| ISBN13 978-975-342-590-2 | 13x19,5 cm, 240 s. |
|
Görme Biçimleri, 1978 | G., 1984 | Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, 1987 | O Ana Adanmış, 1988 | Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı, 1989 | Düğüne, 1996 | Fotokopiler, 1997 | 2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus, 1997 | Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, 1999 | Kral, 2001 | A'dan X'e, 2008 | Kıymetini Bil Herşeyin, 2009 | Bento’nun Eskiz Defteri, 2012 | Uçuşan Etekler, 2014 | Bir Fotoğrafı Anlamak, 2015 | İstanbul'dan Gelen Telefon, 2016 | Hoşbeş, 2016 | Sanatla Direniş, 2017 | Portreler (sert kapak), 2018 | Yedinci Adam, 2018 | Portreler (karton kapak), 2018 | Manzaralar (karton kapak), 2019 | Manzaralar (sert kapak), 2019 | Top Sende, 2020 | Yaranın Sayfaları, 2024 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Abidin Parıltı, “Ve ‘kente’ Berger gelir”, Radikal Kitap Eki, 8 Aralık 2006 Geçmiş çağırır. Gidilen, varılan yer neresi olursa olsun hatıralar bazen bir pranga bazen de bir gül demeti kıvamında kişiyi tutsak eder. Yetmişine gelinse bile çocukluğun ilk yıllarının etkisiyle bir şeylere dokunulur. Neredeyse hep o zamanlar anlamlandırılmaya çalışılır. Yani hayallerin ve hayal kırıklıklarının başkentleri, dokunulan, dokunulamayan, dokunulduğunda kaybedilen, hep orada, kişinin yanında olacak duygusuyla davrandığı ama birden bire göçüp giden insanlar ve hep o eski tatlar... Gelir gelir de kişinin yakasını bırakmaz. John Berger de son derece sakin ama bilgece yazdığı Buluştuğumuz Yer Burası kitabında geçmişe, o güzel insanlara, ömrünü tükettiği kentlere döner. Döner de ne yapar? Kendisinin yüzleştiği, hesaplaşma içine girdiği geçmişini bize anlatırken bugünü anlamlandırmamıza ışık olur. Hızdan feragat etmemizi, yavaşlayıp, önümüzden geçip giden hayatı görmemizi, doğaya yeniden dokunmamız gerektiğini, kısacası tat almamızı salık verir. Nitekim kendisi pratik hayatında da bunu gayet iyi başarmış, bir zaman sonra köye, doğaya dışardan bakmak yerine oraya yerleşmiş, onlar gibi değil tamamen onlar olarak yaşamaya devam etmiştir, etmektedir. Buluştuğumuz Yer Burası, daha çok Görme Biçimleri adlı, fotoğrafa, görüntüye bakmanın çehresini değiştiren, görselliğin bir baştan çıkarma olduğunu belirttiği kitabıyla tanınan ama sadece bu kitabıyla tanınmakla eksik kalınan John Berger'in son kitabı. (Hatırlatma; Avrupa Üçlemesi, Kral, Düğüne önemli edebi eserlerindendir. Okuyunuz. Okutunuz.) Bu kitapta kentler, insanlar ve tatlar üzerine sekiz buçuk metin var. Berger başta da söylediğim gibi geçmişe döner ve sevdiklerini ziyaret eder, onlarla halleşir. Artanları, eksilenleri, ışıltılarıyla yitip gidenleri, kentlerin değişen yüzlerini, eski zamanların geri döndürülmez güzelliklerini, artık onulmaz birer yara olan sevgililerini, yani hayatının aslarını anlatır bize. Hem beşiğimiz hem tabutumuz Kentler de en az insanlar kadar kişinin oluşumuna katkıda bulunur. Bugün kent kavramı bizim için daha çok tükettiğimiz bir alan ve anlam taşırken Berger'in anlattığı kentler yaşamın özünü oluşturuyor. İnsanla organik bir bağı olan ve kopmayan, onu oluşturan birer mimaridir kentler. Oysa bugün kent yaşamında kriz noktasında yaşanmakta ve herkes bir gün uzaklara gitmenin, bu hengameden kurtulmanın, doğaya varmanın düşünü kurmaktadır. Çoğunlukla bu düşü gerçekleştiremeyeceğini bilse de... Bu anlamda Berger'in anlattığı kentler Italo Calvino'nun Görünmez Kentler'i gibidir. Ancak aralarında önemli bir fark vardır. Calvino'nun kentleri kurmaca kentler iken, Berger'in anlattığı kentler gerçek kentlerdir. Aslında dönüp bakıldığında ve onların da birer anı olduğu düşünülüp, insanın kendi anılarını oluşturmakta ve onu güzelleştirmek için çoğunca kurmacaya başvurduğu düşünüldüğünde Berger'in kentlerinin de içinde kurmaca taşıdığı söylenebilir. Berger, bugün yaşanmaz hale gelen kentlerden uzaklaşır, 'megapol' imgesine sırtını döner. O yüzden Lizbon kentini anlatmaya başlar başlamaz bir ağaçla