| ISBN13 978-975-342-083-9 | 13x19,5 cm, 166 s. |
|
G., 1984 | Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, 1987 | O Ana Adanmış, 1988 | Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı, 1989 | Düğüne, 1996 | Fotokopiler, 1997 | 2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus, 1997 | Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, 1999 | Kral, 2001 | Buluştuğumuz Yer Burası, 2006 | A'dan X'e, 2008 | Kıymetini Bil Herşeyin, 2009 | Bento’nun Eskiz Defteri, 2012 | Uçuşan Etekler, 2014 | Bir Fotoğrafı Anlamak, 2015 | İstanbul'dan Gelen Telefon, 2016 | Hoşbeş, 2016 | Sanatla Direniş, 2017 | Portreler (sert kapak), 2018 | Yedinci Adam, 2018 | Portreler (karton kapak), 2018 | Manzaralar (karton kapak), 2019 | Manzaralar (sert kapak), 2019 | Top Sende, 2020 | Yaranın Sayfaları, 2024 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Filiz Ateş, “Zamanın soytarısı değildir sevgi*”, Cumhuriyet Kitap Eki, 4 Aralık 2008 İnsan, ömrünün önemli bir kısmını insan olmaya çalışarak geçiriyorsa, onu çevreleyen dünyanın bilgisine, kendisine benzeyen diğerlerinin deneyimine ve zihnine ihtiyaç duyar. John Berger'in on yıllardır deneyimiyle, gördüğüyle, paylaştığıyla edinip kendi zihninden süzdüğü bu evrensel hikâye, aşkı anlamak, yaşamak isteyenlere yardımcı olabilir. Küçük şeyler korkutuyor bizi. Ölümümüze sebep olabilen büyük şeyler cesaret veriyor. (s. 75) John Berger'in son romanı, belirsiz bir kentte eczacılık yapan A'nın (A'ida) kendisi gibi direnişçi olan, ömür boyu hapse mahkûm edilmiş sevgilisi X'e (Xavier) yazdığı mektuplardan oluşuyor. Dünyanın herhangi bir yerinde, eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı mücadele eden, bu nedenle zulüm gören herhangi iki insanın evrensel hikâyesini, aşklarını, karşı koyuşlarını anlatıyor bu mektuplar. Yalnızca çok sıcak olduğunu bildiğimiz bu kentteki mekânlar ve –İspanyolca, Arapça, Türkçe– kişi isimleri hem Latin Amerika'yı hem Ortadoğu'yu çağrıştırıyor. Farklı dillerde sesleniyor A'ida sevgilisine: Kanadım, Habibi, Mi Guapo, Mi Soplete, Ya Nur. Çağrışımlar, gündelik hayat, konspirasyon (fesat, kötülük amaçlı birlikler ve kötülüğe yönelmiş hileli işler) birbirine karışıyor, hikâye ve kahramanları yalnızca kendi gerçekliğini değil, kendi zamanını da yaratıyor. “Ve her şeyi hatırlamamız gereken bu günle, her şeye sahip olduğumuz için her şeyi unutabileceğimiz o gün arasındaki zaman.” (s. 172) John Berger romanı hem mekânsız hem de zamansız bırakmış ve sunuş yazısında, terk edilen bir hapishanede bulduğunu söylediği bu mektupların tarihsiz olduğunu, onları kendi uygun bulduğu şekilde sıraladığını, bizim de dilediğimiz sırayla okuyabileceğimizi söylüyor. A'ida bu mektuplardan birinde, Xavier ile tanıştıkları günü yeniden yazıyor ve sonunda “Bu versiyonda hemfikir miyiz” diye soruyor sevgilisine. Kahramanı da, yazar gibi geçmişi ve hikâyeyi canımızın istediği gibi yeniden kurabileceğimizi düşünüyor, tek değiştiremediğimiz geçmişin sonuçları. Ve zaman yalnızca bizim algıladığımız kadar kısa, gelecek, bugün ve sonsuzluk, bizim belirlediğimiz uzaklıkta. Uzun zaman önce, sonsuzluğa en yakın şeyin sevişme sonrası duyulan bahtiyarlık olduğunu düşünürdüm. Şimdi belli bir tür söylenti duymak olduğunu düşünüyorum. Yolların ve kaldırımların yapılacağı, silahların evlerde tutulacağı