| ISBN13 978-975-342-528-5 | 13x19,5 cm, 344 s. |
|
Yerdeniz, 6 Kitap Takım, 0 | Yerdeniz Büyücüsü, 1994 | Rocannon'un Dünyası, 1995 | Dünyaya Orman Denir, 1996 | Balıkçıl Gözü, 1997 | En Uzak Sahil, 1999 | Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, 1999 | Atuan Mezarları, 1999 | Tehanu, 2000 | Yerdeniz Öyküleri, 2001 | Bağışlanmanın Dört Yolu, 2001 | Öteki Rüzgâr, 2004 | Uçuştan Uçuşa, 2004 | Dünyanın Doğum Günü, 2005 | Marifetler, 2006 | İçdeniz Balıkçısı, 2007 | Sesler, 2008 | Güçler, 2009 | Lavinia, 2009 | Rüyanın Öte Yakası, 2011 | Aya Tırmanmak, 2012 | Yerdeniz (6 Kitap Tek Cilt), 2012 | Malafrena, 2013 | Zihinde Bir Dalga, 2017 | Lao Tzu: Tao Te Ching, 2018 | Şimdilik Her Şey Yolunda, 2019 | Yazma Üzerine Sohbetler, 2020 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Doğuş Sarpkaya, “Tamamlanmamış bir düş: Mülksüzler”, BirGün Kitap Eki, Aralık 2009 Yirminci yüzyılın son çeyreği ütopya üretimi açısından kısır bir dönem oldu. Belki de 68 hareketinin yenilgiye uğratılması, neoliberal politikaların yürürlüğe girişi, sosyalizm deneylerinin yeni bir dünyayı işaret etmekten çıkması ve postmodern ideolojinin sanat dünyasının damarlarına sızmasıyla birlikte düş ülkeleri yaratmak anlamını yitirmeye başladı. Lakin akıntıya karşı kürek çekmekten geri durmayan, başka bir dünyayı tasarlamaktan vazgeçmeyen bazı yazarlar oldu. Bunların başında da Ursula K. Le Guin geliyor. İnsan doğası, toplumsal yaşam, cinsiyet rolleri, kültür politikaları, totalitarizm, ekoloji gibi konularda söz söylemede inatçı olan Le Guin, ne kadar ikircikli olduğunu iddia etse de ütopya yazma konusunda geri durmamış bir yazardır. Ütopyanın, yazarı daraltıcı bir tür olduğunun da farkındadır. Mülksüzler’i yazdığı dönemde ütopik düşüncenin yaşadığı krizi : “…on yıllardır hiç Ütopya yazılmadı; bu tarz, hiciv ve ikaz haline gelerek içi dışına çıkmış gibi görünüyor” diyerek özetliyor. Mülksüzler’in de hiciv ve ikaz olduğunu kabul edersek –özellikle Urras’ın 70’lerin bir hicvi ve ikazı olduğunu düşünmek için pek çok nedene sahibiz- Le Guin’i ‘içi dışına çıkmış’ bir tarzda yazmaya iten nedenleri araştırmak gerekir. Romancıyı yazmaya iten dürtüler birçok eleştirmenin merak konusu olmuştur. Le Guin’in yazma arzusunu öngören kişinin Lukacs olması ilginçtir. Lukacs, Roman Kuramı’nda romancının yazma arzusunun, parçalanmış bir dünyayı birleştirme çabası tarafından uyandırıldığını savunur. İdealize edilmiş Eski Yunan’ın “bütünlüklü” toplumu, modernizm tarafından parçalanmış ve bu dönemin dominant yazın türü roman olmuştur. Romancı “çivisi çıkmış dünyanın ayna imgesi” ile uğraşır. Hayat ve öz arasındaki kopuşun farkında olan yazar, bu ikisini bütünlemeye çalışır. Le Guin, Yerdeniz Serisi’ni bu umutsuz çabanın epiği olarak kaleme alır. Tüm seri, parçalanmış dünyaları ve insanları bir araya getirmeyi anlatır. Yerdeniz Büyücüsü’nde büyüme süreci, insanın gölgesiyle birleşmesiyle tamamlanır. Atuan Mezarları’nda kadının kendisiyle barışması öykülenir. Aynı zamanda Yerdeniz’in bölünmüşlüğünün simgesi olan Erreth-Akbe’nin kırık halkası birleştirilir. En Uzak Sahil’de ölüm ile yaşam arasındaki denge yeniden kurulur. Le Guin, fantastik bir başyapıt olan üçlemesinin, Yerdeniz’in tüm bölünmüşlüklerine çare olamadığını düşünmüş olmalı ki Tehanu, Yerdeniz Öyküleri ve Öteki Rüzgâr’la bütünleme çabasını sürdürür. Bir üçleme olarak planlanan Yerdeniz Serisi, yaşama dair bütünlüklü bir şey söyleme çabalarına rağmen özellikle cinsiyet rolleri noktasında yetersizdir. Yerdeniz’in, kadınları geleneksel cinsiyet rollerine gömen ve baskın erkek kahramanları kayıran yapısı, kadın merkezli bir tartışmayı dışarıda bırakmıştır. Bu durumdan rahatsız olduğunu söyleyen Le Guin’in çözümü Karanlığın Sol Eli olmuştur. Cinsiyetlerin tek vücutta bütünleşmesiyle birlikte, eril iktidar ortadan kalkar. İnsanın gölgesiyle, cinsiyetiyle, yaşamıyla, ölümüyle, doğayla ve toplumla eksiksiz bütünleşmesi, belirli bir denge durumu yaratabilir Le Guin’e göre. Fakat