ISBN13 978-605-316-166-0
13,5x21,5 cm, 264 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Görme Biçimleri, 1978
G., 1984
Ve Yüzlerimiz, Kalbim,
Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü
, 1987
O Ana Adanmış, 1988
Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı, 1989
Düğüne, 1996
Fotokopiler, 1997
2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus, 1997
Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, 1999
Kral, 2001
Buluştuğumuz Yer Burası, 2006
A'dan X'e, 2008
Kıymetini Bil Herşeyin, 2009
Bento’nun Eskiz Defteri, 2012
Uçuşan Etekler, 2014
Bir Fotoğrafı Anlamak, 2015
İstanbul'dan Gelen Telefon, 2016
Hoşbeş, 2016
Sanatla Direniş, 2017
Portreler (sert kapak), 2018
Yedinci Adam, 2018
Portreler (karton kapak), 2018
Manzaralar (karton kapak), 2019
Top Sende, 2020
Yaranın Sayfaları, 2024
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Esra Yalazan, "John Berger ile 'Manzaralar'a bakmak", ahvalnews.com, 11 Mayıs 2019

Sevdiğim bir “hikaye anlatıcısının” dünyayı, edebiyatı, sanatı yorumlama biçimi, hayat hikayesi ve eserleri hakkında defalarca yazabilirim. Onun derinlikli iç görüsüyle birlikte kendi kuytumda gizlenenleri de daha berrak görebiliyorum ve bu döngüsel hareketleri seviyorum.

Nerde okuduğumu hatırlamıyorum, belki de okumadım. Uyduruyor olabilirim ama buna benzer bir cümle dolaşıyor içimde: “Eğer ölüm olmasaydı belki de hiçbir şey anlatılmazdı”. Yaşadığımız her şey, konuşmaya, hikaye etmeye başladığımızda zamansız bir yolculuğa çıkıyor ve müphem bir sonsuzluk hissine karışıyor. Tekrarın hazzından da beslenen bir iç yolculuk bu aynı zamanda.

John Berger’in dünyasına yakın hissetme sebebini anlattığım Portreler kitabı hakkındaki düşüncelerim, bu defa onun kardeşi olan Manzaralar hakkında söyleyeceklerimi de destekler ancak eksik kalır. Hikayeler de anlatıcılarıyla birlikte parçalanıyor ve sürekli yamanmaya ihtiyaç duyuyor çünkü.

O yazıda, kozasında saklı olan doğal bilgeliğin tohumlarını cömertçe saçanların, tınısı ve derinliğiyle hissedilebilen bir dile sahip olduğundan bahsetmişim. Ve onu böyle tarif etmişim:

Berger, ona atfedilen bütün kimliklerin ötesinde hayatı kendi algı ve kabullenme biçimleriyle okumayı, yorumlamayı seviyor. Edebiyatın, sanatın, türlerin, modern dünyanın kolay ve hızlı tüketilen kavramlarıyla, ezberlenmiş tanımlarla açıklanmasından hazzetmiyor. Bakışın bütünlüğünü, hayatın “birliğini” bozacağına inanıyor muhtemelen.

O, kitaplarında işçilere, yoksullara, çocuklara, resimlere, ölülere, henüz doğmamışlara, taşlara, ağaçlara, kuşlara, kahramanlarına ve kelimelere, kendisini dili kadar gerçek kılan hakiki bir bakışla temas eder. Ne yazarsa yazsın – hikaye, makale, sanat eleştirisi, senaryo, roman, mektup, şiir, deneme veya kısa notlar – şiirin ölümsüzlük vaadine benzer, kendini dil aracılığıyla başka hayatlara açabilen bir ferahlık hissettiriyor.

Manzaralar’daki sanat ve edebiyat üzerine yazdığı tanımsız yazılarını okumaya “Hikaye Anlatıcısı’yla başladım. Ve onun anlatı dünyasının genişliğine yeni zihin egzersizleriyle sokuldum. Berger’i mütevazı bir yazar ve ‘devrimci’ bir eleştirmen olarak farklı kılan kısmen bu özelliğinde saklı; Her okumada, yeniden düşünmeye, sanatı, yapıtı başka yönleriyle hayal etmeye, görmeye davet eden bir bakış kazandırması.

Farklı dönemlerde yazdığı anlatı, deneme, inceleme türünün çekici bir karmaşası olan bu yazılarda, Brecht, Antal, Benjamin, Raphael, Barthes, Joyce, Marquez, Picasso gibi onda iz bırakan, yorumlarına rehberlik eden isimlerin yanı sıra kişisel hikayelerinin uzantısı olan sıradan insanlar, mekanlar da sahne alıyor.

