Ayşegül Devecioğlu:
"Hiçbir Hayat Sıradan Değildir!"
Emel Gülcan, Bianet, 12 Kasım 2011
En son Başka Aşklar adlı öykü kitabını yayımlayan, ilk romanı Kuş Diline Öykünen'i 2004'te yayımlayan, 2007'de çıkan ikinci romanı Ağlayan Dağ Susan Nehir ile Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazanan ve 2009'da da Kış Uykusu'nu çıkaran Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Parti Meclisi (PM) üyesi ve Anayasa Komisyonu üyesi Ayşegül Devecioğlu ile edebiyat hakkında konuştuk.

Ülke gündeminin karışıklığı ve gündemdeki yeriniz düşünülürse, Başka Aşklar'ı yaratma süreciniz nasıldı?

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Parti Meclisi (PM) üyesi olarak sorumluluk aldığım ve anayasa çalışmaları dolayısıyla bu tür okumalara yöneldiğim, zamanımı ve zihnimi büyük ölçüde politik metin okuma ve yazmaya ayırdığım bir dönemdi. İster istemez dünyayla ilişkiniz farklılaşıyor, dikkatiniz başka şeylere yöneliyor.

Ayrıca o dönemde de BDP'liler yoğun olarak tutuklanıyordu ve her parti meclisi toplantısında tutuklanan arkadaşlarımızın boş sandalyeleri yanı başımızda duruyordu, sürecin sessiz bir tanığı gibi.

Yazdıklarımı sık sık arkadaşlarıma yolluyordum ki, metinlerin başına bir şey gelmesin. Savaş nedeniyle büyük bir insani yıkım yaşıyoruz. Bunu her an iliğimde kemiğimde hissediyorum. Edebiyat bununla bir mücadele yolu da oldu. Yaşadıklarımın zorlayıcı olduğu kadar, motive edici bir yanı da olduğunu usul usul keşfettim.

Deyim yerindeyse zihnimdeki toprağı besleyip kabarttı bu durum. Kadınların zorluklar karşısında böyle bir refleksleri var. Hayatın içinden politik faaliyetler içinde yoğun biçimde ve belli sorumluluklar üstlenmiş olarak yer alan bir yazar olarak geçiyorum. Bunun beni, politik alanda, daha önsezili, daha şefkatli, daha geniş görüşlü daha kavrayış sahibi yapmasını umuyorum.

Edebiyat da politikada da öncelikle, dünyayı anlama ve bilme yolları... Bu bilme ve anlama yolları bizim düşündüğümüzden çok daha fazla birbirine açık, birbirinden etkileniyor ve birbiri tarafından şekillendiriliyor.

Savaş nedeniyle yaşadığımız insani yıkım o denli büyük ki, birebir mücadele içinde olmasam belki bu öyküleri de yazamazdım. Bunlar sadece sezgiler tabii. Bunları ne genelleştirebilirim ne mutlaklaştırabilirim, diğer yordamlara da aynı değeri biçerek, kendi ruh halimden, kendi yordamımdan söz ediyorum.

Ayrıca politik olmak, beni piyasanın da etkisiyle yazarlar arasında sürmekte olan korkunç rekabet ve yok saymadan da uzak tutuyor. Bunu büyük bir nimet olarak görüyorum. Çünkü bir yazarın dünyayla ilişkisini bundan daha fazla yıpratan, zedeleyen bir şey herhalde yoktur.

Başka Aşklar'daki karakterler neden hem sıra dışı hem bu kadar tanıdık?

Hiçbir hayat sıradan değildir, derim. Bu bir klişe gibi görünse de, nereden baktığımıza bağlı olarak değişir. Ne kadar görünmez kılınmış olursa olsun, insan dediğimiz canlının büyük bir hikâyesi vardır. Hayatların sıradan diye tanımlanmasına her şey izin verse de, edebiyat izin vermez.

Hepimiz hayatla, insanlarla bir toplumsal- insani ilişkiler manzumesi dolayımıyla, kültürel temsiller üzerinden temas ediyoruz. İletişim için kullandığımız dil, -sözcükler ve sözcüklerden çok fazlası- bu ilişkimizi biçimlendiriyor. Her karşılaşma bu devasa derinlik ve büyüklükteki, sürekli değişim halindeki sahnenin önünde cereyan ediyor. Dil, sembollerle, kodlarla, tarihle yüklü.

