Hasan Bülent Kahraman, “John Berger'ın görme biçimi”, Radikal Kitap, 11 Mayıs 2001
Yıllardır üniversitelerde görsel kültür, görsel ideoloji ve sanatsal çözümleme okuturum. John Berger'ın görselliği söz konusu ettiği kitapları ve yazıları özellikle başlangıç derslerinde vazgeçilmez bir kaynaktır. İlk baskısı 1972 yılında yayımlanan kitabı Görme Biçimleri'yse bugün neredeyse bir 'kanon' (klasik) niteliği taşıyor. Bu konularla doğrudan ilgili olmayan insanlar bile, belki öteki yazılarını değil ama özellikle o kitabı biliyor. Nedir onu bu kadar öne çıkaran?
Her şeyden önce Berger bu konuların bu derecede yaygınlık kazanmadığı bir dönemde konuyu televizyonda tartışmak ve olanları, insanların çağdaş dünyada neye maruz kaldığını onlara açıklamak istedi. Bu, aslında Berger'ın genel yaklaşımını göstermesi yönünden de ilginç bir nokta. Çünkü Berger, bütün o yazılarında daima iki noktayı gözetti. Öncelikle üslubunun çok açık, çok anlaşılır, çok yalın olmasına çalıştı. Onu başardı da. Kapalı, güç anlaşılır, gizli kalmış bir şeyi insanlara açacaktı. Bunu, hayatı daha da zorlaştıran bir yaklaşımla yapmasının anlamı yoktu.
O nedenle Berger, hiçbir zaman 'bilimsel' ya da 'akademik' olma iddiasını taşımadı. Daima bir edebiyatçı, bir denemeci olarak yazdı.
İkincisi, Berger, bu özelliğini daima dikkatle koruduğu ve asla 'banal'leştirmediği 'toplumculuğu'nun bir uzantısı olarak görüyordu. Onun toplumculuğunu biçimlendiren şey insandı. O nedenle de bütün yazılarında insancıl bir eğilimi dışa vurdu. Yazdığı her şeyi derin bir merak, neredeyse elle tutulur bir anlama çabasıyla oluşturdu. Bu iki olgunun yarattığı sıcaklık, oluşturduğu 'empati'yle kendisini hemen ele verdi. Yazıların benimsenmesini, çok sevilmesini sağladı.
Özellikle bu niteliği Berger'ın görseli algılama, anlama çabasını başka bir noktadan da besledi...
1970'lerde popüler kültür artık bütün mecraları kullanıp geriye dönüşsüz bir egemenlik sağlamaya başlamıştı. Reklamlar, görselliğin kazandığı yeni ifade biçimiydi, ama görselliğin kendisi de artık insanlığın kullanacağı yeni dil niteliğini kazanıyordu. O tarihe kadar görsellikle toplumsal değişim arasındaki bağı irdeleyen sayısız araştırma yapılmıştı hiç kuşkusuz. Fakat onların büyük bir bölümü, büyük Rönesans uzmanlarının ve 19. yüzyılda geliştirilmiş bir sanat tarihi anlayışının denetimindeydi.
Marksist estetik bu konuya da el atmış, görüntünün toplumsal boyutunu kendi penceresinden anlamaya çalışmıştı. Max Raphael'in çabası görkemliydi. Fakat adı daha çok anımsanan Arnold Hauser'dı. Hauser toplumsal - görsel ilişkisini toplum odaklı bir dönüşüm mantığıyla ele alıyor ve yapıtına da Sanatın Toplumsal Tarihi başlığını koyuyordu. Fakat kitap 'çağdaş'lığı yeterince kavramıyor, kuşatmıyordu.
Aslında meseleye en önemli dikkat penceresini açan Yapısalcılardı. Özellikle Roland Barthes aracılığıyla içinde yaşanılan dönemin bir 'mitolojiler çağı' olduğunu duyuruyorlardı. Fakat mitoloji sadece görselliğe ait değildi. Eyfel Kulesi, Greta Garbo veya Citroen araba da birer 'çağdaş mit'ti.
Berger devreye burada girdi. Bütün çağların ve onun içinde biçimlenmiş toplumsal egemenlik modellerinin ürettiği bir görsellik olduğunu saptıyordu. Görselliğin bir baştan çıkarma olduğunu belirtiyordu.
'Görme biçimlerinin' bir şartlanma olduğunu vurguluyordu. Aynı resmin farklı dönemlerde, farklı okumalarla ele alındığını gösteriyordu. Bir görselliğin 'o şekilde' tezahürününse bu nedenlerden ötürü kaçınılmaz olduğunu dile getiriyordu. Üstelik farklılaşan biçimdi. Neyin söylendiği kadar nasıl söylendiği de önemliydi. Berger, özellikle bu noktanın üstüne basıyor, çoğu kez imgelerin özde, temelde aynı kaldığını, değişenin 'ifade ve görme biçimi' olduğuna işaret ediyordu. (Unutmayalım ki, ressam da son aşamada 'gören' bir adamdı.) Fakat, Hauser gibi, büyük formlarla toplumsal dönüşüm arasındaki bağdan çok tek tek yapıtlarda ortaya çıkmış 'mikro' olgular üstünde duruyor, onları çözümlemeye çalışıyor, onların ardındaki toplumsallığı ötesinde insani, sanatsal, teknik hassasiyetlere dikkat çekiyordu.
20. yüzyıldaysa görsellik artık reklamlar ve moda üstünden hayatlarımızı belirleyecekti. Bu, uyanık olmamız gereken, neye maruz kaldığımızı, kalacağımızı bize gösteren bir olguydu. Yeni ideolojinin mantığını sorguluyordu Berger, bir bakıma. Bu televizyon programı çok etkili oldu. Kitabı, kaseti çok sattı. Kuşaklar onunla aydınlandı. Artık bu gelişmenin, biraz Berger'ın aleyhine işlediğini, onun öteki yapıtlarını gölgelediğini söylemek gerekir. Oysa, öteki sayısız deneme kitabında yer alan ve farklı görsellikleri çözümleyen çalışmaları Berger'ın büyük bir birikim, heyecan ve 'nüfuzu nazar'la kaleme aldığı yazılardır.
Bununla birlikte Berger'ın hiç eksiği yok demek çok güç. Her şeyden önce modern ve çağdaş sanata daima belli uzaklıkta durmayı tercih etti. Büyük ve klasik Batı resmini çalışma alanı olarak seçti. İkincisi, özellikle Picasso üstüne yazdığı kitapta sanat - toplumsallık ilişkisini yanlış bir odağa oturttu. Picasso konusundaki yargıları, daha o günlerde bile aşılmıştı.
Fakat bunlar önemini azaltmaz onun. Berger, 20. yüzyılın, bugün de yaşamakta olduğumuz gerçeğini ilk anlayan ve anlatmaya çalışanlardan birisidir. Berger bir öncüdür. Bu alandaki yazılarına sinmiş bilgelik tadıysa hayatla sanatın kopmazlığına dönük inancını vurgulayan başlı başına bir göstergedir. O nedenle Berger'ı okumak hayatı bambaşka bir gözle görmek demektir.