Neredeyiz?, s. 43-49
Günümüzdünyasında halihazırda yaşanan ıstırapla ilgili hiç değilse bir çift söz söylemek istiyorum.
Gezegenimizde aşırı güçlenen ve saldırganlaşan tüketim ideolojisi, bizi bu ıstırabın geçici olduğuna ve kendimizi ondan koruyabileceğimize inandırmaya çalışıyor. İdeolojinin merhametsizliğinin mantıksal temeli bu.
Istırabın hayatın bir parçası olduğu herkesin malumudur ve insanlar bunu unutmak ya da kendilerine göre bir açıklamada bulunmak ihtiyacındadır. Cennet'ten, ıstırap nedir bilinmeyen bu yerden Kovulma efsanesinin birbirinden değişik anlatıları, yeryüzünde yaşanan acılara bir kılıf bulma çabası olarak açıklanabilir ancak. Komşu Cehennem Krallığı'nın icat edilmesi de bu yüzdendir; acı çektirerek cezalandırma krallığı. Fedakârlık da aynı mantıkla keşfedilmiştir. Sonra, çok daha sonra Bağışlama ilkesi devreye girer. Felsefenin doğmasına ise, "Neden ıstırap çekilir?" sorusunun yol açtığı iddia edilebilir.
Ne var ki, bütün bunların dillendirilmesine rağmen, bugün yeryüzünde acılar içinde yaşıyor olmamız, belki gene de bazı bakımlardan akıl almaz bir durum.
Zifiri karanlıkta yazıyorum bunları, ama aslında vakit gündüz. 2002 Ekimi'nin başlarında bir gün. Nerdeyse bir haftadır Paris göğü masmavi. Güneş her gün biraz daha erken batıyor ve her gün doyumsuz güzellikte. Pek çok insan, ABD petrol şirketlerinin uzak diyarlardaki sözüm ona emniyetli petrol rezervlerine el koyabilmesi için yakın gelecekte ABD silahlı kuvvetlerinin Irak'a karşı "önleyici" bir savaş açacağından korkuyor. Kimileriyse bunun bertaraf edilebileceğini umuyor. Açıklanan kararlar ve gizli hesaplar arasındaki her şey belirsizlik içinde bırakılıyor; zira füzelerin yolu yalanlarla döşenmekte. Utancın karanlığında yazıyorum bunları.
Utançtan maksadım kişisel suçluluk değil. Giderek anlıyorum ki utanç, uzun vadede ümit etme yetimizi aşındıran ve ileriyi görmemizi engeleyen bir duygu türü. Gözlerimizi ayaklarımızın ucuna dikip sadece bir sonraki küçük adımı düşünüyoruz.
İnsanlar her yerde –çok farklı koşullarda– kendilerine "Neredeyiz?" sorusunu soruyor. Bu coğrafi değil, tarihi bir soru. Neler yaşıyoruz? Nereye sürükleniyoruz? Neler kaybettik? Güvenilir bir gelecek öngörüsü olmaksızın yaşamaya nasıl devam edeceğiz? İnsan ömrünün ötesine uzanan bir tahayyüle sahip olma kabiliyetimizi nasıl yitirdik?
Tuzu kuru uzmanlar yanıtlıyor: Küreselleşme. Postmodernizm. İletişim Devrimi. İktisadi Liberalizm. Tümü palavra, baştan savma terimler. Kaygıyla sorulan, "Neredeyiz?" sorusuna uzmanların ağızlarının içinde yuvarlayarak verdiği yanıt, "Hiçbir yerde!"
Şimdiye kadar misli görülmemiş en zalim –zira kapsama alanı en geniş– bir kaosun içinde bulunduğumuzu fark edip bunu dile getirmek daha doğru olmaz mıydı? Bu zulmün mahiyetini kavramak kolay değil; zira (en büyük 200 çokuluslu şirketten Pentagon'a uzanan) iktidar yapılanması birbirine kenetlenmiş ama aynı zamanda dağınık; buyurgan ama adı sanı belirsiz; her yerde hazır ve nazırken, adresi meçhul. Zulmünü kaçak oynayarak sürdürüyor – sadece mali yasalar açısından değil, kendisi dışındaki tüm siyasi denetimlerle ilgili olarak da böyle bu. Amacı tüm dünyayı yerinden oynatmak. İdeolojik stratejisi, var olan her şeyin kuyusunu kazma ve hiçleştirme doğrultusunda –Bin Laden'inki onun yanında peri masalı kalır– öyle ki, nihai amacı –tiranlığın amentüsü olan– bitmek tükenmek bilmeyen bir kâr kaynağı yaratmak. Aptalca geliyor ama zaten aptaldır tiranlar. Hal böyle olunca, etkinlik alanı olan gezegenin hayatını da her düzeyde mahvediyor.
