| ISBN13 978-975-342-886-6 | 13x19,5 cm, 184 s. |
|
Görme Biçimleri, 1978 | G., 1984 | Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, 1987 | O Ana Adanmış, 1988 | Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı, 1989 | Düğüne, 1996 | Fotokopiler, 1997 | 2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus, 1997 | Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, 1999 | Kral, 2001 | Buluştuğumuz Yer Burası, 2006 | A'dan X'e, 2008 | Kıymetini Bil Herşeyin, 2009 | Uçuşan Etekler, 2014 | Bir Fotoğrafı Anlamak, 2015 | İstanbul'dan Gelen Telefon, 2016 | Hoşbeş, 2016 | Sanatla Direniş, 2017 | Portreler (sert kapak), 2018 | Yedinci Adam, 2018 | Portreler (karton kapak), 2018 | Manzaralar (karton kapak), 2019 | Manzaralar (sert kapak), 2019 | Top Sende, 2020 | Yaranın Sayfaları, 2024 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | A. Esra Yalazan, "Eskiz defterleri ve John Berger", Taraf Gazetesi, 11 Kasım 2012 Ekoseli battaniyemin altında mandalinanın inatçı iplerini dişlerimle ayırırken hayallerimi karaladığım ilk defteri hatırlamaya çalışıyorum. Benimki ormanı, güneşi, evleri, kedileri hayatta bildiğim, merak ettiğim ne varsa hepsini maviye boyayarak avunduğum bir resim defteriydi galiba. Yazının tam ne işe yarayacağını bilmiyordum ama beceriksizce de olsa beni bekleyen hayatı çizerek hayal edebileceğimi, zihnimin kıvrımlarına yerleşen sebepsiz umutsuzluğu ancak böyle ifade edebileceğimi seziyordum. Okumayı öğrenip kitapların masalsı dünyasına düşünce, o loş odada titrek adımlarla kendimi tanımayı da öğrendim. Ne var ki okumanın garip bilinciyle henüz yazarak düşünmeye başlayamamanın arasında sıkıştığım için bunalıyordum. Sevdiğim kahramanları, rüyalarıma giren vahşi kuşları, üstüne tırmandığım dost ağaçları, beli bükük ihtiyarları, ezilmiş papatyaları, bakışlarımı diktiğim uçsuz bucaksız dünyanın bütün isimsiz varlıklarını defterime çizmek istiyordum. Çantanın içinde kenarları sürekli kıvrılan, biraz okulun ekşimsi duvarları, biraz da suça batmış tozlu bir önlük gibi kokan defterlerin hayatımdaki muhtemel karşılığını o zaman kavramaya başladım sanırım. O günlerden beri hayallerin, henüz manaya kavuşamamış bükümlü harflerin, kirli parmak izlerinin, eğri büğrü resimlerin sokak çocuklar gibi sevinçle, kederle biraraya geldiği defterleri çok severim. Yabancı sandığınız bir defterde karşılaştığımız tek bir cümlenin, ne olduğu ilk bakışta anlaşılmayan titrek bir desenin, eksik kalmış bir cümlenin sonundaki ürkütücü bir duraksamanın gelecekte derin bir iz bırakabileceğini bilirim çünkü. Henüz gün ışığına çıkmamış hırpani defterlerin dünyanın bütün dertlerini sırtlanırmışçasına ağırlaşmış kambur duruşları da biraz içimi burkar doğrusu. Kendimi yüreklerinde gizledikleri hakikati merak etmekten alıkoyamam. Bıraksalar utanmadan dünyanın bütün kilitli çekmecelerini açıp kurcalamak isterim. Sadece yazarlarınkini değil, onlarla yüzleşmeye cesaret edemeyen herkesinkini. John Berger’in Türkçeye çevrilen son kitabı Bento’nun Eskiz Defteri’ni karıştırırken yine bu kışkırtıcı duygularla ürperdim. Hollandalı filozof Baruch (Bento) Spinoza, malum, düşünceleri nedeniyle Yahudi cemaatince aforoz