Ali Bulunmaz, "John Berger’la 'Hoşbeş': Sözün müziği ve şarkısı", Kültür Servisi, 3 Ocak 2017
5 Kasım 2016, John Berger’ın doksanıncı yaş günüydü. Pek az yazar, doksan yaşına gelip de sağlıklı bir zihinle üretmeyi sürdürüyor. Berger, titizlendiği ve son derece yalın bir şekilde kurduğu cümlelerle birçok konuda anlaşılır ve net biçimde yazmaya devam ediyor.
Onun incelikli ifadeleri, dünyayı derinlemesine irdelediğini ve üstüne uzun uzun düşündükten sonra kaleme kâğıda sarıldığını gösteriyor. En yeni metinler toplamı Hoşbeş'in hemen başında “Yaklaşık seksen yıldır yazıyorum” deyip durumu şöyle açıklıyor: “Yazmak benim için hayatî bir faaliyet oldu hep; bir şeyleri anlamlandırmamı ve devam etmemi sağlıyor. Ancak yazının kendisi daha derin ve genel bir şeyin uzantısı-dille olan ilişkimizin.”
Berger’ın kâğıda döktüğü her cümle bir tür konuşmaya ve konuşarak görmeye benziyor. Sözün büyüsünden öte anlamına kafa yoran yazarın, Hoşbeş'le girdiği yol da daha çok bu yönde bir kazı gibi. Kullandığı dilin üstüne giderken hem teknik hem de edebi açıdan konuya yaklaşmayı tercih edince okuması zevkli ve zihni sorularla meşgul eden metinler ortaya çıkıyor. Dilin kökenini, insanın kökünde araması da aynı çabanın ürünü.
Sözsüz ve sözlü dil
Berger’ın, dille ve yazmayla ilişkisi hiçbir zaman laf kalabalığı veya laf ebeliği zemininde olmadı. Hoşbeş'teki metinleri de bunun birer göstergesi. Üstelik günümüzün anaakım siyasetindeki dilin atıl ve ölü kelimelerden oluştuğu eleştirisini getirirken kendisinin, sözcükler ve bir eylem olarak yazıyla ilişkisini de açıklıyor: “Seneler boyunca beni yazmaya iten şey, yazılması gerekenler olduğunu ve ben anlatmaya çalışmazsam hiç anlatılmadan kalacağını hissetmemdi. Kendimi ağırlığı olan, profesyonel bir yazardan ziyade, boşlukları kapayan biri olarak görüyorum.”
Berger’ın anlattığı hikâyeler, dil üstüne bildiğimiz akademik konuların uzağında; sanattan şiire ve romandan resme kadar birçok bağlantı kurarak ele aldığı sorunlar, hayatla hep bir şekilde ilişkili. Bu durum, onun yazdıklarının gücüne güç katarken metinlerini de yalınlaştırıyor.
Berger, hızla akan hayatta bir parça dinginlik öğütlüyor yine; Hoşbeş bu nedenle insanın yüzünde tebessüm, benliğinde serinkanlılık oluşturan bir kitap. Bazen etrafına bakıp kederi ve mutluluğu cümlelerle ifade etmeye çalışıyor bazen de içgörüsü onu yokluyor. Biz bu anların hepsinde ona yazar desek de Berger kendisine hâlâ o sıfatı yakıştırmıyor. Ama yazmayı ısrarla sürdürüp çoğu insanın kendine ayıracak vakti olmadığını ve bunun farkına varamadığını söylüyor.
Hoşbeş'in bazı satırlarında “yaşlı” bir adamın anılarına döndüğünü sanabilirsiniz. Gelin görün ki işin aslı böyle değil. Berger, yaşamından kimi kesitleri paylaşıyor belki ama bunları getirip dayandırdığı yer hepimizi ilgilendiriyor. Çünkü dil hayatla ve sözcükler ifade gücüyle bağlantılı. Hatta sorduğu bir sorunun hep aklımızda bulunması gerek: “Hikâyelerimizin bizi ele geçirme tehlikesi olduğunu bilsek onları başka türlü yazar mıydık acaba?”
Berger’ın bu soru etrafında gezinerek yaptığı sözsüz ve sözlü dil ayrımı önemli. Kelimelerin yetersiz kaldığı ya da onları bilinçli olarak kullanmak istemediğimiz anlarda kendini gösteren sözsüz dil, parmakların anlattığı öyküler haline geliyor. Diğer yandan isimlerin yitip gittiği ve yalnızca çizgilerin konuştuğu bir dil bu. Berger, her ikisine de yer veriyor Hoşbeş'te.
