Ayşegül Devecioğlu:
"Kuş Diline Öykünen - 11430"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet Dergi, 7 Mart 2004
12 Eylül öncesini ve sonrasını bu kez bir kadın, Ayşegül Devecioğlu anlattı. Romanın ismi Kuş Diline Öykünen. Kahramanlarını 78'lerin coşkusundan 12 Eylül'e taşıyor. İşkenceden, tecavüzden ve çatışmalardan yükselen çığlıkların toplumun sessizliğine gömüldüğü zamanların romanı bu...

Kuş Diline Öykünen, bir 12 Eylül romanı. Darbenin öncesini ve sonrasını anlatıyor, devrimin çok yakın bir ihtimal olduğu zamanları, gençliklerinin coşkusunu toplumun değişme isteğine katanları, devrimin hem "biz görmeyiz" hem de "yakın bir ihtimal" olduğu zamanları... Yazarı Ayşegül Devecioğlu. Yaptıklarıyla her biri birer kahraman olan, 12 Eylül'den sonra ise toplumun belleğine ısrarla "onlar birer katildi" yazdırılmaya çalışılıp bugünle bağı koparılan gençler var Devecioğlu'nun karakterleri arasında, isimli isimsiz... Metis tarafından yayımlanan "Kuş Diline Öykünen" aynı zamanda bir kadının, kadın kimliğini gizlemeden kendi tarihiyle de yüzleşmesi. Devecioğlu ile yaşanılanları ve romanını konuştuk:

Bir 12 Eylül romanı yazmak için neden 23 yıl beklediniz?

Birincisi edebi iddiası olan bir metin, hadi oturup bir roman yazayım diye çıkmıyor ortaya. Bunun için bir iç hazırlık gerekiyor. Bir şeyin olgunlaşması gerekiyor içinizde. Olan bitenle aranızda bir mesafe oluşturmanız gerekiyor. Yas tutabilmeniz, ağlayabilmeniz, anlatabilmeniz gerekiyor. Bütün bunları doğru dürüst yapmadan ve eğer roman bütün bunları yapmanın da yolu haline geliyorsa zorluk artıyor. Anımsamak yetmiyor; ama anımsamak da çok zor. Yalnız benim için değil, bu dönemi hiç yaşamamışçasına zihninin karanlıklarına gömen toplum için de söz konusu bu durum. Bu unutma herhangi bir unutma değil. Arkada hiçbir iz bırakmadan kaybolma daha çok. Bir zaman parçası bütün renkleri, kokusu, tadı, havası, büyüsü, her şeyiyle kayboldu. Bu zamanı yeniden yaratmak, ancak o zaman yaratılınca anlam kazanacak bir öykü anlatmak imkânsız geldi bana yıllarca.

Bu unutuşun nedeni ne?

O dönemi yaşayanların, yani bizlerin başına gelen çok şey var, dolayısıyla üstünde düşünmek çok acı geliyor ki, toplumlarda da böyledir, bu acıları anımsamaktan kaçıyorlar... Ayrıca bilinçli olarak da unutturuldu bu dönem. İnsanlar politikleşerek suç işlediklerine inandırıldı. Suçlu çocuklar gibi baba evine döndüler, işkencehanelerden gelen çığlıklara kulaklarını tıkadılar ve sustular. Konuşulması gereken yerde susmak da büyük bir utanç ve travmadır.

Kendilerini mi korudular?

Evet, bir çeşit korunma bu, çünkü yaşanılanlar unutulmuyor, onlar bir yerlerde gizli kalıyor. Orada olduklarını biliyoruz, anımsamak için de ciddi bir çaba gerekiyor. Anımsamaya başladığımızda da canımız yanıyor...

Yazmak için anımsamak...

Yazmak, anımsamaktan daha farklı bir süreç... Anımsamanın en gerçek, en acılı yolu ifade etmek. Bu ifade etmeye başladığınızda bölük pörçük düşünme, canınız yandı mı kaçma şansınız kalmıyor. Sistemli bir çözülme ve yeniden yapılanma başlıyor hafızada. Bu çok zorlayıcı.

