çalıştığını düşündüren öğrenilmiş bir sertlik ifadesiyle bakan yetkilinin gözleri konuşulanlara odaklanmak yerine dinleyenleri içlemeyi tercih ediyor. [Eymür?]” (s. 187)
Bu toplantıdan sonra olayların akışı hem hızlanacak hem de biraz “ani” ve kesikli bir ritim edinecektir. İstanbullu arkadaşları, Diyarbakırlı gazeteci Rojda’yla görüştükten sonra genç kadın kaybolur. İlk kısımda hiç geçmeyen ve daha sonra geçeceği de hissettirilmemiş olan kişiler ve mekânlar birdenbire romana dahil olurlar. Bunlardan biri de 20. bölümde Alanya’da bir dernek toplantısında karşımıza çıkan “Göktürk” adlı delikanlıdır. “Cabbar Ağbisi” tarafından şöyle takdim edilir, ülkücülerden oluştuğu tahmin edilebilecek bir topluluğa: “Bakın arkadaşlar, şu genç arkadaşımıza dikkatle bakın! Tam bir Türk yiğidi! Orta Asya bozkırlarının timsali bir erkek siması! Adeta kızıl elmayı hatırlatan bir kafa yapısı. Dar bir alın, birbirine yakın çatık kaşlar, çukurda kalmış kısık gözlerde düşmana aman vermeyen kartal bakışlar (…) İşte karşınızda şehit ağabeyinin aziz hatırasıyla bizi bir kat daha şereflendiren bir Türk, Göktürk kardeşimiz!” Genç adam da hem “göğsü gururla kabarır” hem de ağabeyinin ölümünü hatırlatan sözler içinde “hüzünlü bir sevinç” uyandırırken, “Tanrıdan şu an derneği dolduranların yüzünde gördüğü takdir ifadesine layık olacağı günü nasip etmesini diliyor. Ahdı var, ölürse onu ağbisinin yanına gömecekler.” (s. 196-97) Göktürk’ün ağabeyi, Hakkari’de PKK ile çatışmada “teröristler tarafından şehit edilmiştir ve kendisi de bundan sonra durgunlaşmış, insanlardan biraz uzaklaşmıştır. (s. 198) Şu pasaj, kişinin aidiyet ve özdeşleşmelerinde güce sığınma ihtiyacı kadar, bedensel, belki “estetik” olarak nitelenebilecek bir mekanizmanın da rol oynadığına dair keskin bir gözlem:
“Göktürk yüzünde asılı kalmış kararsız bir gülümsemeyle etrafını kuşatanlara bakarken onlarda ağbisinin pozlarına benzer haller olduğunu görüyor, bunun getirdiği yakınlık duygusu iyi geliyor, kendini güvende hissediyor. Ağbisinin ölümünden sonra kendisinin hiçbir pozu olmadığını fark ederek, buraya daha çok gelmeye karar veriyor. Bu kararı verdiği an içinde eksik olan bir şey tamamlanmışçasına güvenle yerleşiyor kendine, şimdiden beğenir gibi oluyor bu yeni kendini.” (s. 197)
Giorgio Agamben, Çocukluk ve Tarih’te ve başka metinlerinde de insanların “pozsuz kalmalarının” yarattığı huzursuzluğa, hatta dehşet duygusuna değinir. Genç Göktürk de dernekte karşılaştığı insanlarda “ağbisinin pozlarını” hatırlatan havalar gördüğünde rahatlıyor ve belki ilk kez kendi gövdesine “yerleşiyor”: artık beğenilecek bir şey olmuştur bu yeni “kendisi”, kalıbını doldurabilecektir. Freud’un terimiyle, ego idealine benzemeye başladığını hisseder.