yani doğanın bir imgesiyle başlar. "Lizbon'daki bir meydanın merkezinde Luzitanya (yani Portekiz) servisi denen bir ağaç var. Dalları göğe doğru değil de, yatay olarak gelişecek şekilde yetiştirildiği için, çapı yirmi metre uzunluğunda, su geçirmez dev gibi bir şemsiye oluşturuyor. Yüz kişi kolayca sığınabilir bu şemsiyenin altına. Ağacın boğum boğum kütlesel gövdesinin çevresinde daire biçiminde düzenlenmiş metal çubuklar taşıyor dalları; ağaç en az iki yüz yaşında. Ağacın yanında da üzerine geçenlerin okuması için bir şiir yazılmış, resmi bir ilan tahtası var... ben senin çapanın sapıyım, evinin kapısıyım, beşiğinin de, tabutunun da tahtasıyım..." Aslında Berger'in çözdüğü bu şiir bir anlamda bizim bugün yaşadığımız hayatı da isimlendirir. Doğa hem beşiğimiz hem de tabutumuzdur. Cenevre'de Borges'le buluşmak Kentlerin de insanlar gibi ruhları vardır ve onlar da aşk gibi, sevgi gibi gerçekten kendilerine dokunabilenlere, onları anlayabilenlere kapılarını ardına kadar açar. Berger, kapıları kendisine ardına kadar açılmış kentlerin kapısından içeri girer. Lizbon, Krakow, Madrid, Cenevre, Islington ve Küçük Polonya'da artık hayatta olmayan sevdikleriyle bir araya gelir ve hem toplumsal hem de kişisel dertlerini konuşur, konuşurken kendini ve bizi sağaltır. Lizbon metninde annesini ve kentle ilişkisini anlatırken Cenevre'de Borges'le buluşur ve Cenevre-Borges ilişkisini anlatır. Borges'in ölmeye geldiği bu kenti, onun Ulusal Kütüphane Müdürü olma zamanlarını, bakirliğini kaybetme hikâyesini anlatır. Borges'in sadece bir iki arkadaşına söz ettiği hikâyeyi şöyle anlatır: "Babası, oğlunun bakirliğini kaybetme zamanının gelip geçtiğini düşünüyormuş. Oğluna bir fahişeyle randevu ayarlamış. İkinci katta bir yatak odasında. Bahar sonralarında bir akşamüstü. Ailenin evinin yakınlarında... Fahişeyle yüz yüze kalan on yedi yaşındaki Borges ürkeklik, utanç ve belki de babasının aynı kadının müşterisi olduğu şüphesiyle felç olmuş. Ömrü boyunca Borges'in vücudu ona acı vermiştir. Sadece, aynı zamanda giysileri de olan şiirlerde soyunmuştur." Berger'den bir kere daha anlıyoruz ki kentler anıların, arzuların, tatların, bir dilin ve yaşantının bütün işaretlerinin bir araya geldiği yerlerdir. Anlıyoruz ki kentler sadece ekonomik ve ticari olanın takas yeri değildir. Onlar arzuların, anıların ve bilumum insani değerlerin de takas yerleridir. Aynı zamanda geçmiş, bugün ve geleceğin de takas edildiği, iç içe geçtiği yerlerdir. Diğer yandan kitabın ilgi çekici bölümlerinden biri de 'Ölülerin Hatırladıkları Kadarıyla Bazı Meyveler'dir. Burada Berger, kavun, şeftali, Frenk eriği, kiraz, mürdüm eriği gibi meyveleri oldukça ilgi çekici bir görsel anlatımla verir. Bazı meyvelerde kullanılan zaman ise önemli görünmektedir. Di'li geçmiş zamanın kullanılması, yine bizi geçmişe götürür. Geçip giden ama şahit olunmuş, tadılmış, beğenilmiş, ama bugün aynı kıvama sahip olmayan tatlardır bunlar. Kitapta hayatla, edebiyatla, tenle, duyguyla, sevgiyle, ahlak kurallarıyla, geçmişle, bugünle ilgili halleşmeler, hesaplaşmalar, yüzleşmeler okuyana hep yeni şeyler düşündürtür, her kelimesiyle yeni dünyalara çağırır. Sakin ama oldukça dingindir. Acı verecek anıları anlatsa bile huzur veren bir sakinliği vardır. Tedirgin etmez. Derinliğine yaşanmışlığın ve okumuşluğun verdiği, karmaşadan kurtulmuş dinginlik, kendine has bir dil oluşturmuş. Sade bir dil. Herkesin anlayacağı, felsefesi kesinlikle eksik olmayan, sadece ustaların becerebileceği bir dil kullanır. Bu yazılarda damıtılmış bir bilgelik ilk satırlardan itibaren kendini belli eder. Yaşanmışlığın, hayatla kopmaz ilişkinin yazıyla buluştuğu, yazının hayatı onardığı, sağalttığı ve geçmişi anlamlı kıldığı sinsi bir ustalıkla okuyanın benliğini kaplar. Yalın üslup diğer kitaplarında olduğu gibi burada da kendini apaçık belli eder. Çok açık, çok anlaşılır ve kapsayıcı bir üslup... Hayatı ve yazıyı zorlaştırmayan, zorlukları bile kolaylaştırmayı seçen bir üslup söz konusudur Berger'de. |