Bu aynı zamanda bizi birbirimizin hayatlarına aşina hale getiriyor, belki hepimizi büyük hikâyenin parçası yapıyor. Dolayısıyla en sıra dışı karakter bile aslında tanıdık. Buradan bütün hayatlara aşina olduğumuz gibi iddialı bir sonuç türetmiyorum. Ancak aşinalığın imkânlarından ve kaynaklarından söz ediyorum.

Bir öyküde bu kadar canlı karakterler yaratmak zor değil mi?

Demin de söylediğim gibi, her insan hikâyesinin gerisinde, tarihten, her türlü sosyal ilişkiye, dile, kurduğumuz ortak öykülere, anlam atfettiğimiz sembollere uzanan çok katmanlı, çok karmaşık, birbiriyle sonsuz etkileşim halinde bir insanlık manzumesi var. Bir öykü karakteri bu manzumeden besleniyorsa, orada nefes alıyorsa, canlıdır, hayattadır diyebilirim.

Yazdığım ve gerçek hayatta karşılaştığım ya da gördüğüm, duyduğum bu karakterleri birebir tanımıyorum, onlara hayatlar biçiyorum, onları bana aşina kılan büyük hikâyeden besleniyorum.

Yoksa gözümüzün önünde duran, tepeden tırnağa betimlediğimiz bir karakterin yazar eliyle mezara sokulması da söz konusu. Mezar ve ölü kavramlarını mecaz olarak kullanıyorum, çünkü ölüler de öykü kahramanıdır, edebiyat buna olanak verir. Belki bir tek edebiyatın hakikat kıldığı dünyada, canlıyken de ölüyken de pekâlâ yaşanabilir.

Bu öykülerde kendinizi en yakın hissettiğiniz karakter hangisi?

Öykülerdeki en naif, en kırılgan, en tökezleyen karakterler hangileriyse kendimi onlara yakın hissediyorum. Her şeyi yerli yerine koyan, ayakları yere sağlam basan karakterler benim çok ilgimi çekmiyor. Ben daha çok dışa vurulan özelliklerin gerisindekiyle ilgiliyim. Başka Aşklar da anlatılan Elmas Hanım, Reyhan, Güzin gibi.

Özellikle de kadınlardır bunlar. Herkesi şaşırtan radikal adımlar atarlar. "Hiç ondan beklemezsin" deyişi, hatta klişesi bu insanlar için kullanılır. Çünkü bu tamamlanmamışlık, naiflik, hayat karşısında şaşkınlık kadınları bilmeye ve anlamaya daha açık bir hale getiriyor. Böyle kadınlarla çok karşılaştım.

Daha kararlı, daha cesur olarak tanımlananların yapamadığı şeyleri yaptılar, atamadığı adımları attılar ve bu adımları attıktan sonra da orada durdular, durdukları yeri savundular. Bu kadınlar için "hiç ondan beklemezsin" sözcüklerinin kullanıldığını duydum.

Öyküler açık uçlu. Okura kafa yorduruyor, hayal kurduruyor. Ama okur hayal kurarken bile sanki bir köşeden göz kırpıyorsunuz. Bu bilinçli bir tercih mi?

Hayat da açık uçlu, tesadüf diye nitelendirdiğimiz şeylerin üstünde bu kadar durmam tesadüf değil. Ayrıca yazar öykülerin ucunu sıkı sıkı düğümlese bile öyküler kaçınılmaz olarak açık uçludur.

Bunu okur olarak biliyorum, hiçbir öykü bittiği yerde bitmez, yazarın zihninde, okuyanların zihninde devam eder, yeni biçimlere bürünür, neyi nasıl etkilediği, öykünün sözcükleri ve kurgusuyla başka insanlarla nasıl bir etkileşime girdiği, hayatın güzel sırlarından biri. Sır derken açıklanamaz, izah edilemez bir şeyden değil, bütün veçheleriyle ele geçiremediğimiz bir şeyden söz ediyorum ki, bu bana hem heyecan, hem keyif veriyor.

