Açılış bölümü, s. 11-15.
Bu kitabın kahramanının babası, Umberto adında Livornolu bir tüccardı, meyve şekerlemesi işindeydi. Kısa boyluydu, şişmandı, kafasının iriliğinden ötürü büsbütün bodur görünüyordu. Dedikodudan, çevre baskısından korkuları pek yersiz sayılamayacak kadınlara, Umberto'nun kafasının alışılmadık iriliği çekici gelebilirdi pekâlâ. Direnç, ağırlık ve tutku çağrıştırıyordu. Livorno ya da Pisa'daki tüccar sınıfı kadınlarının çoğu utangaçtı. Bu yüzden de Umberto onlar arasında canavarlığıyla ün saldı. La Bestia (hayvan) derlerdi ona: Küstahlığına, sataşkanlığına ve saldırganlığına tıpatıp uyan bu yakıştırmayı kullanırken yine de sözcüğün kökenindeki daha kaba anlamı hepten boşlamaz, böylelikle bilinçaltlarına işlemiş cinsel çekimi hem kalkındırır hem bastırırlardı. Bu bağlamda, kocalarının yanında ondan asla La Bestia olarak söz etmemeleri kayda değer. Takma ad, ikindileri kadın kadına konuşmalara saklanırdı.
Umberto'nun karısı Esther, Livorno Yahudisi bir gazetecinin, eski bir liberalin kızıydı. Umberto ile yirmisine bastığında evlendi. Babası, Umberto'yu kaba saba ve kültürsüz bulduğundan, bu evliliği onaylamamış ama liberal ilkelerinden sapmayı kendine yediremediğinden, yasaklama yolunu seçmemişti. Esther, yirmi bir yaşındayken, babası ansızın ölüverdi. Kızcağızın sağlıksız yapısının gizemi bu ölümle başladı ve giderek yaşam boyu sürecek bir hakkın temellerini oluşturdu: var denemeyecek bir varolma, dünyadan el etek çekme hakkı. Umberto, bir hayaletle evlenmişti sanki. (Onun gözünde bütün hayaletler, kadınlarla, kadınların doğaüstü eğilimleriyle ilintiliydi.) Esther de bir hayvanla evlenmişti sanki – oysa o dönemde kadın arkadaşlarının kocasına yakıştırdıkları addan habersizdi.
Esther, bu taşra kentinde hızlı bir sosyal yaşam sürdürüyordu. Dostlarını yoklamadığı, onların çıkıp gelmediği bir ikindi yoktu sayılır. Verdiği akşam yemeklerine katılmayan çıkmazdı. Onun gizi –ki kocasının Livorno'daki gücünün de bir parçasıydı– dış görünüşünde yatıyordu. Teni çok solgundu, geriye doğru sıkıca taranmış saçları koyu kestaneydi, altları morarmış gözleri ağır ağır kıpırdardı. Yüzü de, bedeni de alabildiğine zayıftı. Yine de hastalıklı bir görünüşü yoktu. Sağlıksız kişilerde tenin cilvesi iyiden iyiye açığa çıkar: Acınılası, iç kanırtan bir cinsel duygunluk vardır onlarda. Esther, etten başka bir maddeden yoğrulmuşçasına incecik, kırılgan görünüyordu; uzun uzadıya işlendiği, ustalıkla son biçimine sokulduğu için bir daha asla değişme tehlikesi olmayan bir maddeden.
Livorno'daki yakın dost çevresine ve tanışlara göre Esther'in fiziksel yapısı, olağandışı bir tinsellik göstergesiydi. Onların gönüllerinde yatanları sezendi o. İnanç, Güzellik, Ruhun Özlemleri, Bağışlama, Suçsuzluk, Evlat Sevgisi, Aşk gibi konuları değerlendirmede üstüne yoktu. Erkek konuklardan biri, konuşma sırasında başından geçen bir olayın tinsel yanını vurgulamak istediğinde, dönüp ona bakardı; onun bir baş sallayışı, hatta gözkapaklarını usulca indirişi, konuğa değerlendirildiği, anlaşıldığı, demek ki doğruyu söylediği duygusunu verirdi.
Kadınlar baş başa kaldıklarında, ona içlerini açarlardı. Konuşma sırasında kendilerini olabildiğince kötü gösterme eğilimindeydiler, çünkü kendilerini ne kadar kötü tanıtırlarsa, sonradan ondan onay aldıklarında, bir o kadar özgür kalacaklardı. Onun onayının peşindeydiler. Konuşma sona erer ermez de onayı zaten alırlardı. Apaçık ortadaydı canım (her keresinde şaşıp kalırlardı ya) ilgiyle dinlediğine ve hiçbir eleştiride bulunmadığına göre (asla eleştirmezdi) onların yaptıklarını ya da yapmayı tasarladıklarını onaylıyordu mutlaka. Kendi cinslerinden günah çıkartıcı bir pederdi o.
Yine de kocası olmasaydı, bunlar asla gerçekleşemezdi. Umberto'nun varlığı olmasa, Esther yalnızca bir ermiş gibi görünmekle kalmaz, ermişin ta kendisi sanılabilirdi. Bu da toplumsal konumunun sonu demekti. Birtakım tinsel değerleri temsil edebilirdi etmesine ama her şeyden önce ve ötede, onları, yani Livorno burjuvazisini temsil etmeliydi. Başarılı bir meyve şekerlemecisinin karısıydı ya, onlardandı artık. Üstelik, sıkı pazarlığıyla, kabalığıyla, gözü doymazlığıyla ün salmış bir adamın karısıydı. Bütün bunlardan ötürü, böyle bir erkekle yaşamanın onu azıcık da olsa yozlaştırmaması olanaksızdı onlara göre. Bu su götürmez yozlaşma, Esther'deki tinselliğin aşırı ya da tatsız görünmesini engelliyordu elbet.
