Ayşegül Devecioğlu:
"Birlikte Yaşamak Macera Değil"
Sema Aslan, Milliyet Sanat, Mart 2007
Ayşegül Devecioğlu, Metis Yayınları’ndan çıkan ikinci romanı Ağlayan Dağ Susan Nehirde gerçekle yalanın iç içe geçtiği bir öykü anlatıyor. Naciye Abla’nın öyküsü… 12 Eylül döneminde bir süreliğine bir Çingene mahallesinde bulunan ve romanında, Naciye Abla karakteri öncülüğünde Çingenelerin dünyasını anlatan Devecioğlu, okuruna tarihsel bir okuma süreci vaat ediyor. Kitap, masalsı bir dünyanın bol darbukalı, kıvrak danslı ve allı güllü, pembeli sahnesine açılıyor diye düşünmeyin; Ağlayan Dağ Susan Nehir, anlamak, bakmak, görmek, duymak ve hatırlamak üzerine politik bir metin aynı zamanda...

Ağlayan Dağ Susan Nehir, Çingeneler üzerine bir roman… Fakat anlatıcısı bir Çingene değil. Çingenelerin göçer olması onların anlatılmasına engel mi?

Çingenelerin kanında onları Çingene yapan bir şey yok. Damarlarında maceracı, özgür bir kan filan dolaşmıyor. Bunu söylemek ırkçılık olur. Ama bu yurtsuz ve yazısız halkın, yüzlerce yıllık töreleri, kadim yaşam alışkanlıkları var. Yüzlerce yıllık yaşam alışkanlıklarının, zaman ve mekânla ilgili algıların yarattığı bu farklar göz ardı edilemez. Çingeneler, uzunca süredir göçebe yaşamdan kopmalarına, yarı göçer ya da yerleşik bir yaşam sürdürmelerine rağmen bu ayrıksı yaşam alışkanlıklarını sürdürüyorlar. Bir yurtları, yazılı bir tarihleri, bayrakları, belli bir dinleri olmamasına, eski yaşam biçimleri, meslekleri tümüyle kaybolmasına rağmen Çingeneler asimile olmuş değiller.
       Öteki, ötekileştirme sözcüklerini sıkça kullanıyoruz. Ben bu kavramın biraz kabalaştırıldığı kanısındayım. Ötekileştirmeyi önlemenin yolu ötekinin kültürel farklılıklarını yok saymak olarak algılanmamalı. Yani genelleme yapmak pahasına bir halkın kültürel farklılıklarının altını çizmekten söz ediyorum.
       Birbirinden farklı özellikleri olan insanların bir arada yaşaması konusunda modernitenin bulduğu çözüm, kıyımların olmaması için azlık olanların çoğunluğa benzemesi, onlara uymasıydı. Balkan ülkelerindeki sosyalist hükümetlerin de uygulamaları böyleydi. Kitapta “hayatın herkesin kendi giysisi, kendi renkleri, kendi şarkılarıyla katılacağı karnavaldan gülüşlerin bile tek kalıba döküldüğü bir geçit töreni”ne dönüşmesi olarak ifade ediliyor bu olgu. Çingeneler söz konusu olduğunda bu kültürel farklılıkların kolayca anlaşılıp anlatılabileceğini düşünmüyorum. Benim anlatıcım, ikinci üçüncü kuşak bir Cumhuriyet ailesinin, pozitivist eğitim almış çokbilmiş bir ferdi. Saf aklın kamaştırdığı zihniyle çevresinde devinmekte olan farklı bir kültürü sezmeye, anlamaya çalışıyor.

Romanda dile özellikle vurgu yapılmış; belli şifrelerle konuşan insanların dünyasından söz ediyorsunuz. Ki, anlatıcı kişi, romanın Çingene karakteri Naciye Abla’nın kullandığı dilin anlaşmaktan daha fazla olanak ve amaç taşıdığını düşünüyor.

Her ülkede, her toprak parçasında, ayrımcılığa ve zulme uğrayan yurtsuz, yazısız bir halkın dili anlaşmaktan fazla amaç taşımak zorunda. O halkın tarihini o halkın hiçbir metne kaydedilmemiş edebiyatını, törelerini… Kürtçe gibi yasaklı diller de o halkın umutlarını ve kavgasını taşımıyor mu? Dil insanlarla birlikte savaşmıyor mu? Bir halkla birlikte yok edilmiyor, bir halkla birlikte zulme uğramıyor mu? Kelimeleri öğrenerek dilin ele geçirilemeyeceği dilin tarihi, belleği olduğu, dilin konuşmalar kadar suskunlukları da kapsadığı gerçeği yalnız Romanca ya da Kürtçe için geçerli değil, bütün diller için geçerli. Ama Kürtçe ve Romanca gibi unutulmuş, zulme uğramış tutsak ya da yasaklı dilleri, gelişip olgunlaşmalarının önünde engeller olan makilere benzetiyorum; direngenler, sert kabukları var dışarıya karşı. Biraz göçebelere benziyorlar. Yani sürgünde serilip serpiliyor, baskı altında gizleniyor, en kötü koşullarda bile yaşamaya devam ediyorlar.