Yazma süreci aynı zamanda bir keşif süreci. İnsanın zihninde duran ama kendisinin de bilmenin başka anlamlarıyla bilmediği şeyler yazma sürecinde ortaya çıkıyor. Tam da bu yüzden makbul addedilen edebiyat eleştirilerinden çok, başka zihinleri bana açan yazı ve eleştiriler, okur mektupları, profesyonel olmayan yazılar ilgimi çekiyor.

Bu hep birlikte yaşadığımız bir keşif süreci olduğu için bunları duyduğumda ya da okuduğumda ben de yeniden öğreniyorum, yazdığım bir öykü ile ilgili hiç düşünmediğim yanlarıyla karşılaşıyorum, bunu niçin yazmış olabilirim, ya da ne anlatmak istedim, zihnimin bana da uzak köşelerinden çıkıp gelen nedir diye düşünüyorum.

Yazarlığın teknik, okuma araştırma da gerektiren bir disiplini, belki bu anlamda bir profesyonelliği de var. Ama sözünü ettiğim merak bu profesyonelliğin bir parçası değil, tam aksine, hem bedensel hem zihinsel emek gerektiren bu olağanüstü yorucu işi diyeyim, yapabilmek için motivasyon sağlayan şey, o merak.

Bir röportajınızda öykülerinizde geçen kalıp cümlelerin artık tek neredeyse tek iletişim yolu olduğundan bahsediyorsunuz. Bulunduğumuz dönemi iletişim açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Neredeyse tek iletişim yolu demiyorum da buna kuru sıkı bir eleştiri yöneltmeksizin bu cümlelerin görünmeyen anlamlarına dikkat ediyorum. Kolayca küçümseniverecek bu klişelere bir nevi sahip çıkma cesaretini dile yüklediğim anlamdan alıyorum.

Şu veya bu nedenle birçok hayatı sırtında taşıyan bu klişelerin görünmeyen yanlarını anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. İnsanlar arasında iletişimi sağlayan dil, sözcüklerden ibaret olmadığı gibi sözcükler de kendilerinden ibaret değiller, arkalarında müthiş bir tarih ve insanlık yüküyle zihnimizdeler. Klişeler bize yalnızca yaşadığımız dönemin insan ilişkilerinde yarattığı daralma ve anlam kaybı, dil kaybı, insanlık kaybını mı gösteriyor?

Belki de bu klişeler kimi kez, tam da bu dediğim şeye yönelik bir direniş hattı da oluyorlar. Bazı şeyler konuşulamaz, ya zamanı geçmiştir, ya açıkça konuşulsa hayat bir daha toparlanamayacak şekilde dağılacaktır.

"Evlerin içi soğuk, iyi kış yapacak bu sene, eskiden deniz görünürdü bu camdan" bu tür klişelerle insanlar bazen çok şey de anlatabiliyor. Buna yalnız kişisel yaşanmışlıklar, tarihler değil, hepimizin teninin altında duran insani ilişkiler manzumesi olanak veriyor. Tek Çaresi ölümmüş de Güzin'le Ümran'ın konuşurken sık sık dile getirdikleri klişeler, aslında onların konuşulmayanı konuşma yolları.

Ben bu klişe sözcüklerin arkasında biriken hayatları, dilin kurduğu bu mevzilere dayanan ve belki tek olanaklı iletişim biçimi olarak klişelerle sürüp giden hayatları merak ediyorum. Dolayısıyla klişeleşmiş deyimler, söylenemeyenin yerine geçen sözcükler şimdi burada olmayanı da haber veriyor.

Edebiyat yalnızca güzel sözler ve etkili cümleler kurmak değil. Tam tersine hayatın dokusuna yayılmış sayısız iletişim, etkileşim yolunu, kanalını da açığa çıkarır, görünür hale getiriyor.

Koltuk'taki kadınların tekinsiz, kırılgan ilişkisi de o klişelerle ayakta duruyordu. Ha belki ortada başka bir iletişim olabilseydi, cinayetler olmayacaktı. Belki de Koltuk öyküsü ben bilinçli olarak böyle bir şey amaçlamasam da, sessiz bir uyarıda bulunuyordur bize.