Edebiyatın bu yeniden yapılanmadaki payı ne?

Ancak bir edebi metnin anımsamayı reddedişin üstesinden gelebileceğine inanıyorum. Ama bir nevi pragmatizmle edebiyat içinde kalmış değilim. Ben bu kayıp dönemin canlandırılmasından sorumlu olduğum kadar edebiyata karşı da sorumluyum. Öte yandan o kadar anlatılmamış olaylar, işkenceler, gözaltında korkunç ölümler var ki, bunlardan söz etmemek mümkün değil. Çünkü bunlar da çok fazla anlatılamadı. Üstelik bu kayıp geçmişi kendi gerçekliği içinde kurgulamak, bu hikâyeyi hiç anımsamayan, hiç yaşamamış ya da anımsamak istemeyen insanlara da anlatmak ihtiyacı işi daha da karmaşıklaştırıyordu.

Okur, bu sözleriniz üzerine romanda sizi de arayacak...

Benim buna bir itirazım yok. Ama her romanda yazarın kendi hikâyesini aramak doğru değil. Çoğu kez de yanıltıcı üstelik. Benim birebir başımdan geçen çok az şey var kitapta. Ama Gülay tabii ki biraz da benim. O dönemi yaşamış bir kadın olarak Gülay'ın duyguları benim de duygularım. Yavuz da benim öte yandan. İbrahim de, Leyla da... Çok teknik bir terim gibi gelmezse bu romanın malzemesinde benim yaşantım ve duygularım tabii var. Ancak bu hikâye tümüyle kurgu. Benim anlatıya boyut kazandırması, kaybolan zamanı geri getirmesi için kullandığım İbrahim'in ağzından anlatılan, italik bölümlerin bir kısmı ise gerçek malzemelere dayanıyor. Mesela 12 Eylül'den sonra dağa çıkan arkadaşların tuttuğu bir gerilla birliğinin günlüğünden alıntılar var. Mahkeme dosyalarında kalmış birkaç mektup, kendi yaşadığım ya da arkadaşlarımdan dinlediğim anekdotlar vesaire...

Sizin payınıza bu şiddetten ne düştü?

Ben 80'den hemen önceydi galiba ya da hemen sonra, bir arkadaşımın bürosunda yakalanmıştım. O zamanki deyimle "karakola düştüm". Emniyet müdürlüğüne götürdüklerinde gözüm bağlıyken oğlumu bir daha hiç görmeyeceğime inanıyordum. Yani mutlaka ölecektik. Oralardan sağ çıkma şansı yoktu. Gerçi beni bıraktılar. Sinirlerim sağlamdı. Verdiğim ifadeyi öyle inandırıcı buldular, o kadar sakindim ki. Beni orada "İşte bakın masum insan böyle olur," diye örnek gösteriyordu polisler. İşkence üzerine hiç konuşmuyorduk. İşkenceyi de klişeler içinde konuşuyorduk, kocam işkencede sakat kalsa, erkekliğini yitirirse boşanır mıyız? Hayır. Kızların kendi aralarında konuştukları konular bunlar. Ya da kocam/karım işkencede konuşursa boşanır mıyım? Yanıt netti, ayrılırdık...

Kadınların devrimci hareket içindeki konumunu da anlatıyor söyledikleriniz...

Bir erkek bacı demişse bir kıza, artık "kötü gözle" bakmamalıydı. Oysa böyle olaylar da yaşandı. Bir kere kadınların devrimci hareketler içinde yer alış tarzı toplumdakine koşuttur. İkinci sınıf rollerdir bunlar çoğu kez. Bir, 77'de kadın örgütlemesi yaptığımızda, bu çok küçümsenmişti mesela. Daha sonra da mahallerde öyle bir örgütlendik ki, hareket de örgütlenmesinde bizi model aldı.

Kadınlar bu role itiraz etmediler mi?