‘Tarihsel yalnızlık hissi’
Berger’ın bir kez daha insan hikâyeleriyle karşımıza çıktığı metinler, bize sade ve sakin bir yaşamın kapılarını açıyor. Bizimle sohbet ederek yazdığı her satırda, yaşamın keyfini süren Berger, bunu bencilce bir tavırla yapmayıp aynı tadı bizim de almamızı istiyor. Hatırlattığı bazı isimler de karmaşanın ortasından, umudu ve hakikati devşirmede ona yardım ediyor: “Zenginler şarkıları dinler; yoksullar şarkılara tutunur ve onları sahiplenir. ‘Hayat zehir ve baldan ibarettir’ demişti Cesaria Evora. Anlaşılmaz hayatlarımızın şarkılarını söyler bize.”
Şarkıda olduğu gibi çizimde, konuşma ve yazmada da bir ritim var. Berger’a göre bu, sözün ve dilin akıcılığını sağlıyor; bir bakıma sözün şarkısı ya da müziğinden bahsediyor. Az biraz ileri gittiğimizde kelimelerin ete kemiğe bürünüp beden gibi harekete geçmesine bağlıyor konuyu Berger. Şarkı ve hikâye ilişkisine değinirken onların, şimdiyi dolduran ve ileriye uzanan kimliğinden söz ediyor. Her ikisinin de görünenin ötesinde derin anlamlar barındırdığını; deneyimlere, zafer ve yenilgilere göndermede bulunduğunu, çoğu zaman fark etmeden yaşayıp yaşattığımız boşluğa dikkat çektiğini anımsatıyor. Bu da sesin ve sözün ağırlığını tekrar kavramamızı sağlıyor veya Berger, en azından bu yolda bir adım atarken bizden de benzer bir girişimde bulunmamızı bekliyor.
Berger’ın yakaladığı, ses ve söz yardımıyla anlatılan, bazen de üstü örtülen gerçek hikâye veya söylenceler, insanların nasıl yanlış yönlendirildiği ve yönetildiğini, o yönetim ve yönlendirmenin hangi geri döndürülemez sonuçları doğurduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle Berger, “büyüdükçe daha körlemesine hareket eden kalabalıklar”ın popülist söylemlerle rahatça sivriltilebileceği fikrini ortaya atıyor. Aidiyetlerin tüketime açılıp pazarlanması tam da böyle bir şey.
Peki, bu tür bir dünyada Berger, gördüğü manzarayı nasıl yorumluyor? Neoliberalizmin, klasik siyaseti kadük kıldığı yeryüzünde anlamsız bir dil kullanıldığını söyleyen Berger, borçlanmaların ve alışverişlerin bunu örtmeye yetmediğini düşündüğü duruma “tarihsel yalnızlık hissi” diyor: “Gündelik hayat var ama onu kuşatan şey bir boşluk. Bugün milyarlarcamızın içinde yalnız olduğu bir boşluk.”
Dünyanın kiri pası...
Kof belagate maruz kalan dünya, olan bitene karşı git gide kayıtsızlaşıyor Berger’a göre. “Haber” bombardımanları ve art arda sıralanan şoke edici içerikler duyarsızlaşmayı tetikliyor. Günden güne “kaderci” ve “kestirilemezci” yaklaşımlar insanların içine işlerken hemen her şey sayılara indirgeniyor. Berger’ın deyişiyle “yaşayan ya da acı çekenlerin değil, sayıların dünyasına ait bir ses” duyulmaya başlıyor. Deneyimlerin izi silinirken geçmişle geleceğin bağı koparılıyor. Belirsiz ve aynı anda sayılara indirgenen şimdinin yarattığı hafıza kaybı ise her şeyin üstüne tuz biber ekiyor.
Berger’ın, mevcut kayıtsızlık ve unutkanlığa karşı yine çok yalın bir önerisi var: Böyle bir yaşam istemeyenlerin yanında yer alıp geçmişten gelen mirası göz önünde bulundurmak ve tanıkları dinlemek. İşte Berger’ın umudu buralarda filizleniyor.
Hoşbeş'te kendisiyle sohbet halindeki Berger’ın yine konu kısıtlaması yok. Fakat izlek belli: Sözcükler, dil, imgeler, sesler; hayata dokunan ne varsa bir şekilde kitapta. Kendi yaşamında başkalarını bulduğu gibi kitabı karıştıranlar da kendisinde Berger’ı buluyor. Karşılıklı; bazen sözsüz bazen de sözlü dil aracılığıyla yapılan bir keşif bu.
Berger’ın paylaştığı hikâyeler, bize münasebetsizliğimizi, bir yerlerde gizlenen hoşgörümüzü ve içe bakışımızı hatırlatmaktan geri durmuyor. Buralardan yaklaştığımızda Hoşbeş, dünyanın kirine pasına aldırmayışımızı ya da ona nasıl katlandığımızı gösteriyor bize, öte yandan bu kirliliği yok etme veya kullanma çabalarımızı da...
Kısacası Berger kitapta, dünyadan kopuşumuzu ve ona bağlanışımızı, bazen sözcüklerle bazen çizimlerle ama kurduğu kendine has dille resmediyor.