"Le Corbusier'nin Tasarladığı Bir Ev", s. 39-42
André Paris'in varoşlarından Boulogne-Billancourt'daki evini terk etmeyi bekliyor. O bu evi kafasında her zaman bir yuva imgesi olarak taşımıştı; yirmi beş yıldır da zaten bu evde oturmuştu. Ancak ev aslında bir başkasına ait, bu da Amerikalı avukatlarla ilgili bir sorun.
Bir etan daha! diyor André. Belki de sonuncusu, bu benim için yüz yirmi dördüncü etan. Bu Rusça sözcük "transfer" anlamına geliyor. Gulag'daki tutuklular bir kamptan öbürüne gönderilmeleriyle ilgili olarak kullanırlarmış bu sözcüğü. Sık olmakla birlikte tutukluların gene de en korktukları şeymiş transferler. Bilinen şey dayanılmaz olsa bile, bilinmeyen bilinenden daha tehlikeli görünürmüş onlara. Daha o anda bitkin olan gövdeler, çoğu zaman yeni koşullara uyum göstermekte büyük güçlük çekermiş. Her transferde o küçük kimlikleri ya çevreye saçılır ya da kırılır, bu yüzden de toplanıp onarılması gerekirmiş.
André, Boulogne-Billancourt'daki evi boşaltması için yapılan uyarıya önce direnmiş, eve kapanıp barikat kurmuş. Sokağa açılan ağır metal kapının yanında kısa saplı bir Rus küreği varmış. Bunun gibi bir aletle nicelerinin boynunun vurulduğunu gördüm, diyordu.
Böylece yıllarca direnmiş. Sonra fikrini değiştirmiş. Söylediğine göre, bugün geldiklerinde, onu böyle bekler bulurlarsa, ellerine geçen her şeyi parçalayabilirler. Bunların hiçbirini satmaya değmez. Bunlara kimse para vermez, diyor André, ama benim için bu ıvır zıvırın bir değeri var. Bunu söylerken badem gözlerinden birini kurnazca kırpıyor.
Taşınma işi kaçış gibi iyice tasarlanması gereken bir şeydir, diyor ısrarla, en küçük ayrıntı bile savsaklanmaya gelmez. Hergün kâğıtlarını, pılı pırtısını, kitaplarını, resimlerini, gazete kesiklerini, Allah bilir daha nelerin yedek parçalarını, bir zamanlar annesinin hoşlandığı Yunan vazosu biçimindeki plastik zeytinyağı şişesini numaraladığı karton kutulara yerleştiriyor. Böylece transferden bütün bunlarla kaçmayı umuyor.
Daha önce sekiz kez kaçmış. Kolyma'da inanılmaz bir rekormuş bu. Boulogne-Billancourt'dan kaçışı dokuzuncusu olacaktı. Telin öbür yanına geçtin mi, artık düşündüğün turizm değildir! diyor. Bu kez beşinci katta beşe üç metrelik tek bir odaya taşınıyordu.
Boşaltmak zorunda olduğu evin planını 1923'te Le Corbusier annesi Berthe ve André'nin heykeltıraş olan üvey babası için yapmış. Buzlu camlı stüdyo duvarları, tavanının çatlamış betonuyla bugün benzin pompaları çoktan sökülmüş terk edilmiş bir garaja benziyor bu ev! Gene de Amerikalı avukatları ilgilendiren bir sorun bu.
André'nin annesiyle üvey babasının 1917'de Modigliani tarafından yapılmış bir portreleri var: Moskova'dan gelen Berthe sağda, Jacques Lipchitz de solda. Bazen Berthe'in badem gözleriyle André'ninkiler arasında belli bir benzerlik gördüğümü düşünüyorum.
Bir yabancının gözüyle bakarsanız, André'yi geçen yıl emekli olmuş bir Renault satıcısı sanabilirsiniz. Yetmiş sekiz yaşına karşın, şaşırtıcı derecede dinç, sırım gibi.
Evin içinde oturma katına çıkan döner bir merdiven var. İlk karşınıza çıkan oda, André'nin çocukluğunda tam ona göre yapılmış bir yatak odası. Yatağın üzerinde karlar içindeki Steppenwolf'u gösteren bir resim asılı. André, kurdu göstererek, "Benim portrem," diye dalga geçiyor.