Bu metin, teknik anlamda bir roman mı yoksa bir masal mı? Çünkü, Naciye’nin anlattığı masalların birbirini takip etmesinden kurulu bir roman bu… Yani bir anlamda bir masal / roman…

Metnin roman sıfatını taşımasını sağlayan, birbirini izleyen masallardan oluşup oluşmaması değil. Bugün hayli aşılmış görünen klasik ayrımları göz önüne alırsak, kişiler ya da diyelim karakterler, bunların bir geçmiş ve gelecek bilinci içinde olması vs vs… Tarihsellik, toplumsal süreçlerin anlatılması… Teknik olarak alışılmışın dışında gelebilir. Ancak teknik farklılık olarak görünen şey, Naciye Abla’nın öyküsünün kendisini ifade etme, kâğıda dökülme hali. Naciye Abla’nın öyküsünün dile gelme biçimi. Biçim dediğimiz şey, metnin dile gelmeyen ihtiyacı. Öykü yazarın içinden geçip kâğıda dökülürken alıyor bu biçimi. Bir yazın türü olarak romanın nasıl olduğu-olması gerektiği yani neye roman adını verebileceğimiz konusunda ise bilindiği gibi bir reçete yok. Roman melez bir tür olarak kabul ediliyor, kurallarla zapturapta alınamıyor pek.

Kitapta yalanla gerçek iç içe… Hatta, bir bölümde “Masal, gerçek ile aynı bedendedir. Onunla aynı kanlı et ve kemikten” diyorsunuz…

Naciye Abla’nın masalları her anlatışta değişir, onun kendi hayatıyla ilgili öyküleri bile baştan sona yalandır ama anlattıklarının gerçekliği yadsınamaz. Zaten gerçek dediğimiz şeyle hakikat dediğimiz şey arasındaki mesafe nedeniyle yalan-masal öykü girer işin içine. Görünen kadar görünmeyene, ışık kadar gölgeye de ihtiyaç var hakikate ulaşmak için. Anlatılamaz olan hakikattir. Bu yüzden öykü anlatıyoruz. Hakikati sarıp sarmalayıp görünür hale getirmek için.
       Kitabın iki yalancısı var. Biri Naciye Abla diğeri de yalan söylediğini ve Naciye Abla’nın yetiştirmesi olduğunu okurdan hiç gizlemeyen anlatıcı. Anlatıcı aynı Naciye Abla gibi yalanlar söylüyor, öyküyü süslüyor, göz boyuyor. Yalancılığın sınırlarını sonuna kadar zorluyor. Ama öykü yalan söylemiyor. Bu yüzden o çok bilinen sözcüğü tekrarlayabiliriz; “Okura düşen öykücüye değil öyküye inanmak…”

Peki, madem yalan ve masal öyküden söz ettik, o halde yine kitaptan bir cümle: “Masalla görmezden gelmeye çalışsak da zaman bizi unutur mu?”

Zamanın bir düşman gibi, ölümcül bir hasım gibi karşısına dikildiği bir kuşaktanım ben. Gerçekten de zamanı neredeyse metafizik bir olgu gibi, cisimleşmiş bir düşman gibi algıladığımız anlar oldu. ‘80 öncesinde sol siyasi hareketler içinde bulunmuş insanları kastediyorum, biz derken. Zaman gözlerimizin önünde devamını kaybetti, zaman, hayatı açıklamak için kullandığımız bütün kavramları yanında götürerek çekip gitti. O yüzden hep zorum var zamanla. Kuş Diline Öykünende de zamanla hesaplaşmaya çalıştım. Ağlayan Dağ Susan Nehirde de, anlatıcının masalla görmezden gelmeye çalıştığı zaman 12 Eylül Türkiyesi… Darbeden bir yıl sonra.

Ve 12 Eylül’ün ettiklerinden biri de, başkasının acısına kulak tıkamak… Empati kurabilmenin imkânlarından söz edebiliriz biraz. Naciye Abla, Çingene olduğunu gizlemek için büyük gayret sarf ediyor. Kaldı ki, bu, kendi kararından çok, bir dayatmanın sonucu.

Kitabın kahramanı Naciye Abla, temizlikçi sıfatıyla girdiği aile içinde kendini onlara benzeterek var olmaya çalışıyor. Çünkü ona orada barınmasının yolunun Çingeneliğini saklamak, ondan vazgeçmek olduğu hissettiriliyor. Öte yandan onun bu kadar sevilmesinin sırrı da Çingeneliğinde yatıyor. Naciye Abla da anlattığı masallarla kimi kez bilinçli kimi kez ise bilinçsiz olarak törelerini aklında tutmaya ve anlatıcıya, yani evin kızına aktarmaya çalışıyor. Bu süreç, Naciye Abla’nın masallarını dinleyen kızı göçebeleştirirken Naciye Abla da kimliğinden bir şeyler kaybediyor; böylece bir Çingene için ölümden de beter olduğu söylenen şey geliyor başına; yalnız kalmak…
       Empati kurmak, beraber yaşamak gibi sözleri sarf ettiğimizde aslında ancak kendimize benzeyenleri benimseyebileceğimizi düşünüyoruz. Birlikte yaşama söylemine dikkat edin, her zaman yabancı bir topluluğun bize benzeyen yanları öne çıkarılarak yakınlık kurulmaya çalışılır. Oysa kimse ayrımcılık ve şiddetle karşılaşmamak için birbirine benzemek zorunda değil. Tam tersine birlikte yaşama dediğimiz kavram bizden çok farklı, bize benzemeyenler insanlar söz konusu olduğunda anlam kazanıyor.