Kadınlar bunu yaşamış olmalarına, bir çok haksızlıkla, hatta tacizle karşılaşmış olmalarına rağmen niye itiraz etmediler, niye göz yumdular. Çünkü hepimiz yaptığımız ve yaşadığımız şeye çok inanıyorduk. Bu öyle güzeldi ki hiçbir şey onu bozmamalıydı. Kol kırılıp yen içinde kalmalıydı. Önce biz kadınlar vazgeçtik. Bu da yüzlerce yıllık kadınlık rollerine uygun bir şeydi aslında. Direnmedik. Ancak erkekleşerek varolabileceğimizi düşündüğümüz için erkekleştik. Böylece cinsiyetsizleşerek kendimizi de koruduk belki. Kadın erkek ilişkilerinin yeni ve devrimci bir tarza dönüştürülmesinden vazgeçmek, toplumsal dönüşüm hayalinden de vazgeçmek demekti oysa. İnsanlar arası her türden ilişki politikanın konusu haline getirilmedikçe devrim mümkün değildir çünkü. Çünkü klişelerin arkasına gizlenerek kimse değişemez.

Gülay, gözaltında tecavüze uğruyor... Pek çok kadın ve erkek 12 Eylül'de tecavüze uğradı, ama bunlar konuşulmadı. Oysa 90'lı yıllarda sosyalist harekette yer alan pek çok insan gözaltında tecavüzü açıklamayı politik mücadelenin bir parçası haline getirdiler. Bu, 80'lerde neden başarılamadı?

Evet çok yaygındı ve konuşulmadı. Fakat o zaman kendimizi kadın ya da erkek, cinsiyetsiz düşünüyorduk. Hepimiz tecavüzün normal bir işkence olduğuna inanıyorduk, hatta tecavüzden çok etkilendiğinizi hissettirmeyin diyorlardı. Böyle yaparsanız polisin eline koz verirsiniz.

Susmak, koz vermemek miydi, gerçekten?

Tecavüz sıradan bir işkence değil. Kadınların bedenleri ile ilişkilerinde bin yıllık bir zedelenme var, bu yüzden de tecavüz daha fazla önem kazanıyor. Gülay bunu "Bana dokundukları an tecavüz başlamıştı," diye ifade ediyor. Bu Gülay'ı Gülay yapan şeye dokunmaktı. Tecavüz bir kadının benliğini parçalamaktır. 80 öncesinde ve hemen sonrasında konuşulmamasının nedenlerinden biri de ayıp sayılması... Biz devrimciler kadın erkek ilişkileri konusunda toplumun sahip olduğu değerlerden daha farklılarına sahip değildik. Hatta bu gündem dışı sayıldığı ve illegalite koşulları, egemen sınıfların eline koz vermemek gibi dönemin geçerli refleksleri ve düşünce tarzlarıyla birlikte ele alındığında, kadınların toplumun diğer kesimleri kadar bile korunmadığını ileri sürebiliriz. Bugün konuşulmasını ise feminizmin armağanı olarak değerlendiriyorum. Gülay bunu bir kadınlık durumu olarak yaşıyor. Benim bunu romandaki şekliyle anlatabilmem de yaşanılanlara feminizmin yaktığı ışıkla bakabilmemden kaynaklanıyor.

Karakterleriniz bugün ne yapıyor? Gülay örneğin, ne oldu ona?

Gülay, bence kadınlık bilincine daha çok sahip şimdi. Kadın hareketlerinin içinde hayal ediyorum Gülay'ı.

İbrahim ile Leyla?

Onlardan da umutluyum. Herhangi bir politik oluşumun içinde göremezsem de, bu zamanla baş etmenin yolu üzerinde düşündüklerini çaba gösterdiklerini sanıyorum. Herhangi bir politik oluşum içinde değiller çünkü İbrahim'in kendisine "deli, huysuz, aksi" sıfatlarının takılmasına neden olan itirazlarının sürdüğünü sanıyorum. Bu sıfatları takanların düşünce ve reflekslerinin değişmediğini gözlemliyorum çünkü. Leyla bol bol şiir okuyordur, İbrahim'le birlikte sokaklardaki kedi ve köpekleri besliyorlardır. Bütün mitinglere gidip, hiçbir bayrağın arkasında yürüyemiyorlardır.

