Esra Yalazan, "John Berger ve Jean Mohr’la göçmen işçilere bakmak”, ahvalnews-com, 11 Kasım 2018
Ne vakit John Berger hakkında yoğun bir hissiyatla düşünmeye başlasam tuhaf, acımasız bir sürprizle karşılaşıyorum.
Bu sene Berger’in doğum gününde, Türkçede yeniden yayımlanan kitabı Yedinci Adam’ın sayfalarında dolaşırken yakın dostu, belgesel fotoğrafçısı Jean Mohr’un ölüm haberini gördüm. Bir süre Mohr’un fotoğraflarında durdum. Evet, böyle ifade etmek daha sahih olur sanırım.
Uzun molalarla durdum. Berger’in “aile albümü” olarak tanımladığı karelerde kendi hatıralarımla biraz soluklandım. Onları yazıyla fotoğrafın gölgeli bahçesinde buluşturan parıltıyı gördüm bir an. Kitabı okumaya başlamadan evvel Berger’i doğum gününde anmak için (5 Kasım) ölümünden hemen sonra yazdıklarımı okudum kendime;
“Sonra onun ölüm haberi, o soğuk mecrada keskin bir bıçak gibi parladı. Eğer 90 yaşındaki bir yazar ve eserleri hakkında düşünüp yazıyorsanız, böyle bir habere şaşırmamak doğal kabul edilebilir ama bu katı gerçeğe rağmen ölüm karşısındaki mahcup çaresizliğimizdir bizi ayakta tutan”.
Bu defa bizi terk edip, Berger’in doğum gününde elli yıllık arkadaşının yanına göçen Jean Mohr oldu.1946’da başladığı belgesel fotoğrafçılığı boyunca yirmi altı fotoğraf kitabı yayımlanan Mohr, elli sene Filistinli mültecileri fotoğrafladı.
Göçmen işçilerin kendilerinden bile gizledikleri puslu ruh hallerini, kırsal yoksulluğun boz bulanık resmini, taşra hayatının ilk bakışta görünmeyen yalnızlığını çoğaltarak eşsiz bir miras bıraktı. Yersizliğin, yurtsuzluğun neden olduğu ‘kimliksizliği’ ona aldırmayanlara direnen keskin bakışıyla anlattı.
John Berger’in kendisine en çok benzeyen ‘ruh aynalarını’ da en çok ve en yakından Jean Mohr görüntülemiştir muhtemelen. BBC için hazırlanan Görme Biçimleri'nin açılış cümlelerinde Berger basit bir gerçeği hatırlatır:
“Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştirmez. Görüşümüz sürekli olarak canlıdır; hareketlidir; her şeyi çevresindeki bir çember içinde tutar… Bir şeyi gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de fark ederiz. Karşımızdakinin gözleri bizimkilerle birleşerek görünenler dünyasının bir parçası olduğumuza inandırır bizi”.
Berger ve Mohr’u buluşturan sebep, politik duruşlarının ötesinde bir direnme biçimi olarak “görünenler dünyasına” ve onların sözcüklerle bağına inanmış olmaları sanırım. Berger’ın ilk kez 1975’de yayımlanan Yedinci Adam’ı bir aile albümüne benzetmesinin bu anlamda bir karşılığı var. Kitabın yeni baskısı için önsözde yazmış:
“Bugün hala İstanbul’un bir gecekondu semtinden, bir Yunan limanından, Madrid’in, Şam’ın ya da Bombay’ın bir kenar mahallesinden bu kitabı ilk okuduklarında nasıl etkilendiklerini anlatan Güneyli okurlara rastlıyorum. Yedinci Adam’, bu okurlar için artık sosyolojik ya da birinci dereceden siyasi bir risale değil, daha çok bir aile albümü - insanın yakınlarının hikayelerine, hatıralara, bir dizi yaşanmış anlara rastlayacağı bir albüm”.
Berger, bu benzetmenin sebebini göç olgusuyla açıklıyor. Bu kitabın asıl seslendiği insanların yerinden yurdundan edilen insanlar, ailelerinden kopan insanlar olduğunu 20.yy’ın tarihsel özelliğiyle hatırlatıyor. (Daha sonraki yıllarda Ortadoğu savaşlarının neden olduğu zorunlu göç trajedisine de tanık oldular. Berger onları da yazdı, Mohr görüntüledi).