Galiba Çingenelere bakış açımızda da kendi içinde farklılıklar var. Mesela Türkiye’deki Çingenelerle Avrupa’daki Çingeneleri karşılaştırdığımızda Türkiyeli Çingeneler için daha ‘ırkçı’ bir söylem geliştirmeye yatkınız gibi…

Çingeneler genellikle kendilerine ilişkin, yaratılmasına bir ölçüde katkıda da bulundukları mitlerin ardındalar. Yani diyelim dört- beş yıl önce Bağdat Caddesi ve çevresinde yaşayan orta sınıf ya da üstü bir grup insana, Çingene deyince akıllarına ne geldiği sorusunu yönelttiğimde hepsi, gün boyunca dilenen, çöp toplayan, çiçek satan Çingenelerle karşılaşmalarına rağmen ‘macera ve renkli yaşam’ sözcüklerini kullanmışlardı. Yani filmlerden ve romanlardan edinilmiş imgeler; altın küpeler, karavanlar, ateş başında gitar eşliğinde dans, uzun saçlı yakışıklı erkekler, güzel kadınlar, tutkulu aşklar… Çingeneleri görünmez kılan, oluşturulmasına katkıda bulundukları bu mit…
       “Sulukule’ye eğlenceye gitmek” ya da Babylon’da Ahırkapı Roman Orkestrası’nı izlemek gayet hoş; ama komşunuz oldukları zaman zorluk başlıyor. Birlikte yaşamak bir serüven, bir karavan macerası, bir eğlence değil, anlayış, kardeşlik ve dayanışma duygusu, sevgi, saygı, fedakârlık gerektiren zahmetli bir iş.
Okuyabileceğiniz diğer Ayşegül Devecioğlu söyleşileri
▪ "Dünyanın değişeceğine iman etmeli"
Hale Kaplan Öz
▪ "Edebiyatla, adalet ve onur gibi kavramların doğduğu kaynak aynı..."
Anıl Mert Özsoy, Gazete Duvar, 27 Ekim 2024
▪ "Yeninin olmadığı bu yüzden eskinin de olmadığı bir hal"
Şadiye Dönümcü, bianet, 9 Kasım 2024
▪ "Dönmek Mümkün mü Artık Dönmek?"
Emel Gülcan, bianet, 16 Mayıs 2015
▪ "Edebiyatla anlatmak eşsiz bir yol..."
Semih Gümüş, Notos, Temmuz 2015
▪ "Öykü ile Hayat Arasındaki Sınırlar Çoktan Kayboldu"
Hatice Ebrar Akbulut, dunyabizim.com, 30 Haziran 2016
▪ "Toplumdan bağımsız birey tasavvuru mümkün değil"
Seda Babanur, Cumhuriyet Kitap, 22 Nisan 2015
▪ "Hiçbir Hayat Sıradan Değildir!"
Emel Gülcan, Bianet, 12 Kasım 2011
▪ "Yazarın amacı ve meselesi edebiyattır"
Said Çangır, İAN Edebiyat, Eylül 2015
▪ "Edebiyat 'eksik' bir anlamı yakalamaya cüret eder"
Irmak Zileli, K24, 9 Mart 2017
▪ "Parçalanmış bir dünyada beden nasıl yekpare kalabilir?"
Aynur Kulak, K24, 12 Mayıs 2022
▪ "Kuş Diline Öykünen - 11342"
Özay Yaşar, Baraka, İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yayını, Şubat 2004
▪ "Yapılanların üstünü örterek hakikati kaybettik"
Sefa Kaplan, Hürriyet Cumartesi, 14 Şubat 2004
▪ "Anımsamanın en gerçek, en acılı yolu ifade etmek"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet, 7 Mart 2004
▪ "Kuş Diline Öykünen - 11430"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet Dergi, 7 Mart 2004
▪ "Zamana hükmederken"
Berat Günçıkan, Cumhuriyet Dergi, 12 Eylül 2004
▪ "Ağlayan Dağ Susan Nehir"
Ayça Örer, Taraf, 25 Mayıs 2008
▪ "Çingenelerin dili şifalı zehir"
Ufuk Matara, Akşam Kitap Eki, 29 Haziran 2008
▪ "Öykülerim ima etmiyor, açıkça söylüyor..."
Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 29 Mayıs 2009
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X