Yunus Emre Tozal, “İnsan gözünün gördüğü en çıplak gerçek nedir?”, Ayraç, Aralık 2010
“Fırça, nesneleri kaostan kurtarmak içindir”
17. yüzyılda yaşamış büyük Çinli manzara ressamı Shitao
“İnsanların gözü, hakikati görme noktasında arpacık soğanına benzer.”
Aynalı Baba, Âmak-ı Hâyâl
“Kulağımız en ontolojik organımızdır.”
Heidegger
Anlam kozasının içinde gerçeklerin üzerini kaplayan, imajların birbirine eklemlenerek oluşturduğu imgelem dünyasının içerisinde görmek, gerçekliği bilinçte hazır duran bir şey olarak gösterir ve insanı varlık sorusuna yönlendirir. İnsan, yaşadığı dünyayı algılamaya, tanımaya, varoluşunu sorgulamaya ve idrak etmeye görerek başlar. Görmenin varoluşla ilişkisi, imajın insanı eyleme ikna etmediği ama eyleminin şartlarını ve imkânlarını oluşturduğu ilişkiyle; içinde yaşanılan gerçekliğe şahit kılmasıyla açıklanabilir. Zamanın akışından ötürü süreli bir şeymiş gibi görünen imaj, görme egemenliğinin temelini oluşturmakla birlikte kendi içerisinde tutarsızlık ve derin bir çelişki taşır. Tutarlı ve belirli sınırlar dâhilindedir ve fakat anlamsız bir karaktere sahiptir. O yüzden mutasavvıfların dediği gibi insan, kâinattaki göstergelere –imaja– bakmadan önce görmeyi bilmesi, inanması ve idrak edebilmesi lazımdır ki, sürekli gelişen ve insanı yönlendiren görme ediminde göstergelerle karşılaştığında doğru bir görme süreciyle simülasyondan hakikate uzanabilsin. Bu da görmeyi önceden öğrenmiş olma zorunluluğunu gerektirir. İnsan hayata bakış açısına, eğitimine, duyularına, hislerine, beklenti ve umutlarına göre bir görme biçimi kazanır ve bu biçim doğrultusunda da gördüklerini dile getirerek ve içselleştirerek zihninde görsel imgeler yaratır. Yaratılan imgelerin zihindeki hareketliliği, görünümleri sık sık yeniden yaratılacağından ötürü zihinde sürekli bir üretim söz konusudur. Üretimin olduğu yerde, imgelerin oluşmasında ve içselleşmesinde aslolandan uzaklaşılma kaçınılmazdır. Peki, aslolan nedir?
Sadece görülebildiği hissedilen ancak bütünüyle ispatlanamaz bir gerçeklikle karşı karşıya olmak, görmenin belirleyici bir duyu olduğu gerçeğini ortaya çıkarmakla birlikte, görünüre dair zihinde ne varsa bir anda hem yıkıyor hem inşa ediyor. Yıkıyor, çünkü o ana kadar imgelenmiş düşüncelerin çıkış noktasından itibaren kavramları sarsıyor. İnşa ediyor, çünkü görmenin bir evren inşa etmek olduğunu belirten Jacques Ellul’a göre renkli, basit, armonik imajlarla örülmüş bir dünyanın kapısını aralıyor.(1) Kesinliği ve kavrayışı ima etmeyen bir yolda göstergelerin yetersizliği, daha önceden öğrenilmiş bir idrak ile görülebildiği takdirde anlaşılabilir. Axel Hagerström gerçekliği görülen, sayılan, ölçülen ve uzaya yerleştirilen şey olarak tanımlayıp aynı zamanda gerçekliği kesin olan şey olarak tanımlar. Fiziksel evrene tekabül eden bu tanım, görülen şeyin inşa edilen şey olduğunun altınızı çizmekle birlikte, gerçeklikten doğan bir görme biçimini de ifade eder. Gerçeklik, görme biçimleriyle inşa olunan anlamları ilişkilendirerek anlamlar arası bağlar kurar, farklı boyutlarla anlamın üzerine imgeler düşünceler inşa eder. Peki, insan gözünün gördüğü en çıplak gerçek nedir? Bu soruya ve sorunun oluşturduğu dikkate yazının sonuna doğru tekrar geleceğiz.
Önce “işitme” vardı...
