En son 2002'nin haziranında
Hayat'la karşımıza çıkmıştı Engin Geçtan.
Hayat, onun
İnsan Olmak kitabı kadar etkili oldu okurlar üzerinde. Şimdi de bir romanla karşımızda:
Tren.
Bana, "Bu roman sinemaya uyarlansa da müthiş bir tat alarak seyretsem olup bitenleri" dedirten; Marguerite Duras'nın
Cebelitarık Denizcisi'ndeki hayatını denizlerde denizcisini arayarak geçiren Anna'yı ve onun yanında seyahat eden adamı; Tanpınar'ın bir aşk hikâyesiymiş gibi görünse de temelde bir Doğu-Batı karşılaştırması olan
Huzur'unu çağrıştıran; bir de İngiliz edebiyatının meşhur
Canterbury Masalları'nı hatırlatan bir yanı var bu romanın. Bu masallarda insanlar buradan oraya giderlerken hikâyelerini anlatırlar birbirlerine.
Tren'de işte böyle hikâyeler var, bilinmeyene doğru giden bir trene binmek için önce bir yarışmadan geçen ve bu yarışmayı kazanan insanların kırk bir numaralı vagonda yaşadıkları var, bu insanların kendi kişisel tarihleri var, 'bir an için' yaşadıkları kendi gerçeklikleri var, şimdi ve orada oluverenler var. Bir tek ve aynı olan yaşamlar yerine, birlikte yaşamlar var ve bunun sonucunda gelen acılar var. Ruhun zenginliğiyle gönül fakirliğinin birbiriyle çatışması, Batı'nın çizgisel zamanına, düz hattına, dişli çarkına karşılık Doğu'nun döngüsel zamanı, sarmal yolu ve akışı var. Bir sahnede bir perde kapansa bile başka bir yerde başka bir perdenin açıldığı paralel evrenler var. Üstelik bütün bunlar derinden ve hınzırca anlatılmış ve sonuçta sarsıcı, şaşırtıcı, ironik ve fantastik bir roman çıkmış ortaya; okuyup bitirdiğinizde artık başka biri olduğunuzu, içinizde bir şeylerin değiştiğini kabullenmenizi, o değişenin ne olduğunu anlayamamış olmayı kendinize yedirmenizi gerektiren; bir an için ve aynı anda birçok evrende dolaşmayı göze almanızı, başka bir deyişle kaygan bir zeminde bir orada bir burada dans etme becerisini göstermenizi isteyen, ucu açık süreçlere katlanma sınırlarınızı deneyen bir roman.
Ben bu anlamda,
Tren hakkında karşılıklı konuşmanın, sorular sormanın o kadar da kolay olmadığını bile bile, önceki kitaplarından aldığım güç ve tanışıklık duygusuyla Engin Geçtan'la söyleştim. İyi de ettim. Tam da trenin kendisi gibi 'akan' bir söyleşi oldu.
Tren'i sanki bir çırpıda yazmışsınız gibi geldi bana...Onu benim bilmediğim bir yanım biliyor ama ben bilgisayarın başına geçtiğim zaman bir sonraki cümlenin ne olduğunu bilmiyorum, muhtemelen o anda telefon çalsa bir cümle yerine bir başka cümle yazılıyor. Ama bu kadar kitaptan sonra sezdiğim bir şey var: Benim bir yerim aslında nereye gideceğini biliyor ama ben onu bilmiyorum.
Trendeki, bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkan karakterler gibi yani...Evet..
Bu kitabı okuyanların zorlanacağını düşünüyor musunuz?Benim kodlarımı bilenlerin zorlanacağını düşünmüyorum, zorlanmıyorlar da.. Edebiyatı çok az izliyorum ama yazılan kitaplara pek de benzemeyen -kurgu açısından kitaplar yazdığımı düşünüyorum. O bakımdan kodlarıma alışkın olmayanların zorlanacağını düşünüyorum, özellikle bu kitapta. Çünkü bu kitabın hikâyesi şöyle başladı. David Lynch'in “Mullholand Çıkmazı” filminden çıktım. Eve yürüyorum. Filmde ne olup bittiğini tam anlamadım. Ama ilişki kurmak için bir şeyi anlamak gerektiğini düşünmüyorum. Çok yoğun bir ilişki yaşadım ve David Lynch böyle hoş uçarsa bunu ben de denemeliyim dedim ve kendimi tamamen bırakıp bir şeyler yazmak istedim...