“Cabbar ağbi” yanına gelen birine “Göktürk kardeşimizle daha fazla ilgilenmesini” söyler. Sonra delikanlıya dönüp, “Sen zaten bir komando çocuğu değil misin;” der, “Rahmetli babanın da bir ayağı hep ocağımızda değil miydi?” (s. 198) Ama dernek sahnesi çok kısa sürer, sonra gazetecilere geçilir. (Bölüm 21, “Rojda’nın Dosyasındakiler”) Rojda’nın “dosyaları” arasında, öldürülen Kürt aktivist ve gazeteciler yanında, adı geçmese de 2009’da Ankara’da arabasının yanında ölü bulunan emniyet müdürü Behçet Oktay’a dair bilgiler de vardır: “Şu geçen ay arabasında intihar ettiği söylenen eski özel harekât daire başkanı için kurulan tezgâhı hatırlarsın. Adam solakmış ama tabanca sağ elinde bulunuyor. Üstelik görgü tanıkları adamın yanında birini gördüklerini söylüyorlar.” (2006) 1993’ün “karanlık cinayetleri” çok yoğunlaşmış bir kronotop olarak 2000’li yılların siyahlıklarını da çekmiştir kendine – ya da tersi. Kişiler de teleskopik bir hareketle bir yer-zamandan ötekine nakledilir. Bu değişmezliği canlandırmanın başka yolu var mıdır ki?
Bizim tetikçiyle ancak son üç bölümde, 232. sayfadan itibaren tekrar birlikte olacağız. Alanya’ya varmış ve Selamet Çay Ocağı’nda cemaatin irtibat noktası “Seyfullah” adlı kişiyi bulmuştur. Hoş-beşten sonra, adam ona, “Buralar medeni yerlerdir, dediklerine bakma sen,” der, “burası da savaş meydanı. Buranın insanı kinini karnında tutar. Kendine mukayyet ol. Kürtleri sevmiyorlar biliyorsundur. Kendini belli etme. Turist mevsimi çalışmaya gelen Kürtlerin mevcudiyeti şehirdeki tansiyonu yükseltiyor. Hem burada gördüğün her Kürdü de bizdendir bilme. Dağdaki mürtetlerle gönül bağı olanlar çok.” (s. 240) Bu sırada onları başka bir kişi uzaktan izlemektedir, daha önce tanıştığımız “Cabbar Ağbi”dir bu. Yanındaki kişiye bu ikiliyi takibe almasını söyler, “yaşlı olanını tanıyorum, çaycı Seyfullah, bir yanlışını görmedik ama Kürt, genç olanı içime nedense kurt düşürdü”. (s. 241) Tetikçiyse Seyfullah’tan ayrıldıktan sonra Agit’i aramış, Agit’in bir kalp rahatsızlığı yüzünden hastaneye kaldırıldığını öğrenince “aklından geçen karanlık ihtimallerin yükünden” kurtularak rahatlamıştır. Sonra Eğitmen’i arar, onun kendisine bir Alanya’da birinin telefon numarası bıraktığını öğrenir, Eğitmen’in istihbarat jargonuyla “Doğrulayıcı” dediği adamdır bu. Adam, “buradaki Doğrulayıcın benim, der ona, “başın bir şekilde derde girerse, misal polise falan düşersen, burada gizli görevde olduğunu doğrulayacak olan kişi benim.” (s. 244) Adı Cüneyt’tir, Kürt’tür ve asker değil polis olduğu anlaşılır. “Türkçesinin düzgünlüğünden Kürt olduğunu başta anlamadığı adamın gösterdiği yakınlıkta, Kürt olmalarından kaynaklanan bir soydaşlık duygusundan çok, ikisinin de devlet adına gizli işlerde çalışmasının payı olduğunu düşünüyor.” Yolda yürürlerken çok eski ve bakımsız bir cami görüp içine girer, camiye bakan adamla konuşur, sabah namazını orda kılmaya karar verir. Cüneyt’in onu bıraktığı evdedir şimdi, çekyatın kenarına ilişmiş:
“Son birkaç günün olaylarını kafasında bir sıraya sokmaya çalışıyor. İçinde hiçbir duygu ve düşüncenin tek başına öne çıkmasına izin vermeyen karmaşanın ortasında nedenini bilemediği bir huzursuzluk, bir şeylerin yanlış gittiğine dair bir his dolaşıp duruyor. Ağzının acılaştığını hissediyor. Sonra olayları kafasında sıraya dizmeye çalışmaktan vazgeçip bir süre hiçbir şey düşünmeden, sadece belindeki tabancayı değil, aynı zamanda kendini her an tetikte tutan zihnindeki tüm silahları çıkarıp yatağa uzanmak, gözlerini kapayıp dinlenmek istiyor. Kendi bilmese de vücudu biliyor: Sürekli etrafta tehlike işaretleri aramaktan, gördüğü her şeyi kayda almaya çalışmaktan yorgun düşmüş beyni ve dikkati ancak kapalı bir odanın güvenli ortamında sakinleşebiliyor.” (s. 249, a.b.ç.)
