Ayşegül Devecioğlu:
"Ağlayan Dağ Susan Nehir"
Ayça Örer, Taraf, 25 Mayıs 2008
Ferai Tınç 68’i anlattığı bir yazısında “özgeçmişlerimize baktığınızda en az 15 boşluklar görürsünüz” dedi. Sizin de özgeçmişinizde “ODTÜ’yü bıraktı” yazıyor ve 1986’ya kadar boşluk. Ne oldu bu zaman zarfında?

ODTÜ’de okuduğum yıllar Türkiye’de anti faşist mücadelenin yükseldiği yıllardı. Ben pek çok insan gibi dönemin siyasi hareketlerinden birinin, Devrimci Yol’un mensubu olarak bu mücadelede yer aldım. Bizim için okullarımızı bitirmek ve bunu CV’lerimize yazmaktan çok daha büyük hedefler vardı. Okullar, aileler, tanımlanmış hayatlar bize dar geliyordu. Hayat anlamını gecekondularda, fabrikalarda, dünyayı değiştirme çabasında buluyordu. 68’ler için boşluklar 12 Mart’ta, 78’liler için 12 Eylül’de başladı. O boşluğun anlamı çok arkadaşımız için cezaevi ve sürgündü. Hayatta olmayanların artık ne özgeçmişleri var ne de özgeçmişlerinde boşluk...

1968’in 40. yılına 1978 kuşağından biri olarak nasıl bir bakıyorsunuz?

Her şeyi sorgulamaya ve bütün egemen ideolojilerle az- çok yüzleşmeye hesaplaşmaya açık bir zamanın ürünü olan bizim kuşağımız, 68 kuşağının teorik önermelerinden çok, hayatın bambaşka bir hale dönüşebileceği, hedef ve idealleri uğruna hayatı seve seve feda edilebileceği inancını devralmıştı. Bunu, bizi her türlü kötülüğe karşı koruyan bir muska gibi kalplerimizin üstüne koyup, yola çıktık.
       Ne bir tane 68 var ne de bir tane 78. Özellikle resmi sosyalizmlere muhalif olan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi kökenli hareketlerin mensupları olarak, bize yakıştırılmaya çalışılan dar çerçevenin tamamen dışında, halkı kendi mücadeleleri sonucunda oluşturacakları kendi örgütlenmelerine çağırıyorduk. İşçi konseyleri, direniş komiteleri bu özgül mücadele deneyiminin ürünleriydi.
       Sıkça söylendiği gibi pek dans edemedik, boykotlara, mahallelere saldıran faşistlerle mücadele etmek zorundaydık. Evet, biz çoğu kez okula gidebilmek ve hayatta kalabilmek için silahlanmak zorundaydık. Kıyafetlerimize dikkat ediyorduk, halkla hemhal olmak, onlara misafir olmak yerine onların öz evladı olmak istiyorduk. Mutlaka gerçekleşecek bir devrime o denli inanıyorduk ki, hayatımızda her şeyi bu odaktan kırılıp yansıyordu. Bu zengin zamanda aşk da, arkadaşlık da bambaşka anlamlar kazanmıştı. Eğer insaflı olduğu kadar da geçerli ve anlamlı bir karşılaştırma ya da değerlendirme yapılmak isteniyorsa, anılan zaman ve dönemlere bu saydığım berbat klişelerin dışında bakabilmek gerek...

O zaman 20’li yaşların başındasınız. Aileniz ne yapıyordu?