Berger’i öğrenmek ve anlamak için okuyanları cezbeden bir kaç unsur olduğunu düşünüyorum. Hikayeleri aktarırken, muhtemel karşı düşüncelerle tartışırken duygularını sakınmadan içtenlikle akışa teslim etme tercihi. Olayların, tarihsel süreçlerin, nedenlerin birbirleriyle olan bağlantısını derinden sezme, yorumlama yeteneği. Ve öğrenerek, merak ederek öğretmenin resmiyetten uzak, sorgulamaya açık, ideolojilerin kalıplarına sıkışmayan bilge sesi.

Köyde birlikte vakit geçirmekten hoşlandığı bir dostunu anlattığı yazıda, yazıyla ilişkisini tarif etmiş. O motivasyon, bu kitaptaki yazıların yazılış sebebiyle birlikte, kişisel yazı serüveninin bütüncül “manzarasını” da gösteriyor:

“Yazmayı asla bir meslek olarak düşünmedim. Tek başına, bağımsız olarak yapılan bu faaliyette deneyim asla kıdem bahşetmez. Şükür ki bu işi herkes yapabilir. Başlangıçta beni bir şeyler yazmaya sevk eden - kişisel ya da siyasi - güdü ne olursa olsun, yazmaya başladığım an, yazma eylemi, deneyime bir anlam kazandırma mücadelesine dönüşüyor”.

Berger’in “deneyime anlam kazandıma mücadelesi” diye tarif ettiği çabaya eşlik edecek olan okur, geniş bir coğrafyada, “yoldaşıyla” dolaşmaktan zevk alacaktır. Gerçekliğin farklı biçimlerini, estetik duygusunu, anın genişliği içinde dağılan duygu sızıntılarını, görsel ideolojinin nüanslarını, ezberi yıkan devrimci sanat tarihinin öteki yüzünü, içinden geldiği ve sorgulamaktan hiç vazgeçmediği Marksist geleneğin sanattaki izdüşümünü onunla izlemek, katmanlarıyla derinleşen bir okuma hazzı vaadediyor.

Yaşadıklarını hikaye eden köylü dostuyla, kendisi arasında kurduğu bağı “İkimiz de zamanımızın tarihçileriydik” ifadesiyle açıklamasının hakiki bir karşılığı var. O köylerin “gizemli” hikayelerini, sosyal ilişkilerin hikaye anlatıcılığına etkisini, sevdiği bir yazardan etkilenme biçimini, Rönesans’ın berraklığını, romantiklerin ikilemini, sanat-mülkiyet çelişkisini, müzelerin tarihsel işlevini, sanat tarihi ekollerinin görünmeyen farkını, Filistinli gençlerin isyanını, Rosa Luxemburg’un cesaretini, Sovyet estetiğini anlattığında, “şimdiki zamanının tarihçisi” olmanın ötesinde, uzak geçmişten geleceğin ufuk çizgisine bakabilen derinliği ürpertici.

Portreler’de, Berger’in gördüklerini çok boyutlu yorumlama beceresi, sanatçıların yaratma süreçlerinde takip ettiği haritaların yansıması sanki. Bilgiyi kullanma biçimi onun sanatı anlamlandırma, izleyici yönlendirme tercihlerini de gösteriyor, demiştim. Manzaralar’daki, edebiyata dair yazılarda da benzer bir izlek var.

Marquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ novellası üzerinden romancı ve hikaye anlatıcısının farkını anlattığı yazısında, helezonik bir anlatı içinden okura seslenirken kendi duruşunu da gösteriyor:

“Kader kavramının Batılı romancıların aklını karıştırmasının tek sebebi kaderin özgür iradeyle aynı anda varolduğunu düşünmeleridir. Oysa kader farklı bir zamanda, kelimenin gerçek anlamıyla, her şey olup bittikten sonraki zamanlarda varolur. Şimdi her şeyi çok basitçe anlatalım: Bu insanlar hakkında bir hikayedir ve hayatın bir hikaye olduğuna hala inanan insanlara anlatılmıştır. Hiç kimse kendi hikayesini seçemez. Yine de, ister yaşanmış olsun, ister duyulmuş, doğası gereği her hikayenin bir anlamı vardır…Anlamın ne olduğunu sormak, söylenemez olanı sormak demektir. Buna rağmen, anlama duyulan inanç, tek bir şey vaat eder. Anlam paylaşılabilir olmalıdır”.

Berger’in anlamın paylaşılabilir olması gerektiği vurgusunun işaretleriyle hemen her yazısında karşılaşırsınız. Roland Barthes için yaptığı yorum, onun hayatına sızmış sanki: “Asla başkalarının söylediklerini tekrarlamıyor. Hakikat arayışında daha önce açığa çıkarılmış olana yöneliyor daima - maskenin içine, tüm sözcüklerin ters yüzüne”.

