Açılış Bölümü, s. 5-8
Yazın sıcağından yananların ağzına
bir avuç dolusu kar ne güzel
Yelkenleri fora etmeyi özleyen
denizcilere bahar rüzgârları ne güzel
Bir yatakta yatan iki sevgilinin üzerine
tek çarşaf daha da güzel.
Yeri geldikçe eçmişten şiirler okumak hoşuma gider. Duyduklarımın çoğunu hatırlarım, bütün gün de çevremdeki sesleri dinlerim ama her şeyi nasıl bir araya getireceğimi bazen bilemem. Böyle durumlarda kulağıma en doğru gelen kelimelerle cümleler neyse, onlara bağlı kalırım.
Plaka yakınında, yüzyıl önce bir bataklık olup da şimdi pazar kurulan mahallede Çobanakos derler bana. Koyun güden adam anlamına. Dağdan gelme bir adam. Bir türkü yüzünden taktılar bana bu adı.
Her sabah, çarşıya gitmeden önce siyah ayakkabılarımı parlatır, geniş kenarlı fötr şapkamın tozunu alırım. Şehrin tozu, hava kirliliği korkunç. Güneş daha beter yapıyor bu durumu. Kravatımı da eksik etmem. En beğendiğim gösterişli, mavi-beyaz bir kravat. Kör bir adam giyim kuşamına hiçbir zaman aldırmazlık etmemeli. Etti mi, bundan olmadık anlamlar çıkaranlar olur. Onun için bir kuyumcu gibi giyinir, çarşıda tamata denilen adak takıları satarım.
Dokunarak hangisi olduğunu anlayabildiğin için tam bir körün satabileceği şeylerdir bu adak takıları. Bazıları tenekeden yapılmıştır bunların, bazıları gümüşten, bazıları da altından. Ama hepsi de çarşaf gibi incedir; her biri de bir kredi kartı büyüklüğündedir. Tama Elence adamak anlamına gelen tazo fiilinden gelir. İnsanlar olmasını istedikleri bir şey ya da kurtulmak istedikleri bir derde çare için adak adarlar. Delikanlılar askere gitmeden önce kılıç biçiminde bir adak takısı alırlar. Bu onların askerliklerini kazasız belasız bitirmeleri için bir çeşit dilektir.
Ya da birinin başına bir şey gelir. Bir hastalık ya da kaza. Başı dertte olan kişiyi sevenler, sevdikleri insan o dertten kurtulursa, bir iyilik yapacakları konusunda Tanrı'ya bir adak adarlar. Dünyada kiminiz kimseniz yoksa, kendiniz için bile bir adak adayabilirsiniz.
Benim müşterilerim de kilisede dua etmeye gitmeden önce benden bir adak takısı alırlar, deliğinden bir kurdele geçirip kilisede bir ikonun önündeki demire bağlarlar. Böylece Tanrı'nın onların dualarını kabul edeceğini umarlar.
Adak takılarının her birinin yumuşak madeni üzerine vücudun iyileşmesi gereken parçasının bir işareti basılı olur. Bir kol ya da bacak, mide ya da kalp, eller ya da benim durumumda olanlar için bir çift göz. Bir keresinde üstüne bir köpek hakkedilmiş bir adak takım vardı, ama bizim papaz karşı çıkıp bunun günah olduğunu iddia etti. Bir şeyden anladığı yok bu papazın. Ömrü boyunca Atina'dan çıkmamış, bu yüzden bir köpeğin dağlarda bir elden daha önemli, daha yararlı olabileceğini düşünemiyor. İnsanın katırını kaybetmesinin yaralı bacağının iyileşmemesinden daha kötü olabileceğini aklı almıyor. Kendisine İncil'den şu sözleri hatırlattım: Kuzgunları düşün: onlar ne ekerler, ne biçerler, ne ambarları vardır, ne samanlıkları. Gene de aç bırakmaz onları Tanrı... Ben ona bunu söyleyince, sakalını sıvazladı, sonra da Şeytanı görmüş gibi bana sırtını döndü.