Dönemin koşulları içinde politik mücadelenin öyle bir meşruiyeti vardı ki, ailelerimiz de bu ilişkilerin bir şekilde içindeydi. Bizim evlerimiz illegaldir gelinmez, bizim arkadaşlarımıza isim sorulmaz; bunu bilirlerdi. Bizim Behçet’le çocuğumuz olduğu için benimle bir dönem kalan ve Ağlayan Dağ Susan Nehir’de Naciye Abla karakterinin esin kaynağı olan Atiye Abla’mız mesela, yalanlar konusunda o zaman da mahirdi. O günlerde; “Atiye Abla çözülürse yandık” diye şakalaşırdık birbirimizle....
       Zaten bir sermaye hareketi olan 12 Eylül bir avuç genci yok etmek için gelmedi, bu toplumsal yükselişi yok etmek için geldi. Ancak maalesef bugün o dönemi yaşamış insanlar bile 12 Eylül’ü doğal afet gibi algılamak eğiliminde... 12 Eylülcüler gibi sol da 12 Eylül öncesinin insani, toplumsal gerçekliğini sadece işkencede ya da çatışmalarda öldürülen, zindanlara atılan devrimci gençlere indirgiyor, cezaevi romanları biraz bu anlayışın ürünü. Böylece 12 Eylül öncesi, sol tarafından mitleştirilerek tarih dışına çıkarılmakla kalmıyor, kurulan anlatıda toplum da kapı dışarı edildiğinden 12 Eylül’le yüzleşme de engelleniyor.

Böyle zor bir dönemde çocuk dünyaya getirmişsiniz. Bir kadın açısından hayat nasıldı?

Faşizme karşı mücadele koşullarında çocuk büyütmek zordu. Çocuk sahibi olmak, düzenle uzlaşma anlamına geldiğinden, beni siyasi çalışmalardan bir süre de olsa ayıran hamilelik ve doğum sürecini pek de keyifli yaşadığımı söyleyemem. Yarı aç, yarı tok ve illegalite koşullarındaki hayatımızda, elbette çocuğa pek yer yoktu. Ben Adana ‘ya buzdolabı götürmek istediğimde, Behçet’in beni “Dağa buzdolabıyla mı çıkacağız” diye azarladığını acı acı gülümseyerek anımsıyorum.
       Toplumdaki gibi annelik, bizler için de sadece kadının yaşadığı bir durumdu. Behçet’i zaten çok az görüyorduk. Hamilelik ve annelik bulunduğum siyasi hareketin cinsiyetçi karakterini açığa vuran bir eşik oldu. Çok önemli bir arkadaşımızın söylediği “Senin görevin artık harekete militan yetiştirmek” sözü az daha sütümün kesilmesine neden oluyordu. Çok üzülmüş ve kendimi suçlamıştım. Buradaki cinsiyetçi bakışı deşifre edecek feminist bilince sahip değildim, kadın hareketi içinde olmama rağmen.

12 Eylül’de eşiniz yakalandı...

12 Eylül’de Behçet ilk Devrimci Yol operasyonda yakalandı. “Yakalandı” haberini götürüldüğü Ankara Numune Hastanesi’ndeki doktorlar verdi. Ancak başhekimin emriyle ölüme terkedilmişti. Zaten çok uzun süre kara gömdükleri için böbrekleri çalışmıyordu... Kimliğimi bıraktım, annesiyle birlikte gittik, kendimi kardeşi olarak tanıttım ve onu attıkları odadan çıkarıp servise götürülmesini sağladım. Galiba artık yapacak pek fazla bir şey yoktu. Hastanede çok az konuşma fırsatımız oldu. Bana “Seni özledim” dedi, ona “Konuştun mu” diye sordum. O koşullarda önemli olan oydu ama o yaşadığı korkunç işkenceye rağmen bunu diyecek gücü kendinde bulmuştu. Kendimi hiç affetmeyeceğim herhalde.
       Bana Kemal Yazıcıoğlu’nun kendisine işkence yaptığını söyledi. Polis gözaltına almak isteyince kaçtım. Bir daha Behçet’i görmedim. İki dava açıldı. İkinci davada Kemal Yazıcıoğlu’nun adını geçirebildik, ancak zaman aşımından beraat etti. Zaten süreç emniyet müdüründen, işkencecisine kadar polis tarafından engellendi. Davanın 30 kadar avukatı vardı ama ilk duruşmadan sonra hiçbiri gelmedi. Tek başına avukat İbrahim Açan sürdürdü. Duruşmalarda genelde ikimiz oluyorduk. İşkenceci polisler ise tam ekip, dinleyici olarak hazır bulunuyor, bizi tehdit ediyorlardı. Arkadaşlarımızın çoğu hapishanedeydi. Oradan ifade vermeye çalışıyorlardı. Dışarıdaki arkadaşların pek azı davayla ilgilendi. Herkes biraz da hayat gailesine düşmüştü. Belki ilk kez o mahkemelerdeki yalnızlıkla kara günleri bu denli açık hissetmiştim.

