Esra Yalazan, "Erkekler, Yalnızlıklar ve Hikâyeler", artigercek.com, 26 Aralık 2021
“Erkeklerin kendilerine özgü dünyaları” ifadesi bir an için onların başka bir türe ait olduğunu söylüyor sanki. “Kadınların kendilerine özgü dünyalarının” doğasını düşününce müstehzi bir tebessümle kıvrılıyor dudaklarım. Ben de o vahşi ormanda yaralayarak ve kanayarak hayatta kalmaya çalışanlardan biriyim.
Türler arası akışkanlığın kesintiye uğradığı loş bir yer var. Duyguların baskın “hayatta kalma” dürtüsüyle kuruduğu bakımsız bir bahçe orası. Toplumsal rolleri ve cinsel kimlikleriyle birbirlerinin hayatlarına, ruhlarına, bedenlerine sokulmaya çalışan kadınların, erkeklerin, dikenleriyle kendi üstlerine kapanan kızgın kirpiler misali duygularını perdelemelerini izlemeyi seviyorum. İnsanın terk edemediği, kavrayamadığı hakikatinin tohumu orada saklı çünkü.
“Erkeklik hallerini” yazan erkek yazarları okuduğumda zihnime üşüşen soruları az çok biliyordum; İçlerinde yaşayan kadınlar hikâyelerin neresinde saklanıyor? Yazarken kendilerini yeniden keşfedecek kadar derine inmeye cesaret edebiliyorlar mı? Edebiyatın sarp uçurumundan aşağıya bakarken zaaflarıyla nasıl yüzleşiyorlar? Yazarken cinsel kimliğiyle, bilinciyle aralarına mesafe koyabiliyorlar mı? Öteki cinsin diliyle yazma sürecindeki kırılmalar yazanı nasıl değiştiriyor?
Günlerdir başucumda duran kitaptan seçtiğim hikâyeleri okurken daha daha geniş bir sorum olduğunu fark ettim; Erkeğin duygu dünyasını resmetmek ve orada derinleşmek neden daha zor? Yoruma açık bu sorunun net bir cevabı yok. Yazarın, erkeğin duygularını ifade ediş tercihi okuyana bir fikir verse de zorluğun sebebini tam açıklamıyor. O sert kabuklu dünyanın kapısını aralamak yaşarken de kolay değil.
Erkek, görünmesine müsaade etmediği “mahcup duygularla” saklambaç oynadığında biraz çocuklaşıyor sanki. Hemcinslerini ve kadınları güldürüyor, korkutuyor, yoktan var ediyor, hüsrana uğratıyor, takıntılı bir sevda hikâyesine dönüştürüyor, hırpalıyor, dinlemeden konuşuyor, güç gösterisiyle kıyasıya savaşıyor ve bazen kendi geçmişiyle beraber her şeyi büsbütün unutuşa terk ediyor. Kadın da bunları yapıyor elbet. Farkı belirleyen yaşayışlarındaki “açıklık” mesafesi, şeffaflık ve dili kullanma biçimi.
Edebiyat, türler arası keskin ayırımları belirleyen çizgileri kısmen eritir. Erkeklik hallerinin edebiyattaki yansımasıyla koyu yalnızlıkların gölgesinde, sade bir sessizlikte, yakıcı bir özlemin sesinde ya da kaçak tavrında karşılaşmak mümkün.
Jean-Louis Fournier, yalnızlığı melankolik bir kara mizahla tarif ettiği anlatısının başında edebiyattaki tezahürünü tarif ediyordu;
“Hayatım kötü gittiğinde neden mutsuz olduğumu yazıyorum, böylece ruh halimle dalga geçmeyi başarıyorum. ‘Bizi dinleyecek kimse olmasaydı, yalnız kaldığında bir insanın neler düşündüğünü hiçbir zaman öğrenemeyecektik.’ Yalnızlık üzerine bir kitabı iki kişi birlikte yazamayız.”
Yalnızlık, edebiyatta, felsefede hakkında en çok düşünülen, yazılan kavramlardan birisi dolayısıyla sınırsız yoruma ve klişe tespite de açık. Bir duygu, fikir veya tercih olmanın ötesinde insanlık hallerinden en yakıcı olanı belki de. Yalnızlığın farklı biçimleri ve muhtemel sebepleriyle yüzleşme çabası, insanın kendisine dönük uzun ve zorlu bir keşif yolculuğuna çıkmak demek aynı zamanda.
Toplumsal bir varlık olan insanın başkalarına duygusal ve entelektüel ihtiyaçlarla bağlanması kaçınılmaz. Yalnızlığı tercih edenlerin onaylanmak için “ötekine” sokulması da anlaşılır ancak bizi başkalarına iten ve aynı zamanda “mesafelenmeyi” arzuladığımızda uzaklaştıran çelişkiyle ciddi bir sorunumuz var. Bu zıtlık hırpalamaya başladığında genellikle teslim olup yalnızlıkla bir tür aşk-nefret ilişkisi yaşıyoruz.