Sırası gelmişken, sol da sloganlarla ve klişe sözlerle konuşmakla suçlanıyor. Özellikle bir dönem için bunun ayakta tutucu bir yanı da olabilir. Birçok sloganımız klişe olarak değerlendirilebilir. Bazı klişe sözcükler bizi tarihen temsil etmiştir ya da saldırı çok yoğun ve çok güçlü hale geldiğinde hayatı elden kaçırdığımızda, insan bir şeylere tutunmak ihtiyacı hisseder.

Hep kullanılan sloganlar, klişeleşmiş sözler altına başınızı sokabileceğiniz bir çatı haline gelir. Orada durup "evet buradayım, varım, işte bir söz söylüyorum" dersiniz. Ancak bu çatının altında çok kalamazsınız, solun klişelerin ardına saklanmış hayatları, insanlık durumlarını açmak, zenginleştirmek, çoğaltmak gibi bir vazifesi vardır, başka türlü hayatta ve var kalamaz.

Edebiyat için de bu söylenebilir mi? Belki, çünkü edebiyatın da kurgu ve sözcük anlamında sayısız klişesi var. Bu klişeler büyük hikâyeyi görmenizi engelleyecek bir kör alana, akan zamanın dışına da itebilir sizi.

Kasabadaki öykülerde oraların ağır havası var. Şehirdeki öyküler de sakin sokaklarda geçiyor. Sizin mekânla ilişkiniz nasıl?

Aslında en kalabalık yerler, en tenha yerler de olabilir. Tenhalık yalnız insanların azlığından ya da çokluğundan değil, insan ilişkilerindeki fakirlikten de kaynaklanıyor. Ağaçsız bir yer mesela, ne kadar kalabalık olursa olsun tenhadır bana göre.

Kasabalarda zaman ağır mı akar, yoksa modernleşmenin taşrayla ilgili bir klişesi, öğrenilmiş bir duygu mudur bu? Yanıt vermem için bu konular üzerine hakkıyla düşünmem gerekiyor. Ama biz içinde bulunduğumuz mekânlarla etkileşim halindeyiz, bunu biliyorum. Bir evin penceresinden ağaç görünüyorsa, o ağacın o evdeki hayatla bir ilgisi vardır, bunu biliyorum.

İnsanların etraflarındaki dünya ile ilişkilerini anlamlandırma ve adlandırma yolları tıkanmış gibi görünse de çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Çevresindeki insanlardan olduğu kadar, doğadan, mekândan, nesnelerden soyutlanmış, onları yalnız bir tüketim malzemesi olarak gören insan-birey algısı, dünyayı piyasa adına yakıp yıkmak isteyen neo-liberalizmin bir yutturmacası.

Doğa ve nesne tasvirleriniz çok canlı. "Koltuk" öyküsündeki koltuk, "Kötü"de atkestaneleri, "Hat"ta badem ve nar ağaçları... Doğa ve nesneler, öykülerde neye hizmet ediyor?

Nesnelere hepimiz anlam yükleriz. Onlara dokunur, onlarla yaşarız. Yaşadığımız koskoca boşlukta, sığındığımız evlerde bir tür koordinat işlevi görür bu eşyalar, büfeler, buzdolabı, koltuk...

Hayatımızda biz farkında olsak da olmasak da çok yer tutarlar. Biz de onlara bağlanırız. Sokakta yaşayan insanların bile yanlarında taşıdıkları nesneler vardır. Beşiktaş'ta sokakta yaşayan yaşlı bir kadın tanıyorum, market arabasının içinde eşyalarını taşır, geceleri bir evin girişine sığınırdı, radyosunu çıkarır dinlerdi, kendisine bir yuva kurardı oracıkta.

Nesneler hem son yirmi otuz yılın siyasi kültürünün makbul kavramlarından "nesneleştirmenin" hem de tüketim ideolojisinin etkisiyle anlam-itibar kaybına uğradılar. Tüketim kültürü nesnelerle ilişkimizi güçlendirmedi, tam aksine bozdu, hiçbir nesneye anlam yüklemiyoruz, kullanıp atıyoruz.