Eşiniz öldüğünde kaç yaşındaydı? Sonra ne yaptınız?

Behçet öldüğünde 26 yaşındaydı. Ben 24. Hayatta kalmaya ve çocuğumu büyütmeye çalıştım. Bir süre başka yerlerde kaldım. Ağlayan Dağ Susan Nehir’de anlattığım çingene mahallesine saklandım. Oğlum uzun süre babasının işkencede öldüğünü bilmedi. O zaman iki yaşındaydı. Behçet’in öldüğünü beş yaşında öğrendi. Zaten o kadar az görmüşlerdi ki birbirlerini. Bu kez de işkencede öldüğünü söyleyemedim. Çünkü söylenemez, kabul edilemez bir şeydi. Hâlâ öyle... Yıllar sonra oğlumun bunu çoktan bildiğini anladım. Aslında bunu da biliyordum. Bilmenin bir başka haliyle biliyordum. Çünkü hiç sorulmamıştı, hiç konuşulmamıştı. Burada ölüm biçiminin korkunçluğunun dışında bir şey vardı. Anlatılacaklara gerçeklik veren zaman akıl sır ermez biçimde ortadan kaybolmuştu. 12 Eylül’dü, bütün sesleri yutan o korkunç sessizlikti. Kuş Diline Öykünen romanı kuşağımın bu kayıp zaman karşısındaki şaşkınlığının hikâyesi aslında. Bana bu süreç dillendirilemeyenin dünyası da açtı.

Nasıl başladınız yazmaya?

Aslında Kuş Diline Öykünen’deki hikâye çok uzun zamandır içimdeydi, bekliyordu. 80 öncesinin karanlıkta bırakılan gerçekliği ancak sanatsal ifadede kendini açıp gösterebilirdi. Bu kitabı yazarken düpedüz acı çektim. Sonra kendi tarihimle ilk kez bu denli kesin bir biçimde yüzleştiğimin ayırdına vardım. Daha önce yazı ve makalelerle anlattığım hikâyeyi sanatsal ifadeyle kurmak işi hiç kolaylaştırmıyordu. Kuş Diline Öykünen’i yazdıktan sonra içimdeki kilitlerin açıldı.Dilimi ve elimi tutan bir şeyden kurtulmuşum, kelimeler bir kapının ardına yığılmış, itişip kakışarak serbest bırakılmayı bekliyormuş gibi. Bu yüzleşememe halinin bireysel olmadığını düşünüyorum... 12 Eylül’le yüzleşmenin toplumsal hayatımızı zehirleyen katliamlar, soykırımlarla yüzleşebilmemizin de anahtarı olduğuna dair bir inancım var.

Ağlayan Dağ Susan Nehir Atiye Hanım’la yaşadığınız zamanki gözlemlerden mi doğdu?