Mesele “erkek yalnızlığının” evrensel yanlarına değinen hikâyeler olunca, bu çelişkinin üzerini kaplayan kalın örtünün kımıldayışı, kimi durumlarda açılmak için dalgalanışı bazen de çıplak kalışı görünür hale geliyor.
‘Erkekler Yalnızlıklar’ seçkisini hazırlayan Murathan Mungan, farklı kuşaklardan yazarların, farklı sosyal kesimlerden ve sınıflardan erkeklerin dünyalarını tasvir eden hikâyeler için yazmış:
“Kendisine öğretilmiş erkekliğin içinde tutuklu kalmış, bir türlü bunun dışına çıkamayan erkeklerin farkındalık bilinci taşımayan yalnızlığı en yaygın yalnızlık çeşitlerindendir. Bu nedenle seçkide erkeklerin içine kıstırıldıkları koşullarda izdüşümler içeren öyküler bulunmasına özen gösterdim… Gündelik yaşamın akışında pek çok gözün sahibine sıradan görünen rasgele kişilerin derinlerindeki yalnızlığa ancak edebiyat, sanat ışık düşürür”. Dediği gibi yalnızlığın görünen ve görünmeyen yüzlerinin “adını koymak” bir farkındalık bilinci gerektiriyor.
Peki erkek veya kadın, yazarlar yalnızlığın muhtelif veçhelerini nasıl resmediyor? Her birinin yaklaşımı farklı olsa da “erkek” hikâyenin merkezinde durduğunda yazar okurla asla doldurulamayacak büyük bir boşluk hissinde buluşuyor gibi geliyor bana.
Türkçe edebiyatın sevilen romanlarından ‘Aylak Adam’ın kahramanı C, bunaldığında “Dünyada gereğinden fazla kadın vardı ama yalnız bir teki yoktu” diyerek isyan ederken, insanların kendilerini düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadığını ve bu nedenle anlayışsız olduklarını söyler. Onu hırpalayarak yalnızlaştıran toplumdan evvel hayatını kuşatan yalnız erkek olma bilincidir.
Erkeklerin “yalnızlık” etrafında dolaşan hikâyelerini okurken o “zindanın” karanlığını aktaran romanlar geliyordu aklıma. Sandor Marai'nin ‘Yürek Yangını’ndaki kahramanı, erkekler ve kadınlar arasındaki her şeyin farklı olma konusu üzerinden geliştiğini, böylece insanlığın iki ayrı parçaya bölündüğünü söylüyordu. Ama hemen sonrasında sorunun erkek veya kadın olmaktan ziyade “benzer” olmakta saklı olduğunu da hatırlatıyordu;
“Hayatın en büyük gizemi ve en kutsal hediyesi iki ‘aynı tür’ insanın karşılaşmasıdır”.
Evet, bu tür karşılaşmalar nadirdir. İnsan, karakterini oluşturan farklılığını değiştiremez ama bu farklılığın neden olduğu yalnızlığın örtülü yüzlerine bakarak koşulların öteki cinsin sıkıştırdığı yeri hissedebilir belki. Ne de olsa bütün erkekler bir kadının çocuğudur ama hiçbir kadın bir erkekten doğmaz.
Okumaya Ayfer Tunç’un sarsıcı öyküsüyle başladım; “Ya ölecektim, ya eski yaralarımdan doğacaktım yeniden. Eski yaralarımdı benim kadınlar. Yok kadınlar…Çürümüşlüğümdü, hayatımın bir demet ot gibi kurumasıydı kendi kendine;… Korkaklığımdı, sinmişliğimdi, kendi içime dönmüşlüğümdü”.
Değersiz hisseden erkek karakter sessizliğinin girdabında yaşıyor ve olmayan kadın hikâyeleriyle dolu hayallerle sürüklenirken parçalanıyordu. Sıradan hayatından sıkıldığı ve etrafındaki erkekler gibi yaşamak istediği için kendine trajik bir kader inşa etmişti. Karısını olmayan hatıralarla üzmek hoşuna gidiyordu. Nihayet o da “erkek” gibi hissedecekti. Ne yaptığının farkında değildi. Onu sonunda anlayacaktı.
Sonra Behçet Çelik’in ‘Suskun’ hikâyesini okudum. Birbirlerini uzun zamandır tanıyan iki erkeğin konuşmalarını dinledim. Anlatıcı, arkadaşına duyurmak istemediği iç sesini, hesapçılığını, mahcubiyetini, özlemini, kıskançlığını, merakını, hayranlığını, sevgisini görelim istiyordu. Ama aralarındaki mesafe, boşluklarla, kafa karışıklığını işaret eden sıradan konuşmalarla daha fazla açılıyordu. Onları bağlayan çocukken seçilen bir yıldız ve yalnızlıklarını perdeleyen o kapalı dildi.
Diğerlerini de rasgele seçip okurken çıkışı olmayan bir labirentin içinde sıkışıp kalmış gibi hissettim. Başar Başarır, Selim İleri, Neslihan Önderoğlu, Murat Özyaşar, Vüs’at O Bener, Memduh Şevket Esendal, Uğur Nazlıcan, Ayşegül Devecioğlu ve diğerleri.
