Emre Ayvaz, "Fotoğraf mutluluğa benzer", Zaman Kitap Eki, 4 Ocak 2016
John Berger’ı okudukça iki anlamıyla da “tanımayı” öğreniyoruz. Hem çok eskiden karşılaşılmış bir şeyi tekrar görünce hatırlamak anlamında “tanımak”, hem de ilk defa karşılaşılan bir şeyi yavaş yavaş kavramak anlamında “tanımak”: Bir yüz, bir manzara, bir duygu, bir insan, bir resim, bir fotoğraf.
John Berger seksen dokuz yaşında. Muhtemelen artık daha çabuk yoruluyor, daha çok üşüyor, eğilip kalkarken biraz zorlanıyor, uykusuzluk çekiyordur. Ama galiba o kadar. Son kitabı Portraits: John Berger on Artists (Portreler: John Berger’ın Sanatçılar Üzerine Yazıları) vesilesiyle 2015 Eylül’ünde British Library’de katıldığı söyleşinin videosunu seyrederken, dikkatim elimde olmadan Berger’ın anlattıklarından çok canlılığına, zindeliğine, uyanıklığına, dipdiri heyecanına takıldı. Bunu belki kırk senedir Fransız Alplerinde, büyük şehrin (Londra) uğultusundan ve entelektüel merkezlerin gevezeliğinden uzak küçük bir köyde (Quincy) yaşamasına borçlu. Tersi de olabilir: Zaten böyle biri olduğu için her şeyden uzaklaşıp bir köye yerleşmeye karar vermişti belki de.
Ama İngiltere’deki yayınevi Verso’nun web sitesinde rastladığım on dört dakikalık söyleşiyi izlerken, Berger’ın canlılığının temiz hava soluyarak ve dağ manzarası seyrederek yaşamak kadar bir tür cömertlikle de ilgili olduğunu hissettim. Tam anlayamadım, açıklayamadım, sadece hissettim ve Bir Fotoğrafı Anlamak’ın sonlarına doğru şu cümlelerle karşılaşınca da Berger’ın okuyucularına sık tattırdığı o “mahremiyet” anlarından birini yaşadım. Sanki hissetmemiş de bizzat Berger’a sormuştum bu cömertlik konusunu, o da “Güzel soru...” demişti ve işte şimdi cevap veriyordu: “Yakın çekim, istatistiklerin tam zıddıdır. Fotoğrafçının öznelerine karşı duyduğu sevgiyse, hayırseverliğin zıddı. Cömertlikten daha yoğun itkiler vardır. Her şeyden önemlisi tanımaktır. Tanımak. Bu sözcük iddiasız görünür, yoksul tınlar. Aslında belki de olması gereken böylesidir.”
Dünyanın içinden fikirler çıkarmak
Bir fotoğrafçıdan (Moyra Peralta) bahsederken söylüyor bunları Berger, ama pekâlâ kendisini, kendi yazarlığını tarif etmek için de söylemiş olabilirdi. Cömertlik değil tanımak: Her şeyden önce ahlâki bir ayrım bu. Kendinden bir şey vermek değil, kendini açmak. Uzakta durup iyi niyetli olmakla yetinmemek, yaklaşmak ve paylaşmak. Dünyayı fikirlere sığdırmak değil, dünyanın içinden fikirler çıkarmak. Tecrübenin, alışkanlığın ve kültür dediğimiz şeyin bizi hayret etmekten, benzersiz olanın hakkını vermekten ve farklılığı, yabancılığı tanımak için çabalamaktan alıkoyan uykusunu bölmek. Berger’ın bu gayretinde (“ilkesi”nde demek lazım belki) çok kişisel bir yorumunu hayata geçirdiği “Marksist hümanizm”i kadar; ömrünü doğanın içinde, kapitalizmin maddi tezahürlerinden olabildiğince uzakta geçirme karar ve ısrarının tıpkı (Borges gibi söyleyeyim) dalgaların bir taşa ya da nesillerin bir atasözüne yaptığı gibi sadeleşmesine ve berraklaşmasına katkıda bulunduğu entelektüel çocuksuluğunu, hatta “bilinçli cehalet” demek istediğim tavrını da görüyorum.
Berger’ı çok seven okuyucularla ondan hiç tat alamayanların buluştuğu nokta da galiba tam burası: Böyle bir saflaşma çabasının düzyazıdaki karşılığı, pek çok okuyucunun entelektüel beklentilerini boşa çıkaran bir tekdüzelik (“iddiasız görünmek, yoksul tınlamak”). Onun gibi fotoğrafçı olmadığı halde fotoğraf üzerine yazmış diğer üç önemli yazarda, Walter Benjamin, Roland Barthes ve Susan Sontag’da bol tarafından bulacağımız çarpıcı epigramlara ya da veciz kavramsallaştırmalara pek rastlayamadığımız, nispeten çorak ve engebesiz bir arazi Berger’ın düzyazısı (hafif coştuğu yerler de küçük birer serap gibi: “Mutsuzluk ekseriya uzun bir roman gibidir. Mutluluk fotoğrafa benzer daha çok!”). Tilmizi Geoff Dyer’ın tespit ettiği “ölümüne mizah yoksunluğu”nun da bu tekdüzelikte bir payı olduğu açık. Ama aynı düzyazının başka bir özelliği, bu eksikliği fazlasıyla telafi ediyor: Hep şaşırtan bir biçimsel çeşitlilik ve zenginlik. Bu çeşitliliğin Bir Fotoğrafı Anlamak’ta rastlanabilecek en iyi iki örneğinden biri, Berger’ın fotoğrafçı Martine Franck’ın Bir Günden Öbürüne isimli kitabına yazdığı, daha doğrusu “dikip biçtiği”, Franck’la aralarında geçen faks yazışmasından oluşan sunuş metni. Diğeriyse, Henri Cartier-Bresson’la yaptığı, tırnak işaretsiz, dolayısıyla kimin neyi söylediğinin yer yer belirsizleştiği ve bu sayede konuşmanın, beraber düşünmenin ve Berger’ın “tanımak” dediği şeyin doğasını kağıt üstünde gösterebilen söyleşi.