Bu “albümde” trajediyi evrensel kılan duygular, bazen siyah beyaz fotoğraflarla bazen de onlara eşlik eden yazılarla görünüyor. Ortak acıların iklimini tarif ediyor Berger:
“Sürekli bir memlekete dönüş hayali, bu hayalin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bilmekten kaynaklanan ortak gözyaşları, yola çıkma cesareti, yolculuğa katlanma gücü, varılan yerin yarattığı şok, daha sonra içinde biletle gönderilen o dillere destan çağrı mektubu, gurbette ölmek, yaban ellerdeki karanlık geceler, düzenli ekmek parası kazanmanın gururu”.
Zaman geçtikçe aile albümlerinin görüntülerinin hissettirdiklerinin de değiştiğini söylüyor. Eski fotoğraflara bakarken içimizi kamaştıran o ürpertici his. Önceden düşünülmemiş tuhaf bir şaşkınlık. “Hayatın kendi şaşırtıcılığını koruyan” medcezirli duygular.
“Ne yaptığımızı tam bilmiyorduk” diyor ama gerçeğin öne çıkma inadının karşılığını fazlasıyla almışlar. O yıllarda basının kitabı neden görmezden geldiğini de anlatıyor. Eleştirmenlere göre bu kitap sosyoloji, ekonomi, röportaj, felsefe ve belli belirsiz şiir özentisi karışımı bir risaleymiş. Ciddiye alınamazmış! Tam da türler arasında böyle özgürce dolaşan benzersiz bir kitap olduğu için ciddiye alınmalıydı oysa. Bugünden bakıldığında kıymeti daha iyi anlaşılıyor. Dediği gibi bu kitabın teması özgürlüğün yok oluşu çünkü.
Bütün bu bilgilerin ışığında sayfaları çevirip göçmen işçilerle karşılaştığınızda, o sezgisel belirsizliğin sürüklediği yaratıcılığa nasıl ulaştıklarını görüyorsunuz. Kitaptaki somut bilgiler haliyle biraz eskimiş.
Dünyanın değişen siyasal yapısı, para dolaşımı, küreselleşmeye birlikte dönüşen kültürel değerler, işçi sınıfının dayanışma yöntemleri vs. Doğrusu onlara pek takılmadım. Beni çarpan, fotoğrafların etkisinin giderek arttığı gerçeği ve Berger’in göçmenliğin hakikati üzerine yazdıkları oldu. Sisteme meydan okuyan göçmenlerin can yakan bakışlarında durdukça bu tür çalışmaların eksikliğini daha iyi kavradım.
Mohr’un görüntülediği göçmenlerden bazıları Almanya’ya işçi olarak gittiklerinde sağlık muayenesinden geçiriliyordu. O fotoğraflara bakarken utançla beraber hissettikleri “yabancılaşmayı” gördüm. Damgalanmalarını, sonuçları umutsuzca bekleyen kararmış yüzlerini, garda aileleriyle vedalaşmalarını. Her şeye rağmen vagonun penceresinden akan kır, taşra görüntüleri eşliğinde beliren solgun heyecanlarını.
Sonra Berger’in yazdıklarını okudum; “Tanımadığı insanların önünde çırılçıplak soyunmasını istemelerimin yarattığı utanç. Komut veren görevlilerin konuştukları anlaşılmaz dil. Vücutlarına keçe uçlu kalemle yazılan sayılar. Erkek gibi tulum giymiş kadınlar. Kendisi gibi bir sürü insanın sessizliği. Çoğunun yüzünde, dinginlik içindeki ya da dua eden kimselerinkine benzemeyen o korkunç içe dönük bakış.
Bütün bu olup bitenler ona olağan geliyorsa, bunun nedeni bu önemli yaşantıyı orada bulunan herkesin paylaşmasıdır”.
Bu fotoğraflı anlatıyı evrensel kılan, “o içe dönük bakışı”, kalabalığın sessizliğini “zamansızlığın” ruhuyla anlatan yazının gücü. 45 yıl sonra okuru insanı anlatma meselesine dair düşündürmesini de önemsedim. Berger’in kurmaca veya gerçek hikayelerdeki şiir sesi, ayrıntılarda kendisini daha iyi duyurur. Trende sohbet eden işçilerin fotoğrafının hemen altında bir düşünce anını tarif ediyordu:
“Bavulun dibindeki paketlerin birinde evden koydukları yolluğu vardır. Bu yiyecekleri düşünür - bıçakla kesilmesi gereken sosisi, ufalanan peyniri. Yemek yeme ihtiyacı açlığın belirtisi sayılmaz. Yiyecek, aynı zamanda başkasından gelen bir haberdir. O yiyeceği yemek bir yerden bir haber almak demektir. Kim, nereden göndermiştir bu haberi?”.