Farklı kuşaklardan 30 yazar, erkek dünyasının koyu sessizliğini, kırılganlığı gücün vahşetiyle örten kör gururunu, ketumluğun neden olduğu “ıskalamaların” şiddetini, duyguları paslı bir kilit altında zapteden sıkışıklığı hikâye ediyorlardı.
Okumayı bitirdiğime erkekler atlattıkları bütün badirelerden sonra kendilerini çürütücü yalnızlığa iten başlangıç ânına dönebilseler, “öğretilmiş erkekliğin” tasallutundan da kurtulabilirlerdi belki dedim kendime. Oysa biliyorum ki, erkeği kadından farklı kılan belirgin unsurlardan biri olan “kapalılık” sadece öğretilen bir erkeklik hâli değil. Erkek var oluşunun doğal bir uzantısı.
“Bir erkekte güçsüzlüğün ve gücün birleşmesi kadar çekici bir şey yoktur.” diyordu Andre Malraux’nun kahramanı. Ne kadar az erkek bu tuhaf hakikatin farkındadır, diye düşünmüştüm ‘İnsanlık Durumu’nu okurken. Güçsüzlüğünü utançla, korkuyla bazen öfkeli bir suçluluk duygusuyla örten erkekler, çekiciliğin bu yüzünü de görebilseler kendilerine karşı daha merhametli olabilirler miydi?
Erkek yalnızlığının edebiyattaki yansıması sadece edebi bir “yalnızlık” belagatından ibaret değil. Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ındaki kahramanının hırçın sevilme arzusunu gösteren “Ben buradayım, gör beni” yakarışı hayatın merkezinde durur. ‘Genç Werther’in Acıları’nda yaratılan “aşk ideali” yalnızlığın hazin ısrarıdır. D.H. Lawrence’ın hatırlattığı gibi, her şeyin başkalarıyla olan ilişkimize bağlı olduğu gerçeğini kabullenmek de gönüllü yalnızlığın kabulüdür. Lermentov, ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’nda sevmek isteyen kadınlardan kaçıp kendisine ihanet eden bir adamı yazarak erkekliğin zaaflarını da anlatmıştı.
Felsefeci, yazar Svendsen, ‘Yalnızlığın Felsefesi’nde’ “tek başınalığın” yalnızlıktan ayrıldığı yeri vurguluyordu. Zimmermann’ın “Gerçek bilgelik dünya ile tek başınalık arasında uzanır. Bir kişiye hakiki ihtiyaçlarını gösteren tek başınalıktır” tespitini hatırlatmasının önemli bir karşılığı var. İnsana yoldaşlık eden derin tefekkür süreçleri, kitaplar, filmler, tutkulu uğraşlar, güçlü arzular, hiçbiri nihayetinde insana yetmiyor aslında. “Tek başınalığa” olan ihtiyaç da ötekiyle hayatı tamamlama arzusu gibi hiç geçmiyor.
Yalnızlıkla “tek başınalık” arasındaki o kavurucu yerde, erkek dilinin kendi üzerine kapanışı içerden kurumuş ağaçların çıtırtısı gibi işitilse de erkeğin kendine has dünyasına dair çok şey söylüyor.
Yaşlılıkta, çocukken yeterince sevilmemenin eksikliğinde, terk edilmişliğin acısıyla ıssızlığa çekilişlerde, toplumun kabullenemediği keskin farklılıklarda, eksik konuşmalarda, öfkede, şiddette, güç gösterilerinde, savaşın vahşetinde hep o “kekeme” dilin izleri var.
Edebiyat, ipeksi sicimlerle bağlanan o izleri dilin “açıklıklığıyla” buluşturabiliyor. Karakterler kapalı olduğunda bile yazının tılsımıyla yalnızlıklarının gölgesinde birbirlerine sokuluyorlar.
Erkeklerin kendine has dünyasında dile gelemeyen “sessiz anlaşmaların” izini sürmek meşakkatli hatta kederli olabilir ancak edebi buluşmaların sürprizlerini sevenler için o kapalı dünyayı usulca açarak keşfetmenin hazzı da eşsiz bir tecrübe.
Romancı Lawrence Durell, o dünyanın derinlerinde gizlenen zaaflarını en iyi yorumlayan yazarlardan biri bana göre. Ölümsüz kahramanı Darley anlatıyordu: “Ama ne tuhaftır ki, beni bu tekin olmayan kadına çeken şey onun kişiliğindeki kusurların ta kendisi, ruhundaki bayağılıklardı. Belki de onlarda kendi kişiliğimdeki güçsüzlükleri buluyordum, belki benim tek şansım onları daha iyi gizleyebilmemden geliyordu”.
Çatlak iç seslerden, yalnızlığın kemirdiği duygu kırıntılarından, dalgın sessizliklerden sıyrılıp hayatta kalmaya çalışan erkeğin “kapalı” ruhu, yazıya dönüştüğünde apaçık anlaşılır hale gelmiyor ama hafızanın bir başka biçimi olan edebiyatla kendi dilini icat ediyor. Ve o dil hayatta ve edebiyatta söylenmeyenlerin de gerçek anlamını gösteriyor.