O karmaşada ve can derdine düşmüşken pek bir şey gözlemlemiyordum, fırsat buldukça kaldığım elektriksiz evde, gaz lambası ışığında durmadan Kemal Tahir okuyordum ama bu ayrıksı kültür, benden habersizce bilincime sızdı. Bu gözlem bile denilemeyecek, amaçsız, hatta boş bakışlara takılan o kadar çok şey vardı ki, bunların doğruluğundan ancak bu konuda yazılmış kitapları okuyunca, özellikle İsabel Fonseca’nın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan, Beni Ayakta Gömün kitabı, emin oldum. Aslında Naciye Abla, birlikte yaşadığımız yıllar boyunca benim aradığım işaretleri sessizce oraya yerleştirmişti. Nasıl öykü anlatacağımı ve insanın ancak inanmak istediği öyküye inanabileceğini öğretmişti. Onun işaretlerini izledim. Hayatta kalmak için yaptığı gibi, öykümü en güvende olduğu yere, yalanın kalbine yerleştirdim. Kitabı yazarken binlerce yıllık doğa ve hayat algısından türeyen yaşam tarzına vâkıf olamayacağım sezgisinden-fikrinden yola çıktım. Dışımızda şekillenmiş dünyaları algılayıp anlayabileceğimiz, zahmetsizce dokunabileceğimiz fikrinde kibir var. “Onlar da bizim gibi insanlar” fikri yaratacak, Çingeneler’i ya da onların galiba daha tercih ettiği bir isimle Romanlar’ı sevimli gösterecek bir öykü anlatmak istemedim. Kimsenin anlaşılmak, saygı görmek, kültürünü geliştirebilmek, ayrımcılıkla karşılaşmamak ve şiddet görmemek için birbirine benzemek zorunluluğu olmamalı.

Peki yüzleşme nasıl olacak?

Yeni bir politik hareketlilik ortamı, 12 Eylül’ün toplumsal yükseliş zamanı olarak anımsanmasının çerçevesini kuracak. Kuş Diline Öykünen’de buna “zengin zaman” dedim. Yazdıklarım bu zengin zamanın, bana kazandırdığı sezgilerin ürünü. Ona sadık kalıyor, 12 Eylül’ü direkt olarak anlatmayan bir romanla ilgili söyleşide bile 12 Eylül öncesi gömüldüğü karanlıktan çıkmak için durmadan söz alıyor...
Okuyabileceğiniz diğer Ayşegül Devecioğlu söyleşileri
▪ "Dünyanın değişeceğine iman etmeli"
Hale Kaplan Öz
▪ "Dönmek Mümkün mü Artık Dönmek?"
Emel Gülcan, bianet, 16 Mayıs 2015
▪ "Edebiyatla anlatmak eşsiz bir yol..."
Semih Gümüş, Notos, Temmuz 2015
▪ "Öykü ile Hayat Arasındaki Sınırlar Çoktan Kayboldu"
Hatice Ebrar Akbulut, dunyabizim.com, 30 Haziran 2016
▪ "Toplumdan bağımsız birey tasavvuru mümkün değil"
Seda Babanur, Cumhuriyet Kitap, 22 Nisan 2015
▪ "Hiçbir Hayat Sıradan Değildir!"
Emel Gülcan, Bianet, 12 Kasım 2011
▪ "Yazarın amacı ve meselesi edebiyattır"
Said Çangır, İAN Edebiyat, Eylül 2015
▪ "Edebiyat 'eksik' bir anlamı yakalamaya cüret eder"
Irmak Zileli, K24, 9 Mart 2017
▪ "Parçalanmış bir dünyada beden nasıl yekpare kalabilir?"
Aynur Kulak, K24, 12 Mayıs 2022
▪ "Kuş Diline Öykünen - 11342"
Özay Yaşar, Baraka, İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yayını, Şubat 2004
▪ "Yapılanların üstünü örterek hakikati kaybettik"
Sefa Kaplan, Hürriyet Cumartesi, 14 Şubat 2004
▪ "Anımsamanın en gerçek, en acılı yolu ifade etmek"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet, 7 Mart 2004
▪ "Kuş Diline Öykünen - 11430"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet Dergi, 7 Mart 2004
▪ "Zamana hükmederken"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet Dergi, 12 Eylül 2004
▪ "Birlikte Yaşamak Macera Değil"
Sema Aslan, Milliyet Sanat, Mart 2007
▪ "Çingenelerin dili şifalı zehir"
Ufuk Matara, Akşam Kitap Eki, 29 Haziran 2008
▪ "Öykülerim ima etmiyor, açıkça söylüyor..."
Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 29 Mayıs 2009
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X