Göçmen işçilerin içinde bulundukları durumu geçici kabul etmelerini, içlerinde gömdükleri zaman boşluğunu, ancak Berger gibi “şeyler” arasında sağlam ilişkiler kurabilen bir yazar görebilirdi. Geçmişin hatıralarıyla gelecek hayalleri arasında sonsuz bir yolculuğa çıkan işçilerin mırıltısı onun anlatımıyla kendi hakikatine kavuşuyor.
Berger’in hikaye ettiği işçilerin varolma mücadelesini, göçmen olmanın trajedisini onların durduğu yerden kendi hayatıma bakarak izlemeyi tercih ettim. Yabancı bir dilin, şehrin, kültürün, toplumun içinden geçip giden o sessiz kalabalığı onun kelimeleriyle dinledim. O kırılgan iradeye hayran olurken yerleşik olmanın konforundan biraz utandım.
Büyük şehirde yaşayan insan davranışlarının tarih boyunca onları nasıl küçümsediğini hatırladım. İş dışındaki boş zamanlarını yadırgayan yorgun işçilerin karanlıkla, rüzgarla, toprakla, sessizlikle, hayalleriyle yaşamalarına baka kaldım. Kişisel hafızalarını tek göz odalara taşıyan göçmenlerin eski bavullarını kurcaladım.
Son bölümde (Dönüş) kazandığı paralarla ülkesine dönen bir Türk işçiden bahsediyordu Berger. Onca yıl sonra o tatsız gerçek eğilip bükülmüş ama yok olmamıştı. Göçmenin kararlılığını kendi iradesinden ziyade tarihsel süreçler belirliyordu;
“O kendi ülkesinden daha büyük bir hızla değişmiştir. Yurtdışına gitme konusunda karar vermesine yol açan ekonomik koşullar düzelmemiş, belki daha fazla kötüleşmiştir memleketinde”.
Berger, göçmen işçinin hayatını başkasının gördüğü bir düşe benzetiyor. İtalya’nın köyünde çekilmiş fotoğraf var kitapta. Hatırlanamayan rüyadan kalan puslu bir an misali yerleşti zihnime. Bir köylüyle bir göçmen işçi, kırda beraber yere çökmüş yaktıkları çalı çırpının başında sohbet ediyorlardı.
Jean Mohr, dünyanın o anlamsız boşluğuna göçmenliğin perdelenen kederini yerleştirmişti. Sayfayı çevirdim. Belgrad’da bir sokak fotoğrafçısını gösteren anın cümlelerini okudum; “Düşümde bir dost geldi beni görmeye. Çok uzaklardan. Sordum kendisine düşümde: ‘Fotoğrafla mı geldin yoksa trenle mi?’ Bütün fotoğraflar bir ulaşım biçimi, yokluğun bir dile gelişidir”.
Yedinci Adam elli yıllık dostluğun ve yakınlığın sonuçlarından birisi. Jean Mohr, 93 yaşında John Berger’in doğum gününde - varsa eğer öyle bir buluşma yeri - arkadaşına kavuştu. Onları buluşturan fotoğraflara bakarken Berger geçmişten sesleniyordu;
“Mahremiyeti yakınlıkla, yakınlığı da paylaşılan bazı deneyimlerle ilişkilendirmeye meyilliyizdir. Halbuki birbirine asla tek kelime etmeyecek yabancılar her gün bir mahremiyeti paylaşabilir. Bir bakışta, bir kafa sallayışta, bir tebessümde, bir omuz silkmede bulunan mahremiyeti. Bir saniye süren bir yakınlıktır bu ya da hep birlikte dinlenen bir şarkının uzunluğu kadar. Hayata dair bir anlaşma. Şartları olmayan bir anlaşma”.
O gizli anlaşma, eskimeyen bir fotoğraftaki göçmen işçilerin canlı, kederli, her daim düş gören yorgun bakışlarında da görünüyor.