Buzuki çalanlar bile erkeklerle kadınlara neyin gerektiği konusunda papazlardan daha çok şey bilirler.
Kör olmadan önce ne yaptığımı size anlatacak değilim. Size üç hak tanısam, üçünde de ne yaptığımı bilemezsiniz.
Hikâye geçen Paskalya'da başlıyor. Pazar günü. Kuşluk vaktiydi ve havada kavrulmuş kahve kokusu vardı. Hava güneşliyse, kahve kokusu daha çok yayılır. Adamın biri kızı için alabileceği bir şey var mı diye sordu. Bozuk bir İngilizce'yle konuşuyordu.
Bebek mi? diye sordum.
Artık kadın sayılır.
Neresi ağrıyor? diye sordum.
Her yeri, dedi.
Belki de bir kalp almak uygun olur, dedim önümdeki tepsiden parmaklarımla bir adak takısı bulup ona uzatarak.
Teneke mi bu? Aksanından Fransız ya da İtalyanmış gibi geldi bana. Herhalde benim yaşımda, belki de biraz daha büyük.
İsterseniz bir tane altından da var, dedim Fransızca.
İyileşecek gibi değil, dedi.
Önemli olan sizin adak adamanız, bazen elden başka bir şey gelmez.
Ben demiryolcuyum, dedi, büyücü değil. Siz bana en ucuzunu, şu tenekeden olanı verin.
Cebinden cüzdanını çıkarırken elbiselerinin hışırtısını duydum. Üstünde deri bir ceketle deri pantolon vardı.
Tanrı'nın gözünde tenekeyle altının ne farkı var? Sizce de öyle değil mi?
Buraya motosikletle mi geldiniz?
Evet, kızımla. Dört günlüğüne. Dün Poseidon'un tapınağını görmeye gittik.
Sunion'a mı?
Siz de gördünüz mü? Yani oraya gittiniz mi? Özür dilerim.
Elimle kara gözlüğüme dokundum ve tapınağı bu olmadan önce gördüm, dedim.
Bu teneke kalp ne kadar?
Yunanlı gibi pazarlık etmeden parayı verdi.
Kızınızın adı ne?
Ninon.
Ninon ha?
N I N O N. Harfleri tek tek saydı.
Onu aklımdan çıkarmayacağım, dedim parayı yerine yerleştirerek. Tam bunu söylerken bir ses duydum. Kızı herhalde çarşının başka bir yerindeydi, şimdi babasının yanına gelmişti.
Bak, yeni sandallarım! El işi. Kimse anlayamaz daha yeni aldığımı. Yıllardır giyiyorum, sanırlar. Belki de düğünüm için aldım, bir türlü yapılmayan düğünüm için.
Parmakların arasındaki kayış acıtmıyor ya? diye sordu demiryolcu.
Gino görseydi, beğenirdi, dedi kız. Sandaldan anlar o.
Bileğin üstündeki bağcıklar çok şık.
Kırık cam üstünde bile yürüyebilirsin bunlarla, dedi kız.
Gel bakayım. Evet, yumuşak, derisi de güzel.
Hatırlıyor musun, baba, hani ben küçükken yıkandıktan sonra beni havluya sarıp dizinin üstünde oturtur, ayak parmaklarımın birer saksağan olduğunu, şunu şunu şunu nasıl çaldıklarını, sonra da uçup gittiklerini anlatırdın...
Telaşsız bir sesle, bazı heceleri yutar gibi bir ritimle konuşuyordu. Hiçbir heceyi gereğinden fazla uzatmadan ve birbirine karıştırmadan.
Sesler, gürültüler, kokular birer nimettir benim gözlerime. Onları dinler ya da içime çeker, sonra bir düşteymişçesine seyrederim. Kızın sesini dinlerken bir tabağa özenle dizilmiş kavun dilimleri gördüm. Ve biliyordum ki, Ninon'un sesini bir daha duyacak olsam, hemen tanırdım.