edildikten sonra kısa ömrünü düşünerek, okuyarak ve yazarak geçirdi. Ancak hayatı boyunca resim yapmaktan zevk alır, yanında bir eskiz defteri de taşırmış. Ölümünün ardından dostları, mektuplarını, el yazmalarını, notlarını kurtarmayı başarmış ama eskiz defteri bulunamamış. Berger, filozofun eskiz defterini (içinde ne olduğunu bilmeksizin) bulmayı hayal etmiş. İstediği onun gözlemlediklerine onun gözüyle bakabilmekmiş. Ve bir gün süet ciltli bir eskiz defteri hediye gelince, “Bu Bento’nun olmalı” demiş ve onun bakışlarını izleyerek çizim yapmaya başlamış. Bu yazıya başlamadan evvel, çizmenin yazıya, resme, imgelere, hayallere nasıl eşlik ettiğini anlatan kitabı karıştırıyordum. Kelimeler yaşananların üzerinden öylece akıp gitmesin diye çiçeklerin, hayvanların, yazar yüzlerinin, adaleti temsil eden bir elin, yapraklarını bekleyen kayın ağacının, bir dansçı kadının, mürdüm eriği salkımlarının desenlerini çizerek duygularını, düşüncelerini defterine de mühürlemiş sanki. İlk yazısında mürdüm hasadını tarif ediyordu. “Görünmez dikenlerden başka bir dolu da ince dal vardır ağaçlarda. Tırmanıp da bir mavi duman yumağından öbürüne uzanırken, bir yeraltı bitkisi örtüsü içinde hareket ettiğin hissine kapılırsın; boş elinin avucunda birbiri ardına ılık başparmaklar birikir... Bu mor erikler olgunlaşınca buğulu tan rengine bürünür.” Ben Berger’i biraz da bu zarif anlatımı yüzünden severim. Diğer deneme/anlatı kitaplarında olduğu gibi muradı sadece gördüklerini tasvir etmekten ibaret değil elbet. Her seferinde entelektüel birikimine rağmen “Bakın şimdi ben size ne öğreteceğim” kibrinden uzak durmayı nasıl beceriyor bilmiyorum. Malum kendisi hâlihazırda yaşayan en önemli sanat eleştirmenlerinden birisidir. Romancı, belgeselci, denemeci, senaryo yazarı gibi kimliklerinin yanı sıra aynı zamanda bir “çizer” aslında Berger. “Biz çizerler, sadece gözlemlediğimiz bir şeyi başkalarının görmesini de sağlamakla kalmayıp nereye varacağını kestirmenin mümkün olmadığı görünmez bir şeye de refakat ederiz aynı zamanda” dediği vakit, sanatın tahayyül sınırlarının sonsuzluğunu da göstermiş oluyor. Bir defter olarak tasarlanmış kitaptaki çizimlere bakarken arada biraz soluklanıp duruyorum. Bir manolyayı resmedişindeki sadelik, Rus yazar Platonov’u bugünün gerçekleriyle çizerek anlama çabasıyla nasıl da örtüşüyor. Kitap gibi açılan zambakları Süleymaniye Camii’nin sanatına benzettiği sayfadaki desenler bile kendi başlarına “Bir şeyi resmetme arzusu nasıl uyanır” sorusunun cevabını veriyor aslında. Ama çizmenin en saf hâlini yine kendi kelimeleriyle anlatıyor yazar: “Çizim yaparken semada süzülen kuşların, kovalandıklarında sığınacak yer arayan tavşanların, yumurtalarını nereye bırakacaklarını bilen balıkların, ışığa ulaşmanın yolunu bulmayı beceren ağaçların ya da petek yapan arıların hallerine her zamankinden daha yakından hissederim kendimi.” Bence hayat boyu yanımızdan ayırmadığımız “defterlere” gizlice hayatımızı bir biçimde hikâye ederek “çizmemiz” de böyle bir yön bulma çabasının sonucu. Hepimiz varlıklarımızı anlamlı kılmak için güvenli bir “yuva”, hayat haritamızda iz bırakacak güvenli bir yer aramıyor muyumuz nihayetinde? |