Açılış bölümünden, s. 13-22.
Tam olarak hatırlayabildiğim ilk şey, gizli odaya giden yolu yazmaktı.
O kadar küçüğüm ki, işaretleri koridor duvarının doğru yerine yapabilmek için kolumu iyice kaldırmam gerekiyor. Duvar kalın, gri bir sıvayla kaplı, bazı yerlerde sıva çatlayıp dökülmüş olduğundan arkasındaki taşlar görünüyor. Koridor karanlık sayılır. Toprak ve zaman kokuyor; ayrıca sessiz. Ama korkmuyorum; orada hiç korkmam. Elimi kaldırıyorum, yazı parmağımı bildiğim şekilde, sıvaya dokunmadan doğru yerde hareket ettiriyorum. Duvarda kapı açılıyor ve ben içeri giriyorum.
İçerideki berrak ve dingin ışık, yüksek tavandaki bir sürü kalın camlı minik pencereden süzülüyor. Duvarlarında rafları, raflarında kitapları olan çok uzun bir oda. Burası benim odam, burayı hep biliyordum. İsta, Sosta ve Gudit bilmiyorlar. Odanın varlığını bile bilmiyorlar. Evin iyice arka tarafında kalan bu koridorlara hiç gelmezler. Buraya gelmek için Seferbeyi'nin kapısından geçiyorum ama hasta ve sakat olduğu için dairesinden dışarı çıkmıyor. Gizli oda, bana ait bir giz; azarlanmadan, rahatsız edilmeden, korkmadan tek başıma kalabileceğim bir yer.
Hatıram oraya gittiğim tek bir zamana değil, bir sürü zamana ait. O zamanlar okuma masasının bana ne kadar büyük göründüğünü, rafların ne kadar yüksek olduğunu hatırlıyorum. Masanın altına girip kitapların bazılarıyla etrafıma duvar ya da sığınak gibi bir şey inşa ederdim. İnindeki bir ayı yavrusuymuş gibi yapardım. Orada kendimi emniyette hissederdim. Kitapları daima raflardaki yerlerine geri koyardım; bu çok önemliydi. Odanın daha aydınlık tarafında dururdum, kapı olmayan kapının yakınında. Tavanın alçaldığı, gittikçe karanlıklaşan dip tarafını sevmezdim. Zihnimde buraya gölgeli uç adını vermiştim ve hemen her zaman oradan uzak duruyordum. Ama gölgeli uçtan korkum bile gizimin, yalnızlık krallığımın bir parçasıydı. Sadece ve sadece bana aitti, dokuz yaşına bastığım o güne kadar.
Sosta beni, kabahatim olmayan aptalca bir şey için azarlayıp duruyordu, ben de sert karşılık verince, "koyunsaçlı" diyerek beni iyice delirtti. Kolları uzun olduğu ve beni kendisinden uzak tutabildiği için ona vuramadım ama elini ısırdım. O zaman annesi, yanannem olan İsta beni azarlayarak bir tokat aşk etti. Hiddetlenerek evin arka kısmına koştum, karanlık koridora geçtim ve kapıyı açıp gizli odaya girdim. İsta ile Sosta kaçtığımı, köle edildiğimi, bir daha hiç dönmeyeceğimi düşününceye kadar da çıkmaya niyetim yoktu; o zaman beni haksız yere azarladıkları, bana vurdukları, bana lakap taktıkları için pişman olacaklardı. Gizli odaya kan ter içinde, iki gözüm iki çeşme ve öfkeyle daldım – orada, o yerin tuhaf berrak ışığında, elinde bir kitapla Seferbeyi duruyordu.
O da şaşırmıştı. Hiddetle, sanki bana vuracakmış gibi elini kal-
dırarak üzerime geldi. Ben taş kesilmiş duruyordum. Nefes bile alamadım.
Yarı yolda durdu. "Memer! Buraya nasıl geldin?"
Açıldığı zaman kapının olduğu yere baktı ama tabii ki duvardan başka bir şey yoktu orada.
Ben hâlâ ne konuşabiliyor, ne de nefes alabiliyordum.
"Açık unutmuşum," dedi, kendi söylediği şeye kendisi de inanmadan.
Ben başımı iki yana salladım.
Sonunda fısıldayabildim: "Nasıl yapıldığını biliyorum."
(…)
Derin bir nefes alarak, "Bu odadan hiç kimseye söz etmeyeceğim. Yeminime bu evin tüm tanrıları, şehrin tanrıları, annemin ruhu, Kehanet Evi'nde yaşamış olan bütün ruhlar şahit olun," dedim.
Bunu duyunca Seferbeyi yine şaşırdı. Kısa bir süre sonra ilerleyerek elini uzatıp dudaklarıma parmaklarıyla dokundu. "Bu yeminin içtenlikle edildiğine ben de şahidim," dedi ve parmaklarını kitap rafları arasındaki minik tanrı nişine değdirmek için döndü. Bunun üzerine ben de aynısını yaptım. Sonra elini hafifçe omzuma koydu, yüzüme baktı. "Bu yemini nereden öğrendin?"
"Kendim uydurdum," dedim. "Çünkü Aldlardan her zaman nefret edeceğime, onları Ansul'dan süreceğime ve eğer elimden gelirse onları öldüreceğime dair böyle yemin ediyorum."