“Duygusallığa ve hayallere kapılmadan sevebilmenin ancak annelere mahsus olduğu sonucuna varıyorum...” diyor Cartier-Bresson’la söyleşisinin sonlarına doğru Berger ve ben bu cümleleri de kendisi hakkındaymış gibi okumadan edemiyorum: “Belki de karar ânıyla ilgili içgüdüsü, bir annenin evladıyla ilgili içgüdüsü gibi acil ve sezgisel.” Berger’ın bütün yazarlığını emrine sokmak istediği “hal” bu sanki: Yazmanın içgüdüsel bir tepkiye, sezgisel bir cevaba dönüşmesi. Aciliyetin, “yazmayı” Marx’ın zihin emeği-kol emeği ayrımını bulandıracak kadar “dokunmaya” benzetmesi.
Berger’ın düzyazısının yanıltıcı tekdüzeliğinde bu gayret ve arzu gizli. Gerçekliği (ister süslü bir şekilde olsun ister süssüz) tarif etmekten çok, gerçeklikle temas ettiği anları kayda geçirmek istiyor. Sevdiği ressamlar gibi “dünyayı tercüme eden” değil, sevdiği fotoğrafçılar gibi “dünyadan alıntı yapan” bir yazar olmaya çalışıyor: “Fotoğraf, görünümlerden alıntı yapar; ancak alıntı yaparken bu görünümleri basitleştirir. Bu basitleştirme onların görünürlüklerini artırabilir. Her şey seçilen alıntının niteliğine bağlıdır.” Birkaç sayfa sonra da, demin anlattığı şeyi daha sade bir şekilde tekrar ifade etmesi gerektiğini hisseden huzursuz bir tercüman ya da köy öğretmeni gibi, “Özetleyelim...” diyor ve tane tane baştan anlatıyor.
Fotoğraf kendi başına bir öykü anlatmaz
Biz de gayet iyi anlıyoruz. Fotoğraf denen icadı çok kanıksadığımız için artık fark etmediğimiz, şaşırmadığımız şeyleri: “Fotoğraflar kendi başlarına bir öykü anlatmazlar. Anlık görünümleri saklarlar. Şimdi alışkanlıklarımız bizi bu türden bir saklamanın yaratacağı sarsıntıya karşı koruyor.” Her fotoğrafçının başka bir şeyin peşinde olduğunu: “Jean da, ben de Eugene Smith’e büyük hayranlık duyarız. Ne var ki o, bir röportaja başladığı zaman, kafasına koyduğu şeyi bulmak için yola çıkardı; genellikle de hep aynı şeyi arıyordu –bir Pietà. Edward Weston uyumun bir tezahürünün peşindeydi; Walker Evans ise tahammül gücünün. Ben Jean’ın hiçbir şey aramadığı inancındayım.” Bir dehşet anının fotoğrafına baktığımızda ne olduğunu: “Bu fotoğraflara bakarken bir başkasının çektiği acının yaşandığı o an içine alıp yutar bizi. İçimiz keder ya da öfkeyle dolar. Keder, başkasının acılarının bir kısmını amaçsız biçimde yüklenir. Öfke eyleme ihtiyaç duyar. Fotoğraftaki andan kurtulup kendi hayatlarımıza dönmeye çalışırız. Bunu yaparken karşıtlık öyle bir haldedir ki hayatımıza kaldığı yerden devam etmek, biraz önce gördüklerimiz karşısında umutsuzca yetersiz kalan bir tepki olarak görünür.”
Anlıyor ve Berger’ı okudukça iki anlamıyla da “tanımayı” öğreniyoruz. Hem çok eskiden karşılaşılmış bir şeyi tekrar görünce hatırlamak anlamında “tanımak”, hem de ilk defa karşılaşılan bir şeyi yavaş yavaş kavramak anlamında “tanımak”: bir yüz, bir manzara, bir duygu, bir insan, bir resim, bir fotoğraf. Ama bir de cömertlik var: Yıllar boyunca dur durak bilmeden, büyük bir enerji ve ilgiyle fotoğrafçıların, ressamların ve başka yazarların kitaplarına yazdığı ama kitaplaştıracak vakti de bulamadığı onca önsöz, sonsöz, sunuş... Berger’ın en son kitabı Portreler’i de, Bir Fotoğrafı Anlamak’ı da, ustalarına minnetle dolu iki başka yazar (Geoff Dyer ve Tim Overton) bu cömertliğin savurganlığa dönüşmesine izin vermedikleri için okuyabiliyoruz.