ve babaların oğullarına aritmetik öğreteceği bir gelecekte başlayacak bir sokak söylentisi. (s. 114) Sevgilisini düşünürken ve ona günlük hayatını anlatırken A'ida, zaman algısının gerçekle bağından kuşku duymamakla kalmıyor, sevgilisiyle birlikte olacağı gelecek günlere de inanıyor. Xavier'e iki kere müebbet verdikleri günden sonra “onların zamanına” inanmayı bırakıyor. Mektuplarından birinde, yaşadığı olayın bazı ayrıntılarını anlatmadan geçmek için parantez içine şu cümleyi yazıveriyor: “Sebebi uzun hikâye, deniz kenarında oturmuş çocuklarımızın kumdan kaleler yapmasını seyrederken anlatırım.” (s. 127) “Melekler yok artık” Kendi zamanıyla yaşayan ve sınırlara meydan okuyan kadının inancının kırıldığı anlar da oluyor. Örneğin, hapisteki sevgilisiyle evlenme başvurusunun reddedildiği gün yazdığı mektuba, genellikle yaptığı gibi eczaneden söz ederek başlıyor. A'ida eli kesilen bir kadına pansuman yapmayı, oyun oynar gibi, merasim yapar gibi gösteriyor ve bu yardımından dolayı kadın ona “sen bir meleksin” diyor: “Başımı salladım. Melekler yok artık, dedim ona.” (s. 96) Yokluk ve hiçlik arasında (hiçlik önce, yokluk sonradır) ya da umut ve beklenti arasında (umut ruhla, beklenti bedenle ilgilidir) ayrımlar aramaya başlıyor. Her halükârda keder ve özlem içinde yaşamak oluyor kaderleri. Aşk ve bağlılık, mahrum bırakıldıkları her şeye karşı bir direnme yöntemi aynı zamanda. Meleklerin olmadığı bu dünyada, zorbalık çağının karanlık günlerini yaşadığımızı söylüyor John Berger. Roman kahramanları da onun düşüncesini doğruluyorlar. Türkiye'de de dünyanın başka yerlerinde de en çok Görme Biçimleri kitabıyla tanınan yazar, kâr tutkusunun tek erdem olduğu bu düzenin en etkili aracının medya olduğunu düşünüyor: “Bizden çalınan sözcükleri geri almalıyız, yoksa bize tek bir sözcük kalacak: Utanç”. Xavier'in A'ida'ya yazdığı cevapları bilmiyoruz, elimizde yalnızca A'ida'nın mektuplarının arkasına aldığı notlar var. Kadının gündelik yaşantısının her yerinde sevgilisini bulduğunu, her an onu yarattığını ve özlediğini görüyoruz yazdıklarından, Xavier ise bu kâğıtların arkasına genellikle daha siyasi notlar düşüyor: “IMF, WB, GATT, DTÖ, NAFTA, FTAA kısaltmaları dili işgal ediyor, eylemlerinin dünyayı boğduğu gibi.” Zulme karşı çıkma ve var olma yöntemlerindeki bir farklılık bu, dışarıda olan yaşama birçok noktadan sarılabilirken, içeride olanın, bedeninin o hücreye kapatılma sebebini her an doğrulaması ve güncellemesi daha önemlidir. Diğer yandan bu, kadın ve erkeğin siyaseti kavrayışı arasındaki farka da işaret ediyor. “Hapishanede bedenin krallığı elinden alınır” İnsan hiç mülk edinmese bile, hayatının başından sonuna kadar kendi bedenine sahip olduğunu düşünür ve bedeni üzerindeki yetkesini karşı cinsle –veya eşiyle– gönüllü olarak paylaşır. Oysa bu ideal görüntü modern dünya için bile gerçek değildir. Foucault, monarşide kralın bedeninin bir metafor değil, siyasi bir gerçeklik olduğunu söyler, cumhuriyet ise toplumun bedenini ilke haline getirmiştir. Yani toplumun arındırılması, hastalıkların ortadan kaldırılması, suçluların dışlanması cumhuriyetin devamının koşuludur. Ona göre toplumsal bedeni ortaya çıkaran şey bir uzlaşma değil, bireylerin bedenleri üzerindeki iktidarın maddiliğidir. (1) Foucault beden ve iktidar arasındaki ilişkiden yola