Görmenin konuşmadan önce geldiği kabul edilebilir bir olgu olarak karşımızda duruyor ancak üzerinde düşünülmesi gereken bir konuyu da ortaya çıkarıyor: Hakikat, görme yoluyla algılanan gerçekleri hiçbir yankı bulundurmadan doğrudan ilişkilendiriyorsa, henüz ana rahmindeki son üç ayında belirgin sesleri duyabilen ve tepki verebilen bebeklerin görüyorlarmışçasına tepki göstermeleri nasıl ilişkilendirilebilir? Bebeklerin ağlaması, dış dünyayla kurdukları ilk iletişim ve kendilerini ifade eden ilk eylemdir ve fakat, duymaya ve sese dayanan ilk gelişim evrelerinde bebekler fıtraten öylesine formatlanmıştır ki, dışarıdan gelen seslere anlamlı tepkiler verirler. Onlar için içinde yüzdükleri karanlıkta sadece duyabildikleri o sesler vardır ve duyabildikleri seslere kulak kesilirler. Buradan şu sonuca ulaşabiliriz: İmajlar birbirlerine göre bir kalıba girebilirler fakat sesler bir kalıba giremez, bunun yerine sesler birbirleriyle ilişki kurarak birbirlerini dengelerler.
Duyma, görmeden önce gelir ve konuşmayı (sözü) doğurur. Sesin olgunlaşmış hali olan söz, yaratılışla ilgili bir bağlantıdır ve buna göre dil dışındaki hiçbir şeyle hakikati anlamamız mümkün değildir. Aynı şekilde dil, ilahî gerçekliğin görünüşünü tasvir etmekte de bütünüyle yetersizdir. Sözü, mükemmelen ilahî bir faaliyet olarak gören Ellul, “konuşan yaratıcının aynı zamanda kendisini ifşa eden yaratıcı” olmasını buna bağlar. Dolayısıyla işitmek, insanoğlunun yaptığı ilk eylemdir. Kuran’da geçtiği üzere “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (demişti de) onlar: Evet (Rabbimizsin), şahit olduk demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: Biz bundan habersizdik dememeniz içindir”(2) ayetinde, insan ilk olarak soru ile muhatap kılınmıştır. Dolayısıyla insanoğlunun karşılaştığı şey ilk olarak sorudur, böylece insanoğlu ilk defa işitme eylemiyle karşı karşıya gelmiş ve ardından “bela” diyerek soruya söz yoluyla karşılık vermiştir. Vahyin söz yolu ile gerçekleşmesi de, dili önemli bir hale getirmiş, gizemli bir eylem olarak insanı her zaman düşündürmüştür. Çünkü söz, ilhamını ve etkisini o andan; insanın karşılaştığı ilk eylem olan soruya cevap vermesiyle oluşan söz söyleme anından alır. Sözün gücü ilahî kaynaklıdır, konuşma yaratıcının söz’ünden ilham alarak insanda bir çeşit imtihana dönüşür. Ellul, bu anlamda dilin hem hakikatin hem de hatanın bir taşıyıcısı olduğunu ifade eder.
Ellul’a göre sözü vasıtasıyla yaratan olarak yaratıcı, insanoğluyla aracı olarak sözü tercih ettiği için, konuşmaya; söze kadim medeniyetlerde büyük önem verilmiştir. Söz, bütün çağrışımları içerir: aşkı, özgürlüğü, konuşan ve dinleyen kişinin bilincini, sözle ilişkili her şeyi ve görmeyle olan her şeyi. Görebildiğimiz her şey, bize daima O’nun ihtişamını anlatır. O’nun tecellisinin doğası gereği görünmez oluşunun sırrı da kendisindedir. Ellul’a göre hakikatle muhatap olma hâli, insanın yaratıcıdan ilk duyduğu soru ile başlamıştır ve o an insan yaratıcının olmadığı bir yerin imkânsızlığını fark ederek dehşet içerisine düşmüştür. Dolayısıyla işitmek görmekten de öncedir Ellul’a göre ve söz de görme idrakinden çok sonra anlam kazanır. Dinlemeyi reddeden felsefeci, J. Ellul’a göre aynı zamanda hem hakikati hem de gerçekliği reddeder. O, tek kategoriler takımı içinde yaşar ve diğerleriyle düşünür. O. “devasa bir şato inşa eden, ancak onun arkasındaki kulübede yaşayan adam” gibidir. ( Sözün Düşüşü, s. 67)
Resme giriş ve renklerin dili
Görünen ama görülemeyen bir şeyi, görülür halde somutlayarak, cisimler dünyasının düşünceler dünyasına, düşünceler dünyasının da cisimler dünyasına izdüşümü olarak ilişkilendirilebildiği resim, tarih boyunca bakıldığında insana metafizik dünyanın kapılarını açtığı için cazibeli gelmiş, imgeler arası bağlar inşa ederek üzerine tefekkür edilebilecek bir keşif alanı oluşturmuştur. Çünkü bakış açılarının farklılıklarını en çok ortaya çıkaran şey, resimdir. Antik çağda bir yunan şairi olan Simonides, resmi şiirle ilişkilendirir: “Resim susan bir şiir, şiir ise konuşan bir resim sanatıdır.” Ressam insanı çizgisel, renksel, dokusal, bilişsel-duyuşsal ifadelerle tanımlarken, sezgiselliğiyle figürlerin içinde bulunduğu kargaşadan anlamlı bir bütünlülük ortaya çıkartır. İçinde barındırdığı sırlarla insanın kâinatla kuracağı ilişkisinde görülmeyen ama hissedilen şey, iç dünyasın bir resmidir ve ressam, iç dünyasının resmini görülebilir ve dokunulabilir bir hale getiren, somutlaştırabilen, iç dünyasında yarattığını yaşadığı dünya içinde resmederek, onu yeniden var kılar, onarır, düzenler, şiirselleştirir.