"Evrende hiçbir şey kaybolmaz" sözüne Kızarmış Palamutun Kokusu'nda da rastlıyoruz.. Sanki bu kitaptan o, o kitaptan bu çıkmış gibi geldi bana...Bana sorarsanız asıl
Tren'le
Hayat arasında paralellikler var...
Tren'de de kuantum fiziği temeli var, kaos olgusu var. Yalnız
Hayat kitabında yazmadığım David Bohm'un holografik evren görüşünü de kattım, tasavvuf da var.
Peki neden tren? Bu türlü bir yolculuğa en uygun araç tren miydi?Bunu ben de bilmiyorum.
Tren bana göre gerçek anlamda seyahati çağrıştırıyor. Çünkü benim çocukluğumda ve gençliğimde otobüs kültürü yoktu. Karayolları sonradan yapıldı. 5.5 yıl sonra Amerika'dan döndüğümde birdenbire karayolları ağının kurulmuş olduğunu ve herkesin otobüslerden bahsettiğini, otobüslere binip bir yerden bir yerlere gitmekte olduğunu görüp şaşırmıştım.
Buradaki trenin lokomotifi yok, karakterler kendi yolculuklarının lokomotifidirler gibi mi algılayalım bunu?Tam da öyle değil galiba. Tek tanrılı dinlerin lokomotifleri var desem cevap olur mu?
Olur..Hinduların üç milyon tanrısı var ve üç milyondan fazla hikâyeleri var. Seç seç al...
Hikâye deyince... Bu yolculuğa hikâye yaratmak için mi çıkıyorlar... Dersaadet'te Dans'ın başında vardı tragedyanın tragedyası diye. Bu psikiyatride de çok önemli. Üretilmiş sorunla gerçek sorunlar. Bir psikiyatristin bu ayrımı yapmakta çok dikkatli olması gerekiyor. Çünkü trajedi hayatın bir parçası ama üretilmiş trajedinin hayatla ilgisi yok tam tersine hayattan saklanmak için kullanılan bir uyuşturucu maddesi gibi bir şey.
Peki kitaptaki karakterlerin uyuşturucu maddesi var mı, yok mu?Olamıyor...
Kendilerine bir hikâye bulmak için mi, yoksa hikâyeleri var da onlarla hesaplaşmak için mi o yolculuğu seçiyorlar?Aslında, farkındaysanız bazılarında hesaplaşmalar var, kaçışlar var. Ama bambaşka bir doğrultuda gidiyorlar sonradan. Kendileri yeni bir hikâye oluyorlar trenle birlikte...
Karakterlerin adı ilgimi çekti özellikle niye bu isimler...Niye bu isimleri seçtiğimi ben de bilmiyorum. Adı-Lazım Değil'in adında zorlandım, on kere değiştirdim adını...
Nevada? O ismi sevdim. Ricky Martin İstanbul'a gelişlerinden birinde annesiyle gelmişti. Annesinin adı da Nevada Morales'miş. Ne güzel isim dedim, o geldi aklıma.
Doremifasollasi , Kedi-Bobo, Komparsita, Zizi-King?Zizi-King Suriye tarihinden bir karakter...
Yeri gelmişken, bu karakterlerden yola çıkarak gerçek hayata gönderme yapmalı mıyız?Hayır... Suriye tarihinde Zizi-King diye bir kral söz konusu. Kedi-Bobo ise Ayazpaşa'da otururken oradaki komşumun kedisinin adı Bobo'ydu. Benimle dost bir kediydi. Ama niye o seçildi onu bilmiyorum.
Müslüm Gürses bile var bu romanda. Neriman Köksal da var mesela, sever miydiniz?Ben değil, ama Zizi-King gibi bir insanın idolü olabilir. Ama Cahide Sonku benim de etkilendiğim biri.
Şu holografik evren takıldı aklıma, biraz açalım mı bunu?David Bohm'un görüşüne göre evrenimiz saklı bir evrenin hologramı. Hinduların yaşam bir yanılsamadır görüşüne de uyuyor. Bana göre ise yaşam hem bir yanılsama hem bir gerçekliktir.
Kitapta petrol ve ABD var, kitabın yazılışı yazın patlak veren Irak savaşına denk geldi mi?Çok doğrudan bir ilgisi yok... Evvela yazdım, sonra o savaş çıktı..
Hep bir anlatıcıdan bahsediyorlar...Evet, o benim..
Ama görünürde bir anlatıcı yok, hepsi kendi dillerinden anlatıyorlar yaşanılanları, ancak anlatıcıyla da bir ilişki kuruyorlar mutlaka... Bir kişi benimle tanışıyor ama: Kader, eczaneye götürüyorum onu. Komparsita'yı da uzaktan, bir dans yarışmasında görüyorum.
