| ISBN13 978-975-342-631-2 | 13x19,5 cm, 112 s. |
|
Görme Biçimleri, 1978 | G., 1984 | O Ana Adanmış, 1988 | Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı, 1989 | Düğüne, 1996 | Fotokopiler, 1997 | 2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus, 1997 | Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, 1999 | Kral, 2001 | Buluştuğumuz Yer Burası, 2006 | A'dan X'e, 2008 | Kıymetini Bil Herşeyin, 2009 | Bento’nun Eskiz Defteri, 2012 | Uçuşan Etekler, 2014 | Bir Fotoğrafı Anlamak, 2015 | İstanbul'dan Gelen Telefon, 2016 | Hoşbeş, 2016 | Sanatla Direniş, 2017 | Portreler (sert kapak), 2018 | Yedinci Adam, 2018 | Portreler (karton kapak), 2018 | Manzaralar (karton kapak), 2019 | Manzaralar (sert kapak), 2019 | Top Sende, 2020 | Yaranın Sayfaları, 2024 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | BİR ZAMAN DİLİMİNDE, s. 12-14. İlki bir tavşandı. 2000 m. yükseklikte bir dağ sınırındaydı. Nereye gidiyorsun? diye sordu Fransız sınır memuru. İtalya'ya dedim. Niye durmadın? dedi. Devam etmemi işaret ettiğinizi sandım dedim. Tam bu anda her şey birden unutuldu. Çünkü on yarda kadar ötede yoldan bir tavşan geçiyordu. Kulak uçlarında sütlü kahve püsküller olan çelimsiz bir tavşandı. Görünüşte yavaş koşuyordu, ama canını kurtarmak içindi koşusu. Bazen böyle olabilir. Birkaç dakika sonra tavşan tekrar göründü. Bu kez peşinde ondan da yavaş koşan, sofradan apar topar kalkmış gibi görünen bir düzine kadar adamla geçtiler yoldan. Tavşan yukarılara, kayalık ve ilk kar yığıntıları arasına kaçtı. Sınır memuru tavşanı nasıl yakalayacaklarıyla ilgili komutlar yağdırıyordu – ben de böylece gazlayıp aştım sınırı. İkincisi bir kedi yavrusuydu. Ak pak toparlak bir yavru. Şöminesi ve bacaklarından biri kırık bir masası olan, duvarları beyaz badanalı, tabanı eğri büğrü bir mutfağın kedisiydi. Duvarların önünde durunca, kara gözleri de olmasa neredeyse görünmez oluyordu. Yüzünü duvara çevirdiğindeyse, duvarda kayboluyordu. Birden ileri ya da masaya sıçrayacak olsa, duvardan çıkacak bir hayvan görür gibi oluyordu insan. Var olup yok olma biçimi yavruya, evi gözeten tanrıların o gizemli içtenliğini bağışlamıştı. Evi gözeten tanrıların hep hayvan olduğunu düşünmüşümdür. Bazen görünür, bazen yok olurlar, ama hep vardırlar. Masaya oturunca, yavrucuk bacaklarıma atılıyordu. Kürkü kadar ak, keskin dişleri vardı. Bir de pembe dili. Bütün kedi yavruları gibi sürekli oyun peşindeydi: Kendi kuyruğuyla, sandalye sırtlarıyla, yerdeki saçaklarla oynayıp duruyordu. Dinlenmek istediğindeyse, üzerine kıvrılabileceği yumuşak şeyler seçiyordu. Bir hafta boyunca hayranlıkla onu izleyerek şu sonuca vardım: Ak bir şey, bir havlu, bir kazak ya da çamaşır buldu mu, fırsatı kaçırmıyordu. Sonra da gözleri yumulu, ağzı kapalı öyle kıvrılıp ak duvarlar içinde gözden kayboluyordu. Pistoia'ya pek uzak olmayan tepeler arasında bir köy. Köy mezarlığı yüksek duvarlarla çevrili bir dörtgendi ve demir oyma kapıları vardı. Geceleri mezartaşlarının çoğu içlerindeki mumlarla ışıldamaya başlıyordu. Fakat mumlar elektrikle çalışıyor ve sokak lambaları ile birlikte yakılıyordu. Gece boyunca ışıldayan mumların sayısı sokak lambalarını geçiyordu. Mezarlığı geçince, yol keskin bir viraj yapmakta ve dönemeçten çiftliğe giden toprak bir yol uzanmaktaydı. İşte bu toprak yolda gri ördeklerden biriyle karşılaştım. Daha önce birkaç kez tüm aileyi bir arada görmüştüm. Genellikle, mezarlığın karşısındaki çalıların aşağısına düşen çim düzlükte toplanıyorlardı. Mezarlık ışıklarını ilk kez bir tan vakti gördüğümde gece-yeşili çimlerde kımıldanan ördekleri fark etmiştim. Bir dişi, bir erkek ve altı tane de yavrudan oluşan bir aile. Bu kez yalnızca erkek ördek vardı, yolun ortasında öyle durmuş, başı önüne eğik toprağı eşeliyordu. Daha bir dakika geçmeden tümüyle görünmez olmuş dişi ördeğin sırtına binmiş olduğunu fark ettim. Dişi ördek tekrar toz toprak içine gömülmeden önce erkeğin ayakları arasından birkaç kez kanatlarını uzattı kapadı. Erkeğin gidiş gelişleri hızlandı. Sonunda doruğa ulaştıktan sonra dişinin üzerinden kalktı ve dişi tekrar görünür oldu. Dişinin yanından yola kaydı. Kurşun yemişçesine yere düştü ve bir yanı üzerine yığıldı. İçi kurşun dolu, toprağa bulanmış cansız kuş biçiminde ufak gri bir torbaydı sanki. Dişi ördek etrafına bakınıp ayağa kalktı, kanatlarını çırpıp boynunu esnetti ve artık yavrularının kendini bulabileceğinden emin dolaşmaya başladı. Bir gece Bosna'da, Prijedor yakınlarındaki kırlarda yürürken, otların içinde ışığı amber yeşili, kimsesiz bir ateşböceği buldum. Yerden alıp parmağımın üstüne koydum, o da bir yüzüğe oyulu elektrikli bir opal gibi ışıldayıp durdu. Eve yaklaştığımda, öbür ışıklarla yarışamadı ve ışığını söndürdü. Sonra onu yatak odasında çekmeceli bir dolabın üstünde duran birkaç yaprağın içine bıraktım. Işığı söndürünce, tekrar ışıldamaya başladı. Tuvalet masasının aynası tam pencerenin karşısındaydı. Yan yatınca aynada gördüğüm bir yıldız ve onun hemen altında dolabın üstünde duran ateşböceği oluyordu. Aralarındaki tek fark ateşböceğinin ışığının daha yeşil, daha donuk ve daha uzak olmasıydı. |