İdeoloji bir yana, iktidarı iki tehdide dayanıyor. Bunlardan ilki, dünyanın en ağır silahlarla donatılmış devletinin havadan müdahalesi. Buna B52 Tehdidi denilebilir. İkincisiyse insafsız borçlanma, iflas ve günümüz dünyasındaki üretim ilişkileri göz önüne alındığında, açlık. Buna da Yokluk Tehdidi denilebilir.
Utanç, günümüzde çekilen acıların büyük bir bölümünün eğer bazı gerçekçi ve görece basit kararlar alınabilirse hafifletilebileceği ya da bertaraf edilebileceğinin kabulüyle başlar (ki hepimizin bir şekilde onayladığı ama âcizlikten ötürü sahip çıkmadığı bir konudur bu). Günümüzde toplantı tutanaklarıyla ıstırabın boyutu arasında son derece dolaysız bir ilişki vardır.
Günde iki dolar bile tutmayan bir tedavi masrafını karşılayamadığı için ölmeye mahkûm edilmeyi kim hak eder? Bu soru geçen temmuzda, Dünya Sağlık Örgütü Başkanı tarafından soruldu. Afrika'da ve dünyanın öteki bölgelerindeki AIDS salgınından bahisle, önümüzdeki on sekiz yıl içinde yaklaşık 68 milyon insanın hayatını kaybedeceğini söylüyordu başkan. Günümüz dünyasında hayatta kalma ıstırabından söz ediyorum.
Olanları kavramak için yapılan çözümlemelerin ve tahminlerin büyük çoğunluğu, anlaşılacağı gibi, belli disiplinlerin çerçevesi içinde ele alınır: iktisat, siyaset, medya araştırmaları, halk sağlığı, çevrebilim, ulusal savunma, suçbilim, eğitim vb. Aslında, yaşananlara dair gerçek manzara, bu birbirinden farklı alanların her birinin ötekine bağlanmasıyla ortaya çıkar. İnsanlar yaşarken, birbirinden farklı kategorilerde sınıflandırılmış haksızlıklar yüzünden acı çeker; oysa eşzamanlı olarak, hep beraber acıya katlanırlar.
Güncel bir örnek: Cherbourg'a sığınıp Fransız Hükümeti'nden iltica talep eden yoksul, siyaseten sakıncalı, mülksüz, bitap, kanun kaçağı ve sahipsiz bir grup Kürt Türkiye'ye iade edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Maruz kaldıkları bu şartların her biri yüzünden hepsi aynı anda acı çekiyor!
Olan biteni kavrayabilmek için kurumsal olarak ayrı tutulan "alanları" birbirine bağlayacak disiplinlerarası bir vizyona ihtiyaç var. Böyle bir vizyonun ise (sözcüğün özgün anlamıyla) siyasi olması kaçınılmaz. Küresel çapta siyasi görüş sahibi olmanın önkoşulu ise, gereksiz yere çekilen ıstırapların ortak olduğunu görmektir.
*
Geceleyin yazıyorum, ama sadece zulüm değil gördüğüm. Eğer öyle olsaydı, belki de yazmaya devam etme cesaretini gösteremezdim. Bağdat'ta ve Chicago'da uyuyan, kımıldanan, kalkıp su içen, hayallerini ya da korkularını fısıldaşarak paylaşan, sevişen, dua eden, ailenin geri kalanı uyurken yemek pişiren insanlar görüyorum. (Bir de asla yılmayan Kürtler'i görüyorum –ABD'nin rızasıyla– Saddam Hüseyin'in kimyasal silahlarla 4 binini yok ettiği Kürtler'i.) Tahran'da hamur tatlısı yapan ahçıları, Sardinya'da koyunlarının yanı başında uyurken eşkiya olduklarına hükmedilen çobanları görüyorum; Berlin'in Friedrichshain semtinde pijamalarını çekmiş, yanında birası, Heidegger okuyan bir adam görüyorum, elleri proleter elleri; İspanya sahilinde, Alicante yakınlarında illegal mültecileri taşıyan küçük bir tekne görüyorum; Mali'de uyusun diye bebeğini pışpışlayan bir anne görüyorum, adı Aya, Cuma günü dünyaya gelmiş anlamında; Kâbil'deki enkazı ve evine gitmekte olan bir adamı görüyorum ve anlıyorum ki, ıstırabın şiddetine rağmen hayatta kalanların yaratıcılıklarına halel gelmemiş; durmaksızın süregiden, ustalıklı, yoktan var eden bir yaratıcılık bu. Adeta Kutsal Ruh gibi ruhani bir değeri var. Gece vakti, nedenini bilmesem de, buna inanıyorum.
*
Bundan yüz yılı aşkın bir zaman önce Dvorák Yeni Dünya Senfonisi'ni bestelemişti. New York'ta, bir müzik konservatuarının şefiyken yarattığı bu eserin ilhamıyla, on sekiz ay sonra, gene New York'ta dillere destan Viyolonsel Konçertosu'nu besteledi. Senfoni'de, anayurdu Bohemya'nın ufuklarıyla sıradağları, Yeni Dünya' nın vaatlerine dönüşür. Şatafatlı değil, gür sesli ve direngendir; zira muktedir olmayanların özlemleriyle, haksız yere adamdan sayılmayanlarla, 1787 ABD Anayasası'nın muhatap aldığı insanlarla özdeşleşir.
