Soner Sert , "John Berger göçmen işçileri selamlıyor", 22 Kasım 2018
Değerlendirmeye başlamadan önce kitabın hikâyesine göz atalım: 1973 yılının tamamı ve 1974 yılının Haziran ayına kadar geçen zamanda kaleme alınan bu kitap için Berger, 2010 yılında, “…her şeyden önce Avrupa’daki zengin ülkelerin ekonomilerinin 1960’lı yıllarda nasıl bazı daha yoksul ülkelerdeki insanların emeğine dayandığını göstermek istiyorduk” diyor. Temel itkinin bir tartışmaya önayak olması, siyasal bir etki yaratması ve “işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını” desteklemek olduğunu da dile getiriyor. İkili, bu meseleyi evvela bir film yapmak istese de para bulamaz ve kitabını yazmaya karar verir. Berger’e göre bu durum, “geçimlerini sağlayacak parayı kazanmak umuduyla ailelerinden ayrılmak zorunda” kalanların, aile albümüne göz gezdirir gibi bakacakları bir kitaptır.
Kitap, Avrupa’ya içinden veya dışından yapılan emek odaklı göçlerin –kurgu yanını da boş vermeden- nesnel veriler ışığında kapitalizm ile olan ilişkisini irdeliyor. Berger kitabın meselesini, “Göçmen işçinin yaşantısını ana çizgileriyle vermek, bu yaşantı ile göçmen işçinin fiziksel ve tarihsel çevresi arasındaki ilişkiyi göstermek, dünyanın şu andaki siyasal gerçekliğini” anlamak için bu kitabı yazdıklarını söyler. Kitabı temasını “özgürlüğün yok oluşu” olarak niteler.
Bir ülke, dışarıdan gelmiş bir göçmen işçiye sadece para sunar. O da onu öldürmeyeceği kadar… Yatıp uyacağı, karnını doyuracağı hücre benzeri bir yer ve eline tutuşturduğu üç beş kuruşla onu orada aylarca, yıllarca yatırır ve onunla işi bittiğinde memleketine postalar. 60’lı yıllarda Almanya’ya giden Türkiyelilerin, İsveç’e giden Yunanlıların, Fransa’ya giden Portekizlilerin derdi ve amacı ortaktır. Yeteri kadar para kazanmak ve ülkelerine “bir şey” olarak dönmek… Göçmen işçi bir ülkeye belli bir işi, belli bir para karşılığında yapmak için gider. Salt emeğini satmak için… Orada bulunduğu süre içinde o işçiden düşünmesini, herhangi bir şey için fikir yürütmesini, insani bir histe bulunmasını istemezler. Bir makine gibi davranmasını, sosyal ve kültürel kodlarını unutup sıfırdan var olmasını isterler.
Teknik olarak bakıldığında büyük bir çaba gibi görünmeyen, daha deneyimli işçileri taklit ederek yapılan işlerin büyük çoğunluğu, aynı hareketin her gün, aynı saatlerde ve periyodik olarak devam edişinden dolayı işçiyi düşünemez hale sokar. Marx 1867 yılında bu durumu, “Fabrikada işçinin dışında cansız bir çark dönmektedir; işçi bu çarkın sadece bir parçası durumundadır… Fabrikada çalışmak, ayrıca sinir sistemini son derece yorar, kasların değişik hareketlerini kısıtlar, insanın bedensel ve düşünsel etkinliğini en küçük zerresine kadar özgürlükten yoksun bırakır” sözleriyle açıklar. Berger ise bu meseleyi “göçmen” olma halini de unutmadan şu kelimelerle dile getirir: “Bir göçmen işçinin yeniden insan (koca, baba, yurttaş, yurtsever) olabilmesi için yurduna dönmesi gerekir. Ona hiçbir gelecek vadetmediği için terk etmek zorunda kaldığı yurduna.”
Buradaki mesele, pek tabii fabrikanın kendisi ya da emek odaklı çalışma karşıtlığı değildir. Mesele, insana yaraşır bir şekilde, insan odaklı bir sistem için bu emeği göstermektir. Berger’in göçmen işçi için en net tarifi, “yaşamak için hayatını satan kişi” cümlesidir.
Peki bunun sebebi nedir?
Başlangıçta da değinildiği gibi kitap, 60’lı yıllardaki emek göçüne odaklanırken, Berger’in deyişiyle yeni sömürgecilik anlayışını masaya yatırmayı amaçlamaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası toparlanmaya çalışan Avrupa, ABD’nin “desteğiyle” yeni dönem kapitalizmine geçiş yapmış, fabrikalar kurmuş ve bu fabrikalarda çalışacak işçiye ihtiyaç duymuştur. Hâlihazırda azalan nüfus bu ihtiyacı karşılayamıyorken, bu ülkelerde verilen düşük ücretlerle el emeği gerektiren işleri yapmayı kabul edecek sayıda işçi bulunamaz. Dolayısıyla “ithal” edilmesi gerekir. İşte göçmen işçinin hikâyesi tam olarak burada başlar.
Kapitalizm, varoluşu itibariyle kar marjını –sürekli– daha yukarı çekmek ve yeni pazar alanları bulmak zorundadır. Bunun için yoksul olan, yoksul kalması gereken yeni yerlere ihtiyaç duyar. Kapitalizme göre, bir insanın ya da bir toplumun yoksul kalmasının sebebi, yeteri kadar girişimci ve çalışkan olmamasıdır. Girişimciliğin ve çalışkanlığın değer ölçütü ise verimliliktir. Zaten zırvalık da burada başlar. Verimliliğin, gerçek anlamda bir verimlilik olup olmadığını kim belirleyecektir? Tabii ki; kapitalizm!
Var olması için her zaman yoksullara ihtiyaç duyan kapitalizm için en büyük sıkıntı, üretim ile piyasa arasındaki ilişkinin dengesidir. Ekonominin dalgalanması halinde ilk olarak işçinin kursağından giren bir lokma ekmeği keserek tasarruf edeceğini düşünen kapitalizm, ihtiyaç anında işsiz bırakabileceği bir yığın insan topluluğu arar. Burada, devreye göçmen işçi kavramı girer. Yani; yedek emek gücü… “Eğer bu yedek emek gücünün tümü bir ulusun örgütlenmiş işçi sınıfından oluşuyor ve bu yüzden zarar görüyorsa, bu sınıf böyle bir düzene son verilmesini isteyebilir ve devrimci bir işçi sınıfına dönüşebilir.” Dolayısıyla mesele, siyasal bakımdan baş ağrıtmayacak bir topluluğu bulup getirmek, işe yarayacağı zaman kullanmak, yaramayacağı zaman göndermektir.
Sistem, olası “tehlike”nin önüne geçmek için “izin veriyormuş” gibi görünerek rotasyon yapar. Belirli bir süre sonra işçileri memleketlerine gönderir ve yerlerine başkalarını alır. Diğer fabrikalarla değiş tokuş yapılır. İşçiye, sendikaya başvuru yapma hakkı verilir fakat resmi üye olma şansı, herhangi bir meselede hak iddia etme şansı yoktur. Bırakın bir işçi önderi ya da “militan” olmayı, siyasal bir aktivitede bulunma şansı yoktur. Bir aktivitenin siyasal olup olmadığına ise bildiğiniz gibi adli merciler karar verir.
Çözüm?
Son sözü yine Berger’e bırakalım: “Devrimci bir partinin önderliği olmadan, kırsal yoksulluğu yaratan ve sürdüren ekonomik ve toplumsal ilişkiler değişmeyeceğe benzer.”