“İçinde nedensizce dolaşıp duran bir his”: kaygının devinim tarzının özlü tanımı. Belli bir nokta veya bölgede sınırlanıp denetim altına alınması çok zor bir duygulanım. “Cihadın Askerleri için Saim Baran’ın ölümü bir münkirin daha ortadan kaldırılması gibi sıradan bir hesap kesmeydi sadece, lakin devletin bu işten beklediği neydi? Ya da JEM yukarıdan habersiz kendi hesabına göre bir iş görmüş olabilir miydi? Bunu belki de hiçbir zaman öğrenemeyecek. Yalnızca dağların, dağdakilerin değil devletin de kendi mağaraları, dehlizleri var, oralarda kayboluyor insan. Acaba bu iş büyürse ucu kendine dokunur muydu? (…) Tam tatlı bir uyuşukluk içinde kendinden geçiyorken, birdenbire gözlerini nedensiz bir ürküntüyle açıp bakışlarını tavana belli belirsiz bir kaygıyla dikiyor.” (s. 250) Bütün bu boğucu, cevapsız sorular kafasında cirit atarken uzaktan Cabbar’ın adamı Kadir’in kendisini izlediğinin farkında değildir.
Çark dönüyor, her şey varacağına mı varıyordur, su testisi su yolunda mıdır? Öyle gibi ilk bakışta. Belirsizlik duygusu da tam tersine katı bir belirlenmişliği, bir kaçınılmazlık hissini güçlendirir. Tetikçimiz, bütün bildung’uyla, “görev başı eğitiminin” ağır bagajıyla bir uyurgezermişçesine kendi sonuna doğru ilerliyor gibidir. Saim Baran suikastını planlayanların sonunda onu da harcayıp araziyi temizlemeleri beklenir. Ama öykünün bu son diliminde, böyle bir determinizmi hafifçe boşa düşüren bir kıvrım, bir kırılma giriyor işin içine.
Cabbar’ın Kadir, tetikçi çıktıktan sonra camiye gidip oradaki yaşlı adama yabancının ne istediğini sormuş ve tetikçinin sabah namazına oraya gelebileceği sonucuna varmıştır. Tetikçi kötü bir rüyanın etkisi altında uyanır: “Cemaatin ‘yanmış’larından biri olarak görmüştü kendini. Deşifre olmuş, açığa çıkmış, kenara çekilmiş, Allah’a karşı vazifesi yarım kalmış biri olarak…” (s. 252). Camiye vardığında içerisi boş gibidir, namazlarını kılıp çıkan iki-üç kişiden sonra orada sadece kendisi kalır. Kaza namazlarını da acaba şimdi mi kılmalıdır?
“Hiç kalkıp gidesi yoktu. Caminin güven veren, içini yatıştıran bu huzurlu, tanıdık havası iyi gelmişti, kaç gün sonra kıldığı bu huzurlu sabah ruhunu yatıştırmıştı, nasıl olsa vakti boldu, burada geçireceği zamanı uzatmak istedi, ayrıca kendini bu sabah her zamankinden zinde hissediyordu, birkaç kaza namazını arka arkaya kılma kararı vererek ruhunu ve bedenini karnının en derinliklerinden aldığı nefesle hazırlayıp tekrar namaza durdu. Alnını secdeden ilk kaldırıp dizleri üstünde doğrulacağı sırada arkasında belli belirsiz bir hareketlenme hissedip sol omzunun üstünden geriye dönüp bakacak gibi olduğunda kapıdan vuran ışığın hatlarını belirsizleştirdiği, çocuk değilse bile, çocuk yaşta birinin silueti ilişti gözüne.” (s. 253)
Sabahın köründe bu “sabiyi” camiye getiren “iman kardeşliğinin huzuruyla tam yeniden önüne dönecekken her şey anlaşılmaz bir hızla geliş[ir].” Horozun kaldırılmasının “tırık” sesiyle silahın patlamasını aynı anda duyar ve yine aynı anda sırtını delen kurşunu hisseder. “Adeta kendisine ait olmayan bir güçle düştüğü yerden dönüp doğrulmaya çalıştığında ikincisi, yaklaşan adımların kafasına sıktığı üçüncüsünü duyamadı, cansız bedeni seccadenin üstüne yığılıp kalmıştı.” (s. 254) İzleyen kısa paragrafta, ceset morgda birkaç gün bekletilirken cinayetin de basında gittikçe küçülen haberlerde yer bulduğu belirtilir. “Başta Eğitmen olmak üzere” bütün malum şüphelileri şaşırtmıştır bu ölüm. Gerçek kimlik gizlenir, soruşturmaya gizlilik getirilir ve dosya da “faili meçhullerin karanlık raflarına” kaldırılır. Bölümün başlığı “Her Şey ve Bir An”dır.