Orhan Pamuk’a göre “gözün dokunuşu, sağırların müziği” olan renkler, çağrışımlarla yüklüdür ve bu çağrışımların yarattığı anlamlar, evrensel belleğin ve kültürün ortak dilini oluştururlar. John Berger’e göre ressamlar, renklerden kaçmak zorunda olduklarından, renkler düşmanıdırlar ressamların ve bir ressamın görevi, renklerin yok olmalarını sağlamaktır.(3) Evrensel bilinçaltını oluşturan en önemli kodlar arasında yer alan renkler, resmin içindekilerin listesini tanımlamakta insanı zor durumda bırakırlar. Berger’in deyimiyle her fırça darbesi listeye alınsa dahi, renkler keşfin sınırları çizilmiş olduğundan resmi bir direniş eylemi; metafizik dünyanın kapılarını aralama isteği olmaktan çıkarır. Berger’e göre resim, her şeyden önce bizi çevreleyen ve sürekli olarak belirip kaybolan görünürün olumlanmasıdır. Bu olumlanma, resmin diğer bütün sanat dallarından daha dolaysız bir biçimde varolmasını sağlayacak, insanlığın gönderildiği fiziksel dünyanın da olunmasına zemin hazırlayacak bir zemin teşkil eder. Resmin av ve avcı arasındaki, daha soyut ifadeyle varolan ve insan yaratıcılığı arasındaki büyülü bir “yoldaşlığı” onayladığının bilincinde olduklarını belirten Berger, her sahici resmin iki bakış arasında bir işbirliği olduğunu belirtir. Resme bakışı insanın yaratıcıyla kuracağı bağ üzerinden tanımlayan Berger, resim hakkındaki modern yanılsamanın, ressamın bir yaratıcı olarak görülmesi olduğunu belirterek, yaratma gibi görünen şeyi “aldığına biçim verme fiili” olarak tanımlar. Görme burada insana hassas gerçekliği ifade eder.
Her şeyin sonsuzlukta var olduğu düşünülen kayma noktasındaki gibi gözün üstünde toplandığını belirten Berger, perspektifin bir tek gözü görünen nesneler dünyasının merkezi yaptığını belirtir. Gerçeklerle görünen eşyalar arasında daima uçurumlar bulunmuştur. Gözler, bulutlar, normalden büyük imgeler ve ünlü siyah giyinmiş adamlarını bol bol kullanan, diğer gerçeküstücülerden farklı olarak ayık olmanın resim yaparken esas olduğunu ve uyanma (ayılma) sırasında insan zihninin en açık olduğunu söyleyen gerçeküstücü ressam Magritte, Düşlerin Anahtarı adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır. Görünen her şey bir imkândır insan için ve eşya sadece o imkânı kullanabilecek olanı bekler.
Göstergeler ve reklam panoları
Berger Görme Biçimleri’nde, makinenin ağzından şöyle seslenir: “Ben bir gözüm. Mekanik bir göz. Ben, makine, size ancak benim görebileceğim bir dünyayı açıyorum. Kendimi bugün de, bundan sonra da insana özgü o hareketsizlikten kurtarıyorum. Hiç durmadan hareket ediyorum. Nesnelere yaklaşıp onlardan uzaklaşıyorum. Süzülüp altına giriyorum onların. Koşan bir atın ağzı boyunca koşuyorum. Düşen, yükselen nesnelerle birlikte düşüp kalkıyorum ben de. Karmakarışık hareketler, en karmaşık bireşimler içinde hareketleri sırayla kaydederek dönen benim: Makine.”(4) (s. 17) Göz bir makine ise, perspektif geleneğiyle yaratılan imgelerde, her şey bakan kişinin görüş açısına göre düzenlenir ve bakan kişiye dünyanın merkezi olduğu hissini uyandırır. Rilke, görmeyle alakalı yaşadığı deneyimi şöyle anlatır: “Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor. Orada neler olup bittiğini bilmiyorum.”