çıkarak, cezalandırmayı, cinselliği tartışan, hapishanenin, kliniğin tarihini anlatan kitaplar yazmış. John Berger'in de kitaplarında tıp, mahkûmiyet, cinsellik gibi benzer temaları farklı bir bakışla dile getirdiğini söyleyebiliriz. A'ida sevgilisiyle birleşmeyi, bedenini onunla paylaşmayı ister. Tüm kitaba yayılan cinsel çağrışımların yanı sıra, mektuplarda anlattığı olayların arasına bu isteğini doğrudan söyleyen birer cümle sıkıştırır hep. Örneğin, kaplamasını değiştirtmek için döşemeciye götürdüğü taburenin kumaşının parlak renkleri bile heyecanlandırır onu: “Böylesi renklerin canlılığı, üremenin sırrını barındırıyor. Renkler arzuyu kışkırtmak için var. Biz kadınlar da bunun için nakış işlemiyor muyuz? Patlayıcı yapmayı öğrenmeden önce nakış işlerdik. İkisi de muazzam sabır gerektirir.” (s. 77) Bir gün yemiş toplayışını anlatıyor, daldan kurtulan yemişlerin parmakları boyunca elinin çukuruna yuvarlanışını, her ay yumurtalıklarında gerçekleşen olaya, yumurtanın köşk tabir edilen yere (rahim) gelişine benzetiyor: “Mi Guapo, hücrende sana derim ki: O köşk senin köşkün!” (s. 101) Başka bir gün, yaralı bir gencin bacağındaki kurşunu çıkardıktan sonra yaptıklarını şöyle anlatır: “Yaralarını, hilal şeklinde bir iğne ve iplikle diktim. Nehrin iki kıyısını bir araya getiren her dikişten sonra, iğneyi tutan cımbızın üzerinden ipi dolandırarak düğüm atıyordum. Düğüm düğüm ilerledim. Ten birleşmek ister” (s. 91). John Berger Türk kültüründen etkilendiğini, buradaki tecrübelerinden beslendiğini özellikle belirtiyor (Kitapta Can Yücel'e, Bejan Matur'a yer veriyor). Berger'in hem acı hem de haz nesnesi olarak görülen bedenin bu topraklardaki anlamını kitabında yeniden ürettiği söylenebilir. “Aşkı, coşkusu, kavgası ve hatta doğa ötesi yanlarıyla ölüme yakın buranın insanları... Bedenini ölene dek kayıtsızca sevdiğine verebilen, adanmış, sağaltıcı.” Tıpkı, sevgilisinin kusurlarını seven, hapishaneye –yanık acısını alsın diye– frenküzümü lapası gönderen A'ida gibi. A'ida'nın eczacı olması tesadüf değildir. İnsanın bedeni üzerindeki iktidarını gönüllü olarak paylaştığı bir diğer kişi de doktordur çünkü. John Berger'in bir köy doktorunun hikâyesini anlattığı Talihli Bir Adam (2) isimli kitabı doğrudan bu konuyla ilgili. Talihli bulduğu köy doktorunun hastasını tanımasını, onunla kurduğu dostluk ve güven ilişkisini, hastalıkla her ikisinin de kurduğu diyalektik ilişkiyi anlatır. Felsefi yaklaşım ile toplumsal gözlemlerin bir arada sunulduğu bu kitaptan A'ida'ya dönecek olursak, tıpla ilişkisi onun sevgili olarak sağaltıcılığının ve mahrumiyetine, sınırlara rağmen sahip olduğu gücün simgesidir. Diğerleriyle birlikte bu iki kitabı birleştiren yine Berger'in her iki eserde de düzyazının sınırlarını zorlamış olması: A'dan X'e'deki şiirsellik, el çizimleri, günlük biçimindeki mektuplar ya da Talihli Bir Adam'daki fotoğraflar, tahlillerin yanı sıra anılar, biyografiler... “Xavier ve A'ida şimdi her neredelerse, ölü ya da diri, Tanrı gölgelerini korusun.” (Sunuş'tan) Notlar(*) Shakespeare, 116. Sone (Çev. Talât Sait Halman). Yukarı (1) Michel Foucault, İktidarın Gözü, Seçme Yazılar 4, Çev: Işık Ergüden, Ayrıntı, 2007. Yukarı (2) John Berger ve John Mohr, Talihli Bir Adam, Bir Köy Doktorunun Hikâyesi, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı,2008. Yukarı |