Amerikan vatandaşı olan göçmenlere kuşaklar boyunca ilham kaynağı olan inançları böylesine doğrudan ve güçlü bir şekilde ifade eden başka hiçbir sanat eseri bilmiyorum. (Dvorák bir köylü çocuğuydu, babasının hayali oğlunun ilerde kasap olmasıydı.)
Dvorák için bu inançların gücü, hayata olan saygısından ve çoğu zaman yönetilenler arasında (yönetenlerden çok farklı olarak) rastlanan bir tür içtenlikli sevecenlikten ayrı düşünülemez. Senfoni, Carnegie Hall'da, 16 Aralık 1893'te ilk kez icra edildiğinde halk onu bu duygularla kucakladı.
Dvorák'a Amerikan müziğinin geleceği hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, ABD'li bestecilerin Yerliler'in ve Siyahlar'ın müziğine kulak vermesi gerektiğini söylemişti. Yeni Dünya Senfonisi, sınır tanımayan bir ümidin ifadesidir; aykırı gibi gelse de, çok sevilmesinin nedeni bir vatan fikrine odaklı olmasındandır. Çelişkili bir ütopya.
Günümüze gelince, bir zamanlar ümide ilham veren bu ülkede iktidar (sermayenin iktidarı dışında her şeyi sınırlamak isteyen) aşırı tutucu bir zümrenin eline geçti; cahil (kendi silah gücünden başka bir gerçekliği tanımayan), ikiyüzlü (tüm ahlaki değerler için iki ayrı ölçüt –biri bize, biri ötekilere– koyan) ve merhametsiz B52 entrikacıları.
Peki bu nasıl oldu? Nasıl oldu da Bush, Murdoch, Cheney, Kristol, Rumsfeld ve hempaları bu mevkileri işgal edebildi? Cevabı kolay olmayan bir soru bu, zira tek bir cevap yok, çabalar boşuna; hiçbir soru iktidarlarında gedik açamaz henüz. Ama geceleyin bunu bu şekilde sormak olayların cesametini ortaya koyuyor. Bizler yeryüzündeki acılar hakkında yazıyoruz.
Bu yeni tiranın vaazlarını dinlemeyi reddetmeliyiz. Safsatadan ibaret söyledikleri. Sonu gelmeyen tekrarlarla dolu konuşmalarda, açıklamalarda, basın bildirilerinde ve tehditlerde yer alan başlıca terimler: Demokrasi, Adalet, İnsan Hakları, Terörizm. Bu bağlamda kullanılan sözcüklerin her biri bir zamanlar ifade edilenin tam zıddını temsil ediyor.
Demokrasi, karar almak için (ki gerçekleştiği ender görülür) bir öneride bulunmaktır; seçim kampanyalarıyla pek bir ilişkisi yoktur. Demokrasi, siyasi kararların yönetilenlere danışıldıktan ve onların fikri alındıktan sonra verileceği vaadinde bulunur. Bunun gerçekleşmesi için yönetilenlerin, söz konusu meseleler hakkında yeterince bilgilendirilmesi, karar mercilerinin onları can kulağıyla dinleyecek ve önerilerini dikkate alacak yetenekte olması gerekmektedir. Demokrasi, iki seçenek arasında tercihte bulunma "özgürlüğü", kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ya da insanların istatistiklere tıkıştırılması ile karıştırılmamalıdır. Bunlar demokrasinin sahte göstergeleridir.
Bugün gezegenimizde giderek daha ağır bir şekilde çekilen gereksiz acıların sebebi olan en hayati kararlar, kimseye açıkça danışılmadan ya da kimsenin dahli olmaksızın, tek taraflı olarak alınmaktadır.
Gerek askeri, gerekse iktisadi stratejistler medyanın hayati bir rol oynadığının artık farkında – halihazırdaki düşmanı bertaraf etmekten ziyade isyanları, protestoları ya da firarları önlemede. Herhangi bir despotun medyayı yönlendirme çabası korkularının ifadesinden başka bir şey değildir. Günümüzün despotu ise dünyanın içine düştüğü çaresizliğin korkusuyla yaşıyor. Öylesine derin bir korku ki bu, çaresizlik sıfatı –tehlikeli anlamına gelmedikçe– kullanılmıyor.
Para olmayınca gündelik ihtiyaçların her biri azaba dönüşüyor.
*
Bu despotluğa karşı muhalefetin her türü anlaşılabilir. Onunla diyalog kurmak imkânsız. Bizlerin insanca yaşaması ve ölmesi için şeylerin adının doğru konulması gerekli. Sözcüklerimizi yeniden sahiplenelim.
Bunlar karanlıkta yazıldı. Savaşırken kimsenin yanında değildir karanlık, oysa sevişirken birlikteliğimizi güçlendirir.