Görsel imgelerin günümüzde en çok reklamcılık sektöründe kullanıldığını görüyoruz. Evimizden çıkar çıkmaz, şehrin sokaklarında, otobüs duraklarında, pankartlarında ve duvarlardaki afişlerde bulunan göstergelerin etkisi altında kalırız çoğu zaman. O an etki altında kaldığımızı hissetmesek bile, bir göstergenin bilinçaltımıza girdiği zaman er ya da geç bir etkilenmenin söz konusu olacağı aşikârdır. Reklamcılığın yüzeysel görünüşünü değiştirerek, geleceğe dair imgeler taşıyan, bunun sonucu olarak kıskanılacak duruma gelmiş imgelem ürünlerini göstererek bizi değişikliğe inandırmaya çalışması, çekicilik üretme sürecinin tezahürüdür. Ellul’a göre reklamda bulunan göstergelerin amacı çok yönlüdür: reklam, propaganda, bildirme ve dikkat çekme. Cezp etme yönleri ile her gün yüzlercesinin önünden geçtiğimiz ve bize seslenip durmasına alıştığımız için üzerimizde bıraktığı etkiye pek dikkat etmediğimiz reklamlar, her birimize bir nesne daha satın alarak kendimizi ya da yaşamlarımızı değiştirmemizi önermekle, aslında düşüncelerimize karşı bir savaşı başlatır.
İnsana farklı bakabileceği ne çok şey olduğunu gösteren, etrafındaki bakışlardaki ve kendi gözlerindeki pek çok şeyi fark etmesini sağlayan şey, göstergelerin zihne kazınmasıyla ve düşünceleri istila etmesiyle gerçekleşebilir. İnsan, onun kendisine övdüğü ve teklif ettiği her şeye kayıtsız kalsa bile bu etkiden kaçamaz. Zihinde başlayan bir savaş, galibi olana kadar devam eder. Reklam galip gelirse “körleşme” başlayabilir. Elias Canetti körleşmeyi, “düşünce ile gerçeklik arasında sürekli savaşımın görkemli bir simgesi”(5) olarak tanımlar. Körlük adlı romanında okuru kahramanları arasına alan ve sanki okur da körmüş gibi ilginç bir üslupla okura hitap eden Jose Saramago, Körlük’e dair şu açıklamalarda bulunmuştur: “Ne düşündüğümü merak ediyorsanız, bu kitapla anlatmak istediğim hepimizin körleşmeye başladığı değildi. Bence körleşmiyoruz. Hepimiz körüz. Körüz ama bakıyoruz. Bakabilen ama görmeyen kör insanlar.” Kitapta kahramanlarına birinci kör, ikinci kör, doktorun karısı gibi isimlerle okuru da gözlerini kapalı olarak kitaba çeken Saramago, okura bir kör gibi davranarak önce konuşmaları dinletir, ardından sesler gelir, sonrasında da okur o sesleri kimin söylediğini algılamaya çalışır.(6)
Reklamcılık Rönesans’ta da olduğu gibi geleceğe ait uzlaşımsal sesler barındırır, bu yüzdendir ki reklam hiçbir zaman bilinen bir zevkin alıcıya yeniden tattırılması olmamıştır. Dolayısıyla reklamların zamana yaklaşımları, bir zevk önermekten ya da tattırma hayallerinden öte insana mutluluk hayalleri imgelemeleridir. Berger, reklamcılığın kökenini Rönesans resminin can çekişmesine bağlar. Berger’e göre reklam tüm bu görsel imgeleri yaratırken tabii ki Avrupa’da dört yüzyıl boyunca egemen olan yağlıboya resim geleneğinin dilinden yararlanmıştır.
Görmek mi fark etmek mi?