İşte bu benim son transferim ve bu bana ilk transferimi hatırlatıyor. Transferin daha ne anlama geldiğini bilmeden öncekini. On dört yaşındaydım. Halkın Eğitim Bakanı Lunaçarski'nin eşliğinde Gare du Nord'dan trene bindim. Bunu annem ayarlamıştı. Tren Berlin'den hareket ederken Bakanın metresi birden almayı tasarladığı iç çamaşırlarının hepsini almadığını hatırladı –ah, şu gizli dünyalar!– bu yüzden kalktı, ben de aynı kompartımandaydım, ve imdat işaretinin kolunu çekti. Tren sarsılarak durdu. Adamlar kadın alışverişini bitirip dönene kadar kâğıt oynadılar... Otuz bir yıl sonra, ben normal hayata döndükten, Lunaçarski öldükten epey sonra Moskova'ya döndüğümde, onu bir daha gördüm: siyahlar içinde yaşlı bir kadındı.
Berlin'den, Varşova'dan, Brest Litovsk ve Minsk'ten sonra, devrimin onuncu yıldönümünün sabahında Moskova'ya vardım. 7 Kasım 1927. Askeri töreni izlemeye ve hayatta babamı ilk kez görmeye, doğru Kızıl Meydan'a gittim. General üniforması içinde, podyumda selama durmuştu. Gözlerimi dikmiş ona bakıyordum, ama ısı –28'di ve ben ne kadar üşüdüğümden başka bir şey düşünemiyordum. Sanki Paris'teki liseye gidiyormuş gibi giyinmiştim – golf pantolonlu ince elbisem, kehribar düğmeli modaya uygun beyaz yağmurluğum, kalın kauçuk tabanlı ayakkabılarım. Dikkatleri çeken bir görünüşteydim ve donuyordum.
Podyumun arkasındaki bazı subaylar beni görüp acıdılar. O zamanlar doğru dürüst Rusça bilmiyordum. Subaylardan biri babama yaklaşıp fısıldayarak ne yapmak gerektiğini sordu. Onu bir muşambaya sarıp bizim eve götürün! diye emretmiş babam. Onlar da öyle yaptılar. Beni orduya ait bir muşambaya sardılar, bir motosikletin sepetine atıp evin kapısından içeri ittiler. Üvey annem beni yeni bir halı sanmıştı! Az sonra halının mırıldandığını duydu. Kısa bir süre sonra onların evinden ayrıldım. İki yıl serserilik ettim, 1930'un kışında çoktan bir halk düşmanı olmuştum. General babam da 1937' de kurşuna dizildi.
Boulogne-Billancourt'daki evin değişik yerlerinde birçok işlenmemiş taş ve mermer parçaları var. Lipchitz 1940'ta Amerika'ya gitmiş ve bir daha dönmemiş. Arka kapının yanında çoğu zaman içi kedi bisküvisiyle dolu, mavi, çinko bir tabak durur. Kuşlar için, diyor André, onlar çimleniyorlar... Şu vişne ağacını görüyor musun? Annem öldükten bir yıl sonra kendiliğinden büyüdü. Hayattayken vişne çekirdeklerini oturma odasının penceresinden tükürüp atmayı alışkanlık haline getirmişti. Vişneyi çok severdi.
1946'da savaş sona erince, Berthe New York'tan ayrılıp Paris'e dönmekte diretmiş: Oğlum bir yerlerde yaşıyordur, bunu hissediyorum, demiş, özgürlüğüne kavuşunca, beni bulmak için Boulogne-Billancourt'daki eve gidecektir; oraya geldiğinde eğer ben orada olmazsam, yeryüzünde bir daha hiç buluşamayız.
Paris'e tek başına dönmüş ve André'nin gelip yeniden çocukken kendisi için yapılmış odasında uyuması için on dört yıl beklemek zorunda kalmış. O zaman André kırk beş yaşındaymış, yirmi yedi yılını Gulag'da geçirmişmiş ve yüz yirmi dört kez transfer edilmişmiş.
Oğlu annesi ölünceye kadar ona bakmış. Paris'te geçimini sigortacılık yaparak sağlıyormuş.
Döndükten sonra yaptığı ilk işlerden biri bir fileye tenis topu koyup bunu bir ağaca yerden yirmi santim yükseklikte asmak olmuş. Annesinin kedileri oynasın diye yapmış bunu. File hâlâ orada asılı.
André öte berisini karton kutulardan birine yerleştirirken bir suluboya resim buluyor, eline alıp bakıyor. Yaptığım zaman düşündüğümden daha iyiymiş, diyor, ister misin? Yaz mevsiminde bir dağ evinin resmi. Evin çevresinde saman demetleri var. Bir çocuk resmi gibi, bakarak değil, ezbere yapılmış. Evet, isterim.
İmzalayayım, diyor ve kâğıdın arkasına iri harflerle, "Sevgili John'a – 1905'te senin dağ evinde geçirdiğim harika tatilin anısına – André" diye yazıyor.
Yazarken kahkaha atmamak ve şakanın tadını kaçırmamak için dudaklarını ısırıyor. 1905'te ikimiz de daha doğmamıştık ve ikimiz de bir kez bile transfer edilmemiştik.