Berger, düşüncelerini ve duyguların üzerini örtmek için dolambaçlı yollara başvurmaz ama genellikle sakin anlatımdan yanadır. Burda ilk kez nispeten keskin bir ifadeye rastladım. ‘Geçit Töreni’ başlıklı yazısının sonunda (1989) politika ve sanat arasındaki ilişkiye dair haklı bir yorumu var:

“Aptallar, sık sık Marksistler’i politikanın sanata müdahale etmesine izin vermekle suçlarlar. Tam tersine bizler, böyle bir şeye tamamen karşı çıkıyoruz. Politikanın sanata müdahalesi, bunalımlı ve büyük acıların yaşandığı dönemlerde artar. Ancak, böylesi dönemlerin varlığını yadsımak olanaksızdır. Böyle dönemleri anlamamız gerekir ki sona erdirebilelim. O zaman sanat da, insanlar da daha özgür olacaktır”.

Berger’in bilgi birikimiyle çoğalan yazılarında, bilinçli bir “acemilik” hissi var. Ele aldığı meselelerin güçlüğüne rağmen okurla doğrudan bir ilişki kurabilmesini de bu mütevazı tavrına borçlu sanırım. “Ustalaşmakta hüzün verici bir şey var” diyordu bir yazısında.

Bu çok erken yaşta öğrendiği sezgisel bir “hayat bilgisi” olmalı. Joyce’un ‘Ulysses’ romanıyla on dört yaşında İngiltere’de yasak olduğu dönemde tanışmış. Onu anlattığı bölümde ilk uyanışını hatırlatıyor:

“Bugün, elli yıl sonra, Joyce’un beni hazırlamak için çok şey yaptığı hayatı yaşamaya devam ediyorum ve yazar oldum. Daha hiçbir şey bilmezken edebiyatın tüm hiyerarşilere karşı olduğunu; hakikati hayalden, hadiseyi duygudan, roman kahramanını anlatıcıdan ayırmanın çorak arazide kalıp hiç denize açılmamak olduğunu bana gösteren oydu”.

Ben onda sanat teorilerini incelediği Max Raphael için yaptığı ayrımı görüyorum:

“Kimileri karşı karşıya kaldığı şeyden nefret ettiği için mücadele eder, hayatını enine boyuna tartmış başkalarıysa varlıklarına anlam vermek arzusuyla. İkincilerin mücadelesi daha sebatkardır”.

Berger’in mücadelesinde, kendi varlığını anlamlandırma arzusundan daha fazlası var. Büyük bir yazar olduğunun farkına olmadığı söylenen Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un “Ruh, içinde oluşan imgelerden oluşur ve her kişinin değeri, önem verdiği şeylerin değeri ile doğrudan orantılıdır” deyişini düşündüm, bu kitabı okurken.

Berger’in “hikaye anlatıcılığını” her okuyuşta yeniden keşfederken, önem verdiği şeylerin anlamını paylaşarak insana dokunuşunu hissediyorum. Otoportresini çizen bir ressam gibi geçmişinin, kaderinin ve geleceğinin resmini yaptı, demişim geçen defa. Eksik kalmış; tecrübe sadece başımıza gelenler değil, aynı zamanda onunla ne yaptığımız ve hayat hikayemizi nasıl yorumladığımızdır.

Ölmeden iki yıl evvel (2015) Portreler’in önsözüne kendisine neden sanat eleştirmeni” denmesinden hoşlanmadığını yazmıştı:

“Maharetliydiler, yüksek standartları vardı, alçakgönüllüydüler, dostları eski ustalardı, birbirlerini kardeşçe eleştirirlerdi ama sanat piyasasını ve simsarları umursamazlardı. Aralarında siyasi mülteciler çoğunluktaydı; bu yüzden doğal olarak kanun dışıydılar. Beni eğitenler, esinlendiğim kadınlar ve erkekler bunlardı işte. Uzun ömrümde bir yazar olarak zaman zaman sanat hakkında yazılar yazmam, sanatçılardan aldığım ilham sayesindedir”.

Berger’in sanatı gerçekçi, devrimci yorumlarla yüceltişi böyle bir tecrübeden besleniyordu. “Şeyler” arasındaki incelikli akrabalıkları, değişen tarihsel süreçleri karşılaştırarak gösterdiğinde, sanatın hakiki doğası onun berrak anlatımıyla her daim zihin kamaştırıyor.

“Sanat doğaya öykünmez, yaratılışa öykünür - kah başka bir dünya önermek için, kah doğanın sunduğu o kısacık vaat anını büyütmek, onaylamak, toplumsallaştırmak için. Sanat, doğanın ancak zaman zaman göz ucuyla bize gösterdiği şey karşısında verilmiş örgütlü bir tepkidir…İnsanın daha güven verici bir cevap alma umudunu ilan eder. Sanatın aşkın yüzü, daima bir duadır”.

Bu yazıyı da tekrara düşmek pahasına aynı hatırlatmayla bitirmek istiyorum. Benim değişmeyen duam bu oldu.

O “Geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemediğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz. Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz” diyordu.

Evet, dayanışma içinde beklemeyi, yazıyla, sözle, hikayeyle de dayanışmayı elbet öğreneceğiz!

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X