Nesneleştirme de bu tüketim çılgınlığının belirlediği zamanın gözde kavramı aslında. Hiçbir biçimde etkileşim içinde olmadığımız şeyler kastediliyor. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum.

Ben, toplumsal olduğu kadar kişisel bir kayıp duygusuyla da nesnelere bağlıyım. Bunun da ötesinde, sonsuz boşluğun içinde insan olarak tutunmak ve koordinat edinme ihtiyacını görmezden gelemiyorum.

Özellikle yıllarca kullanılmış eşyalardaki zaman- hayat birikimine ihtiyaç duyuyorum. Bir eşyada birikip kalan zaman bende ev hissi uyandırıyor, hatta yuva diyebilirim; bütün psiko-analitik çağrışımlarını da göze alarak.

Siz kimleri okursunuz?

Faulkner, Duras, Berger, Salinger ilk aklıma gelenler. Türkçe edebiyatın yeni ürünleri kadar, klasikleşmiş yazarlarına, Doğu edebiyatlarına, Kürtçe edebiyata meraklıyım, çevrilmiş olanları okuyabiliyorum tabii.

Türkçe edebiyat okumak birçok anlamda keyif verici. Türkçe edebiyatın yeni ürünleri içinde zamanın ve ne siyasetçiler ne edebiyatçılar tarafından ele geçirilebilen hayatın izini sürüyorum. Olanlar kadar olmayanlar, yazılanlar kadar yazılmayanlar da bir ölçüde hatta daha fazla aydınlatıcı geliyor bana.

Kürtçenin yasaklanması konusundaki geç- gönülsüz itiraz kadar, dil yasağının anlamının kavranamaması ve günlük kullanıma indirgenmesi de tepeden inme Batılılılaştırma-modernleştirme sürecinin Türkçe dil ve edebiyata nasıl zarar verdiğini gösteriyor. Dille haşır neşir olan hiçbir yazar, dilin yasaklanmış olmasının bütün zihinsel ve kültürel süreçleri etkilediğini anlamazlık edemez. Bunun tek bir anlamı olabilir, Türkçe dil ve edebiyat alanında ürün verenlerin de dille kurduğu ilişkinin zedelenmiş olması.

12 Eylül gibi bir toplumsal altüst oluşu, neredeyse görmemiş bir edebiyat üretimi siyasi olduğu kadar insani -toplumsal bir durumu da işaret ediyor. Savaşı yok sayan bir edebiyat da öyle...

Oysa yok sayılan, varlığıyla olmasa bile yokluğuyla ya da kılık değiştirmiş olarak yansıyor o metinlere. Bu edebi üretimin içinde anlatıların kendisi kadar cümle yapıları, dil yapıları da az önce söz ettiğim dilin tepeden inme yapılandırılma sürecine dair bir şeyler anlatıyor. Keza edebiyat eleştirisi külliyatı da...

Öykülerin genel sesi hüzünlü. Ama hep bir umut var. Bu umudu öykülere nasıl yerleştiriyorsunuz?

Seksen sonrasında birçok arkadaşım, inancını yitirdi, hayattan apar topar kaçtılar, kendilerini başka hayatlara hapsettiler. Ben edebiyatla kendime bir direniş cephesi kurdum. Bunun ne kadar bilinçli olduğunu bilemem. Daha çok oraya aktım, oraya sığındım, oradan hayata yeniden baktım diyebilirim.

Politik anlama ve tanıma ile edebiyatın bize açtığı bilme anlama yollarının ne denli etkileşim halinde olduğunu ne denli birbirinden kopmaz olduğunu bu süreçte daha iyi kavradım. Politik okuma ve mücadeleden hiç kopmadım, ama orada kalabildiysem bunda edebiyatın bende geliştirdiği sezgilerin rolü var.

Bugün siyasi figürlerin hayata bakışında bir daralma var. Bu daralma, yalnızca gözle görülebilenle -ki bu görme son derece şaibelidir- yetinme, toplumsal dokunun kılcal damarlarına sızamama hali, umutsuzluk yaratıyor.