Yerdeniz Serisi ve Karanlığın Sol Eli, içinde barındırdıkları tüm tartışmalara ve bütünleme çabalarına rağmen ütopyacı dürtüyü hareketlendirmede Mülksüzler kadar başarılı olamamışlardır. Mülksüzler bir bakıma birleştirme işlemini tersine çevirdiği oranda başarılı olmuştur. İkiz gezegenler Urras ve Anarres’te geçen bir yolculuk hikâyesi anlatılır Mülksüzler’de. Kahramanımız Shevek, hem Anarres’i çeviren duvarı aşmak hem de bilimsel çalışmalarını ikiz dünyadaki bilim insanlarıyla paylaşmak için Urras’a yolculuğa çıkar. Anarres özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, devletin olmadığı anarşist bir gezegendir. Anarres’i bir ütopya adacığı olarak tanımlayabiliriz. İnsanların yaşamasının çok mümkün olmadığı varsayılan çorak gezegen Anarres, Urras’ta ayaklanan ve kendilerine Odocu diyen anarşistler tarafından kolonileştirilmiş ve para hırsının, sahip olmanın, tahakküm kurmanın, tabi olmanın olmadığı bir kara parçasına çevrilmiştir. İnsanların hem kendini gerçekleştirmek hem de yaşamını devam ettirmek için çalıştığı, kendini ifade edebildiği, özgür olduğu bir toplum, Anarres’in çorak topraklarında oluşturulmuştur. Le Guin’in, klasik ütopyaların tersine, çorak bir diyarı ütopya mekânı olarak seçmesi ilginç ama işlevseldir. Amerikan rüyasının tüm dünyayı sardığı, tüketim ve bolluk toplumu söyleminin arttığı, arzu politikalarının bedensel zevkleri kışkırttığı bir dönemde, verimsiz topraklarda mutlu bir toplum hayali, tüm bu söylemlerin kınanışı olarak okunabilir. Diğer taraftan Le Guin’in kitaplarındaki antropolojik bakış burada da kendini gösterir. Birçok antropologa göre yaşam şartlarının zor oluşu ilkin toplumları, komünal bir yaşama sürüklemiştir. Gerçi ilkin topluluklar da bin yıllar boyunca, sahip olmama ve biriktirmeme konusunda direnç göstermişlerdir. Yani Le Guin çorak diyarları yaratırken, biraz da ilkin toplumların dayanışmacı ve mülksüz yaşamına özlemi ifade etmiş olabilir. Jameson’a göre ise Le Guin’in çorak diyarları seçişi, ütopya ile kıtlığı bir araya getirmesi, dünyayı indirgeme oyunu olarak okunabilir. Ütopyacılar kendi içine kapanan ve belirli noktalarda varolan dünyanın indirgenmiş bir karikatürüne dönüşen dünyalar yaratarak, arzunun sınırsızlığı, tüketim dürtüsünün engellenemezliği, zevkin ayartıcılığı gibi ütopik itkiyi soğuran olgulardan kaçmayı hedeflemişlerdir. Karanlığın Sol Eli’nde cinselliğin indirgenişiyle sağlanan bu süreç, Mülksüzler’de doğanın indirgenmesiyle kendisini gösterir. Mülksüzler’i ikircikli bir ütopya olmaya iten şey, Anarres’in ütopik bir ada olarak pek çekici bir mekan olmaması değildir. Le Guin’in sorgulayıcı dili, ikircikli bir ütopyayla karşı karşıya olduğumuzu anımsatır bize. Çünkü Anarres, yüz elli yıllık tarihe sahip bir toplum olsa da tamamlanmış bir ideali yansıtmaz. Mülk, statü ya da güç elde etmek isteyen insanlar hala yaşar Anarres’te. Ayrıca toplum, Odocu ilkeleri birer dogma haline getirmeye başlamıştır. Shevek’in yolculuğu bir taraftan kişisel bir dönüşümü yansıtırken, diğer taraftan katılaşmaya ve toplumsal acılar üretmeye başlayan Anarres’i, yeni bir değişim çağına sürükleme girişimi olarak da anlamlandırılabilir. Le Guin’in Mülksüzler’i yaşamın katılaşmasına, hareketsizleştirilmesine, tarihsizleştirilmesine, geleceksizleştirilmesine bir cevap niteliği taşır. Anarres’in tamamlanmamış bir düş olması da tam da bununla ilgilidir. Le Guin’in kendini yazmaya iten bütünleştirme tutkusuna yenilmemesi de anlamlıdır. Çünkü böyle bir şey gerçekleşseydi Mülksüzler, safi hiciv ve ikaz haline gelip didaktik bir saçmalığa dönüşebilirdi. Le Guin’in ütopyasını kaleme alırken ustası Yevgeny Zamyatin’in sözlerini aklından çıkarmadığı belli: “Eğer doğada sabit şeyler, sabit gerçekler olsaydı, tüm bunlar yanlış olurdu. Ama şükür ki gerçekler hatalıdır. Diyalektik sürecin özü tam da budur. Bugünün doğruları yarının yanlışlarıdır; en son sayı yoktur... Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır. En son devrim, en son sayı yoktur”. |