Çocuk var bir de, Gülay'ın yeğeni, tek gözü yok... İsimsiz... Ta ki, romanın sonuna kadar...

Adı Devrim. İsminin 1987'de, yani romanın bittiği tarihte anılması yokluktan varlık kazanmasıdır. O zamana kadar hiç anılmadı, yoktu... Şimdi kaçak bir mahkûm gibi fırlayıveriyor Gülay'ın ağzından. Ama kimse farkında olmasa da söylendi bir kere. Biz bu zamanın şifresini çözer, sırrını açığa çıkarabilirsek, o zamanla barışır ona hükmedebilirsek, ona başkaldırır ve gerektiğinde baş eğersek... Yani şu sürüp giden hayatı değiştirebilmenin yeni ve mümkün yollarını bulup, yeni politikalar üretebilirsek, kendimizle hesaplaşmayı göze alabilirsek, içimizden konuşmaktan vazgeçip, eski özgüvenimize, ilişki kurma yeteneğine kavuşursak devrim imkânsız değil.

Tek gözlü de olsa...

Yara almadan, yara almayı göze almadan yaşamak nasıl mümkün değilse, devrim de öyle.

Son bir şey. Bir roman yazdınız, ama biz yine edebiyattan konuşmadık.

Aslında başından beri edebiyattan konuşuyoruz. Bu kürsüyü bana bu roman sağladı. Yani edebiyat sağladı. Ben bu kürsüden unutulan zamanın hikâyesini anlatıyorum yine, ama kelimeler farklı.
Okuyabileceğiniz diğer Ayşegül Devecioğlu söyleşileri
▪ "Dünyanın değişeceğine iman etmeli"
Hale Kaplan Öz
▪ "Dönmek Mümkün mü Artık Dönmek?"
Emel Gülcan, bianet, 16 Mayıs 2015
▪ "Edebiyatla anlatmak eşsiz bir yol..."
Semih Gümüş, Notos, Temmuz 2015
▪ "Öykü ile Hayat Arasındaki Sınırlar Çoktan Kayboldu"
Hatice Ebrar Akbulut, dunyabizim.com, 30 Haziran 2016
▪ "Toplumdan bağımsız birey tasavvuru mümkün değil"
Seda Babanur, Cumhuriyet Kitap, 22 Nisan 2015
▪ "Hiçbir Hayat Sıradan Değildir!"
Emel Gülcan, Bianet, 12 Kasım 2011
▪ "Yazarın amacı ve meselesi edebiyattır"
Said Çangır, İAN Edebiyat, Eylül 2015
▪ "Edebiyat 'eksik' bir anlamı yakalamaya cüret eder"
Irmak Zileli, K24, 9 Mart 2017
▪ "Parçalanmış bir dünyada beden nasıl yekpare kalabilir?"
Aynur Kulak, K24, 12 Mayıs 2022
▪ "Kuş Diline Öykünen - 11342"
Özay Yaşar, Baraka, İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yayını, Şubat 2004
▪ "Yapılanların üstünü örterek hakikati kaybettik"
Sefa Kaplan, Hürriyet Cumartesi, 14 Şubat 2004
▪ "Anımsamanın en gerçek, en acılı yolu ifade etmek"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet, 7 Mart 2004
▪ "Zamana hükmederken"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet Dergi, 12 Eylül 2004
▪ "Birlikte Yaşamak Macera Değil"
Sema Aslan, Milliyet Sanat, Mart 2007
▪ "Ağlayan Dağ Susan Nehir"
Ayça Örer, Taraf, 25 Mayıs 2008
▪ "Çingenelerin dili şifalı zehir"
Ufuk Matara, Akşam Kitap Eki, 29 Haziran 2008
▪ "Öykülerim ima etmiyor, açıkça söylüyor..."
Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 29 Mayıs 2009
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X