Aynı şekilde, karısının Esther oluşu da Umberto'yu "aşırı" görünmekten kurtarıyordu. Onsuz, düpedüz bir sefih sayılabilirdi. Onun yanındayken evcilleştirildiğine inanılabilirdi pekâlâ.
°
Kahramanımızın annesi, yirmi altı yaşında, Laura adında bir kadındı. Annesi Amerikalıydı, ölmüş babası ise İngiliz ordusunda bir general.
Şu anda Laura ile Esther'i, hiç karşı karşıya gelmemiş bu iki kadını, Umberto'nun zaman zaman gözünün önüne getirebileceği gibi görüyorum. Laura kısa boylu, sarışınca, burnu hafif kalkık. Esther'in yanında bücür bir kız çocuğunu andırıyor. Ama hali tavrı hepten çocuksu sayılmaz. Pahalı giysileri kendine yakıştırıyor – tabii ki Esther'in soyluluğuyla değil. Israrlı bir sesle durmaksızın konuşuyor; Esther dinliyor. Esther'in elleri ince ve duyarlı; Laura'nın elleri kalın ve yassı. Laura'nın gözleri ela, katılmadığı bir konu çıktı mı, gözlerini iri iri açıyor. Esther, katılmadı mı, gözlerini yumuyor. Esther yıkanırken üstüne biri gelse, bazı vahşi hayvanların yaptığı gibi "donup" kıpırtısız kalırdı; aynı durumda Laura hemen memelerini örter, çömer ve çığlığı basardı.
Birbirlerini kıskanıyorlardı: Laura, Umberto'nun neden sonra göstermeye razı olduğu bir fotoğrafa dayanarak, Esther'in, kendisinde bulunmayan doğal dişil niteliklerin tümüne sahip olduğuna inandığından; Esther ise, Umberto'nun şu Amerikalı metrese tonlarla para yedirdiğinden ikirciklendiğinden.
Laura, on yedi yaşındayken, New York'ta bir bakır milyoneriyle evlenmişti; iki yıl sonra onu bıraktı, Avrupa'ya, Paris'te annesiyle buluşmaya geldi. Umberto ile üç yıl önce Cenova'ya giden bir yolcu gemisinde tanışmıştı. Umberto, aklına hayaline sığmayan bir ilgiyle, ısrarla gönlünü çelmeye uğraşmıştı. Sanki, diye yazmıştı annesine. Kleopatra'ymışım gibi. (Gemi, Mısır'dan yola çıkmıştı.) Hemen ardından, birlikte bir ay geçirdiler Venedik'te.
Gece bize eşlik etmeleri için şarkıcılar getirtti, diye yazıyordu annesine, iki yanımızda, gondollarla geliyorlardı. Her zaman anımsayacağım o geceyi. Ellerini yengece benzeterek güldürdü beni. Tanısan, çok severdin! O yüzden henüz Paris'e getirecek değilim! Her yerde dostları var, burada bir baloya katılmak zorundaymışız. Bana bir giysi almak istedi. Ama ister inan ister inanma, gitmek istemediğimi söyledim. Biz de balo yerine Murano Adası'na gittik.
Üç yıl süresince Umberto onunla Milano'da, Nis'te, Cenova'da, Lugano'da, Komo'da, başka tatil yörelerinde buluştu ama Livorno yakınlarına gelmesine asla izin vermedi. Ondan ayrıldığında Laura, annesinin Paris'teki zengin Amerikalılar çevresine dönüyor, İtalyan âşığının meyve şekerlemesi tüccarı olduğunu ağzından kaçırmıyordu. Şan dersleri aldı (öğretmeninin karşı çıkmalarını kulak ardı edip böyle bir yeteneği olmadığı kararına varana kadar) ve Nietzsche'nin kuramlarıyla ilgilendi.
Bir ayrılık döneminden sonra Umberto çıkageldiğinde, onun yanına yaklaşışını izlerken, ilişkilerinin olamazlığı karşısında irkiliyordu. Umberto'nun kaba sabalığına, para konusundaki taşralı gösterişçiliğine içerliyordu. New York'ta, diyordu kendi kendine, bir garson olabilirdi ancak, arkadaşlarıyla birlikte gittikleri bir lokantada yüzüne bile bakmayacakları bir garson. Gelgelelim onunla birkaç saat geçirdi mi eleştirme yetisi işlemiyordu artık. O gitmeden içinden çıkamayacağı bir kuleye girmek gibi bir duyguydu bu. Kulenin içinde, hem metres hem çocuktu. Umberto'nun eline tutuşturduklarıyla ister ciddi ciddi, ister şımarıkça oynuyordu. Kuleden dışarı bakabiliyor ama kuleyi asla dışardan göremiyordu. Kule, aralarındaki aşk ilişkisiydi. Görüşmedikleri aylar süresince onu, onun kendisine beslediği tutkuyu ve kendisinin ona duyduklarını hep bir mekân olarak düşünüyordu. Canı çekti mi yeniden gidebilirdi oraya; nitekim düşlerinde gidiyordu da; ne var ki uzun süre kalmadığı bir mekândı.