Hayatı bütün veçheleriyle kavrayış eksikliği toplumun eğilim ve yönelimlerini sezip kristalize edip, adlandırma kavramlaştırma ve mücadele hedefi haline getirme olarak tanımlayabileceğim politikayı da güdükleştiriyor. Ki edebiyat da tanınmayacak halde, kılık değiştirmiş, belli belirsiz yönelimleri eğilimleri bir nevi kristalize eder zaten.

Hayatı bilme ve tanıma yollarının daralması, edebiyatla ilişkinin hem okurlar hem yazarlar açısından zedelenmesi, piyasanın etkisi, dilin eksilmesi, dil öncesiyle kurduğumuz ilişkinin tahrip olması, politik anlamlandırma süreçlerine zarar veriyor. Bizi umutsuz, şefkatsiz yapıyor, katılaştırıyor.

Hâlbuki ağaçların, nehirlerin, dağların seslerini de duyabilmeyiz. Hayattan şefkatle, incelikle, zarafetle, tevazuuyla, umutla geçmeliyiz. Ölümü de hayatı da ağırlamayı, kendimizi sonsuz biçimde yaşama açmayı, şeylere dikkatle bakmayı, onlara anlam yüklemeyi, sezgilerimizi geliştirmeyi, dünyadaki diğer canlılarla ve dünyanın kendisiyle ilişkimizi tahakküm üzerinden değil, şefkat, öğrenme, merak üzerinden yeniden kurmayı başarmalıyız. Eğer biz solcularıyla birlikte dünya da neo-liberalizm karşısında yenilecek, yok olacaksa bu en çok da yukarıda andığım yordamları edinememiş olmamızdan ileri gelecek.

Okuyabileceğiniz diğer Ayşegül Devecioğlu söyleşileri
▪ "Dünyanın değişeceğine iman etmeli"
Hale Kaplan Öz
▪ "Edebiyatla, adalet ve onur gibi kavramların doğduğu kaynak aynı..."
Anıl Mert Özsoy, Gazete Duvar, 27 Ekim 2024
▪ "Yeninin olmadığı bu yüzden eskinin de olmadığı bir hal"
Şadiye Dönümcü, bianet, 9 Kasım 2024
▪ "Dönmek Mümkün mü Artık Dönmek?"
Emel Gülcan, bianet, 16 Mayıs 2015
▪ "Edebiyatla anlatmak eşsiz bir yol..."
Semih Gümüş, Notos, Temmuz 2015
▪ "Öykü ile Hayat Arasındaki Sınırlar Çoktan Kayboldu"
Hatice Ebrar Akbulut, dunyabizim.com, 30 Haziran 2016
▪ "Toplumdan bağımsız birey tasavvuru mümkün değil"
Seda Babanur, Cumhuriyet Kitap, 22 Nisan 2015
▪ "Yazarın amacı ve meselesi edebiyattır"
Said Çangır, İAN Edebiyat, Eylül 2015
▪ "Edebiyat 'eksik' bir anlamı yakalamaya cüret eder"
Irmak Zileli, K24, 9 Mart 2017
▪ "Parçalanmış bir dünyada beden nasıl yekpare kalabilir?"
Aynur Kulak, K24, 12 Mayıs 2022
▪ "Kuş Diline Öykünen - 11342"
Özay Yaşar, Baraka, İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yayını, Şubat 2004
▪ "Yapılanların üstünü örterek hakikati kaybettik"
Sefa Kaplan, Hürriyet Cumartesi, 14 Şubat 2004
▪ "Anımsamanın en gerçek, en acılı yolu ifade etmek"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet, 7 Mart 2004
▪ "Kuş Diline Öykünen - 11430"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet Dergi, 7 Mart 2004
▪ "Zamana hükmederken"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet Dergi, 12 Eylül 2004
▪ "Birlikte Yaşamak Macera Değil"
Sema Aslan, Milliyet Sanat, Mart 2007
▪ "Ağlayan Dağ Susan Nehir"
Ayça Örer, Taraf, 25 Mayıs 2008
▪ "Çingenelerin dili şifalı zehir"
Ufuk Matara, Akşam Kitap Eki, 29 Haziran 2008
▪ "Öykülerim ima etmiyor, açıkça söylüyor..."
Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 29 Mayıs 2009
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X