Birkaç romansal bükülme aynı anda gerçekleşmiş gibidir burada, hepsi de “şiirsel adalet” veya ironi ve “kaderin cilvesi” gibi fikirlerle ilişkili. Basitten karmaşığa doğru: Cemaat için işlediği cinayetlerde tek kurşun kullanırken JEM’e katıldıktan sonra üç kurşun sıkmayı âdet edinir ve kendisi de üç kurşunla öldürülür. Nerdeyse bütün hayatında böyle bir anda gafil avlanmaktan kaçınmaya hazırlanmış ve kurşunlar tam böyle bir anda, büsbütün savunmasızken onu bulmuştur. Daha önce “bir gün öldürüleceksem bari camide ibadet ederken olsun” diye düşündüğünü de biliyoruz; bu dileği gerçekleşir ama tam düşündüğü gibi değil. Bir uygunsuzluk vardır, Tanrı’ya karşı görevini “tamamlayamadan”, hazırlıksız bir anda, her şeyi yarım bırakarak ölür. Bir rastgelelik veya felsefi terimle bir “olumsallık” vardır ölümünde. Sonunda korktuğu başına gelmiş, onu kullanan “irade” uyarınca Alanya’ya öldürülmeye, “faili meçhullerden biri” olmaya gitmiştir, ama aslında fail ne meçhuldür ne de JEM/kontrgerilla planlamasının bir öğesi. Genç Göktürk’tür tetiği çeken. Herkesin Hrant Dink suikastı sırasında tanıştığı beyaz berelilerden biri de olsa, Eğitmen’den de, Nihat Astsubay’dan da, bütün bu “masa başı planlamalarından” da bihaber bir vatan evladı. “Cabbar ağbisi” dernekte konuşurken, bu meçhul Kürt’ü daha önce de Alanya’da görüp “göz hapsine aldıklarını” ama adamın “olaylar alevlendiğinde birdenbire ortadan kaybolduğunu” söylemiş, o da Kadir’den ona Kürt’ün kaldığı evi göstermesini istemiştir. Bir “infaz” emri filan yoktur ve ülkücülerin hiçbiri bu adamın bir JEM tetikçisi olduğunu bilmiyordur. 28 Şubatçı bir orgeneralin dolaşıma soktuğu o deyimle “durumdan vazife çıkarmak” bu vatan evladına düşer. Son iki cümle: “Gecenin bir vakti Kadir ağbisinden adamın kaldığı evi göstermesini istediğinde ne yapacağını anlamışlar mıydı acaba? Her neyse, şimdi dönüp Cabbar ve Kadir ağbilerine adamı temizlediğini söylediğinde çok şaşıracaklardı.” (s. 255)
Bir planın, bir teleolojinin sonucunda ölmüyor tetikçimiz. Cinayet emrini ne Nihat Başçavuş ne de üstleri veriyor, Alanya’daki ülkücü grubun aldığı bir karar da değil. İki tarafı da “şaşırtacaktır” bu ölüm. Plan dışıdır. Korkarım, hep teleolojik bir nedenselliğin buyruğunda düşünmeye koşullanmış okurları, özellikle solcuları çok tatmin etmeyecektir böyle bir sonuç. Olumsallık genellikle bizim başa çıkabildiğimiz bir fikir veya durum olmamıştır. Şüphesiz, Rakel Dink’in o çok etkili “bir çocuktan bir katil yaratan toplum” sözüne referansla yine de daha büyük determinizmin işlediğini iddia edebilirler. Olabilir, ama olumsallıkla sarmalanmış, çeşitli rastgeleliklerle delik deşik olmuş bir determinizmdir bu.