Ona bunu, en gizli yeminimi, şimdiye kadar kimseye söylememiş olduğum gönlümün dileğini, vaadini söyleyince hıçkırıklara boğuldum – ama hiddet gözyaşları değil, sanki beni kaldırıp kaldırıp yere çalan ani, kocaman, korkunç hıçkırıklar vardı sadece.
Seferbeyi bana sarılabilmek için her nasıl becerdiyse kırık dizinin üzerine çökmüştü. Göğsüne kapanıp ağladım. Hiçbir şey söylemedi ama ben hıçkırıklarıma bir son verinceye kadar bana sıkı sıkı sarıldı.
Öyle yorulmuş, öyle utanmıştım ki arkamı dönüp yere oturdum ve yüzümü dizlerimin arasına gizledim.
Onun zorlukla ayağa kalkıp odanın gölgeli ucuna doğru aksayarak gittiğini duydum. Mendili oradaki karanlıkta akan pınarın suyuyla ıslatıp geri geldi. Islak bezi elime bıraktı, ben de kıpkırmızı olmuş yüzüme bastırdım. Harikaydı, serindi. Bir süre gözlerimin üzerinde tuttuktan sonra mendille yüzümü sildim.
"Çok üzgünüm Seferbeyi," dedim. Oradaki varlığım ve gözyaşlarımla onu rahatsız etmiş olduğum için utanıyordum. Onu bütün kalbimle seviyor ve sayıyordum; ona yardımcı olarak, ona hizmet ederek bunu göstermek istiyordum, onu endişelendirerek veya rahatsız ederek değil.
"Ağlayacak çok şey var Memer," dedi Seferbeyi usulca. O zaman yüzüne baktığımda, ben ağlarken onun da ağlamış olduğunu gördüm. Gözyaşları insanların gözlerini ve ağızlarını değiştirir. Onu ağlatmış olduğumu görmek beni mahcup etmişti, ama yine de her nasılsa utancım biraz azalmıştı.
Bir süre sonra, "Burası ağlamak için iyi bir yer," dedi.
"Ben genellikle burada ağlamam," dedim.
"Sen genellikle ağlamazsın," dedi.
Buna dikkat etmiş olması beni gururlandırmıştı.
"Bu odada neler yapıyorsun?" diye sordu.
Buna cevap vermek zordu. "Artık tahammül edemediğim zamanlar buraya geliyorum," dedim. "Sonra kitaplara bakmak da hoşuma gidiyor. Kitaplara baksam olur mu? İçlerine baksam?"
Bir an duraksadıktan sonra ciddiyetle cevap verdi, "Evet. İçlerinde ne buluyorsun?"
"Kapıyı açmak için yaptığım şeyler var ya, onlara bakıyorum."
"Harf" kelimesini bilmiyordum.
"Göster bakayım," dedi.
Kapıyı açarken yaptığım gibi şekilleri parmağımla havaya çizebilirdim, ama onun yerine kalktım, alt raftan koyu kahverengi deri ciltli büyük kitabı, Ayı adını takmış olduğum kitabı aldım. Üzerinde kelimeler olan ilk sayfayı açtım. (Onların kelime olduğunu belki biliyordum, belki bilmiyordum.) Kapıyı açanlarla aynı olan şekilleri gösterdim.
"Bu, bir de bu," dedim fısıltıyla. Kitabı, kitapların içine bakarken her zaman yaptığım gibi masanın üzerine büyük bir dikkatle koymuştum. Seferbeyi yanımda durmuş, adlarını veya nasıl seslendirildiklerini bilmesem de tanıdığım şekilleri işaret etmemi seyrediyordu.
"Nedir bunlar Memer?"
"Yazı."
"Yani kapıyı açan şey yazı öyle mi?"
"Galiba. Ama kapı için olunca havaya yapılıyor, özel yerine."
"Kelimelerin ne olduğunu biliyor musun?"
Tam olarak ne sorduğunu anlayamamıştım. Sanırım o zamanlar yazıdaki kelimeler ile konuşmadaki kelimelerin aynı olduğunu, konuşmak ile yazmanın aynı şeyi yapmanın farklı yolları olduğunu bilmiyordum. Başımı iki yana salladım.
"Kitaplarla ne yapılır?" diye sordu.
Bir şey söylemedim. Bilmiyordum.
"Okunur," dedi ve bu kez konuşurken gülümsedi, yüzü nadiren gördüğüm bir şekilde aydınlanmıştı.
(…)
"Ben okumayı bilmiyorum," dedim. Hemen sonra, tebessümü hızla solmaya başladığı, yeniden gölgeye gömüldüğü için, "Öğrenebilir miyim?" diye sordum.
Bu soru, tebessümü bir anlığına kurtardı. Ama sonra yüzünü çevirdi.
"Tehlikelidir Memer," dedi, benimle bir çocukla konuşur gibi konuşmuyordu.
"Çünkü Aldlar bundan korkuyorlar," dedim.
Yeniden bana baktı. "Korkuyorlar. Korkmaları da lazım."
"Yazı iblis veya kara büyü değil," dedim. "Öyle bir şey yok."
Hemen cevap vermedi. Gözlerimin içine baktı, kırk yaşında bir adamın dokuz yaşında bir çocuğa baktığı gibi değil de bir ruhu tartan başka bir ruh gibi.
"Eğer istersen sana öğretirim," dedi.