Berger, görme yetisini kaybeden bir hayvandan daha üzücü (kendi ifadesiyle trajik değil, üzücü) pek az şey bildiğini belirtir. İnsanlardan farklı olarak, hayvanlara dünyayı tarif etmelerine yarayacak bir dilin kalmayacağı, tanıdık bir arazideyse kör hayvanın burnuyla ancak yolunu bulabileceğini belirtir. Ama artık hayvan, varolanın elinden alındığından ötürü yoksunlaşmaya ve yok olmaya başlar, hatta sadece uyuklar, belki de bir zamanlar varolan bir rüyayı aramaktadır. Berger’deki hayvanın görme metaforunu insanın görme metaforu ile karşılaştıralım. Hayvanın görme yetisi elinden alındığından ötürü göremez, peki insanın elinden görme metaforu alındığında ne yapar, ne yapabilir? Görebilme yetisi olmayan bir insan, yolunu kaybetmiş ve yolunu bir daha da bulamayacak olmanın idrakine eremeyeceğinden ötürü sonsuza dek Berger’in hayvanın görme yetisi alınmış haline mi döner?...
Mutasavvıfların özellikle üzerinde durduğu Kuran’daki “Onların gözleri var görmezler, kulakları vardır işitmezler, onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler. İşte onlar, onlar gâfillerdir”(7) ayetini nasıl anlayacağız? Kuran’ın görme metaforuyla hakikati kast ettiğini, insanın bir halife olarak gönderildiği dünyada hakikatten, üstü köpükle kapatılmaya çalışılan gerçeklerden uzakta bir yaşam sürmesini görme yetisini kaybetme olarak değerlendirdiğini biliyoruz. Duyular, insanı hakikatle buluşturmuyorsa, insana varoluşunun sırlarını açmıyorsa o insan kördür, sağırdır, hissizdir, dolayısıyla göremez, işitemez, hissedemez ve anlayamaz. Günümüzde duyular dediğimizde genellikle aklımıza beş duyu organımız gelir ve fakat duyular arasında sayılmayan bir duyu vardır ki, anlamla ilişki kurabildiğimiz düşünsel dünyanın imgelerini zihinsel dünyamıza aktaran kalp, Aristo’nun sınıflandırdığı beş duyu arasında olmasa da İslam medeniyetinde en önemli duyu organı olarak görülmüştür. Aristo’ya göre insan duyu organları aracılığıyla gerçek dünyayı doğrudan algılama yeteneğine sahiptir. O bu saptamasıyla Platon’dan ayrılır. Platon’a göre, duyu organlarıyla algılananlar, nesnelerden bize yansıyan gölgelerdir. “İdea”lar âleminde, gölgelerini duyumsadığımız nesnelerin gerçekleri yer alır. Duyulardan algılanan dünyadan metafizik dünyaya geçilecek her adımda, orada olma/kalma sürecinin zaman aşımına uğramasını, zamanın durmasını ve o halde kalarak keşfetme sürecinin uzamasını dileriz. Alain De Botton bu süreci insanın resme bakma isteği ile karşılaştırarak, insanın resme her gün ondaki özelliklerin kendisine bulaşmasını ümit ederek baktığını belirtir.(8) İnsan, neden orada; o noktada kalmak ister? Yazının başına dönelim isterseniz. İnsan gözünün gördüğü en çıplak gerçek nedir? İnsan gözünün gördüğü en çıplak gerçek, ölümdür. İnsan, ölümü aşıp hep hakikat dünyası ile bağ kurmak ister, hayal eder. Resme baktığımızda da hoşumuza giden şey, genelde oraya; hakikat dünyasına; Platon’un deyimiyle idealar dünyasına ait olandır. Resmin bütünü içinde varolan hisler, duygular ve sırlar, iç dünyamızla bağ kurarlar. Resme bakarken sürekli hissedemeyeceğimizi bildiğimiz o duygularla hemhal kalma arzusundan ötürü o anların hemen kaybolmasını istemeyiz. Bu duygu, hakikat dünyasına ulaşma arzusu gibidir ve insan, John Berger’in resmin umutlanmayı teşvik edebileceğini belirtmesi gibi resimle; gören bir gözün hakikat dünyasını idrak etmesiyle umutlanabilir.
Notlar
(1) Jacques Ellul, Sözün Düşüşü, Tercüme: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yay. Yukarı
(2) Kuran-ı Kerim, 7 / Araf - 172 Yukarı
(3) Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, John Berger, Çeviren: Bülent Somay, Metis Yay. Yukarı
(4) Görme Biçimleri, John Berger, Çeviren: Yurdanur Salman, Metis Yay. Yukarı
(5) Körleşme, Elias Canetti, Çeviren: Ahmet Cemal, Payel Yay. Yukarı
(6) Körlük, Jose Saramago, Çeviren: Aykut Derman, Can Yay. Yukarı
(7) Kuran-ı Kerim, 7 / Araf – 179 Yukarı
(8) Görmek ve Fark Etmek, Alain De Botton, Türkçesi: Ayşe Ece–Ahu Sıla Bayer–Ahu Antmen, Sel Yay. Yukarı