Peki, bu karakterlerin farklı zamanlardan gelmelerine ne diyeceksiniz?Zaman yok. Bunları amaçlayarak yazmıyorum, bunlar bende zaten olan şeyler çıkıveriyorlar.
"Dünyaya verilmeye çalışılan düzenle evrenin düzeni aynı değil" deniyor bir yerde...Dünyanın düzeni evrenin düzenine ters gidiyor.
Nasıl? Sanıyorum o kitapta çok açık. İsterseniz çizgisel zamanla döngüsel zaman arasındaki fark olarak açıklayalım. Çizgisel zaman Batı'nın yaratısı olan bir şey. Doğu'da çizgisel zaman yok.
Bu yüzden mi saatin yönü artık değişmeye başladı, insanlık insanın taşıyamayacağı bir yük haline geldi deniliyor.... Buradaki karakterler de birazcık da bundan mı kaçıyorlar?Bilmeksizin, evet. Çağdaş fizik okuduğunuz zaman, teknoloji vs. gibi şeylerin Newton fiziği sayesinde olduğunu görürsünüz. Ancak bu sanki hayatın bütünü için geçerliymiş gibi alınmış yüzyıllarca özellikle Batı tarafından, bunun başlangıcı ta Antik Yunan'a kadar gidiyor. Ve Batı bu noktaya ancak fizik aracılığıyla gelmiş, gelmiş de henüz özümsenmiş değil. Oysa Doğu'da bu zaten öteden beri böyleymiş. Onlar öbür tarzdaki fizikten zaten etkilenmemişler çok fazla.
"Nereye gidersek gidelim aynı vagondayız. Biz nereye gidersek tren oraya gelip bizimle buluşuyor" deniliyor kitapta. Karakterlerin bir orada bir burada olmalarının açıklaması budur diyebilir miyiz?İçinde yaşadığımız paralel evrenler birbirinden kopuk değil yani. Kitabın sonuna doğru Chateaubriand'ın söylediği bir laf var: "İnsanın bir tek ve hep aynı olan bir yaşamı yoktur. Art arda eklenen birçok yaşamı vardır ve çektiği acıların nedeni budur." Bana göre art arda değil, birlikte yaşamlar vardır.
Çektiği acıların nedeni niye budur sizce?Ruhun zenginliği acıyı da içerir. Hepimizin kaçınmaya çalıştığı şey bu. O zaman da fakirleşiyoruz, gönül fakiri oluyoruz.
Kendi raylarını yapa yapa gidiyor bir de bu tren. Arkasında hiçbir ray bırakmadan...Yıllar önce Ankara'dayım. Hollanda'da bir treni tutsak almışlar. TRT'de bu haber veriliyor. Ardından da uçaklar için kullanılan klişe kullanılıyor: "Tedhişçilerin treni hangi yöne kaçıracakları bilinmiyor." Ray nereye giderse tren oraya gider. Nasıl bilinmeyen bir yere gider ki tren? Bu anlaşılan beni düşündürmüş. Trenin özgür olmadığı beni düşündürmüş.
Siz de o yüzden özgür bir tren kurgulamışsınız...Akan bir tren. Sarmal bir yol izliyor ve başı ve sonu yok.
Evrende yalnızca doğum ve yaşam vardır diyorsunuz, başı sonu yokla alakalı bir şey.Hayat kitabında Dalai Lama'nın anlattığı Tibetli rahiple ilgili bir hikâye vardır. Tibetli rahibin çırağı o sorar: Yaşamın karşıtı ölümdür, değil mi diye. Hayır der rahip doğumdur. Başlar ve biter düşüncesi Batı'nın düşüncesi. Batı'nın bir ölümsüzlük tutkusu var. Bu bana göre yaşamazlığın göstergesi. Oysa Orta Asya'daki Türk kavimlerinde biri öldüğü zaman gömerler, ondan sonra da atla üzerinde gidip gelirlermiş, yeri belli olmasın diye.
Bu kitapla ilgili sormak isteyip soramadığım, kafamda varolduklarını bildiğim ama şekillendiremediğim daha birçok soru var gibi geliyor bana...Ben de onlara cevap veremezdim zaten. İnsanlar ucu açık süreçlere tahammül edemiyorlar. Bu soramadığınız soruların ya da şekillendiremediğiniz soruların bir biçimde umarım jetonları düşer, bilinen şekillerde.
O zaman sorabilir miyim size, yoksa kendimde mi kalsın?O zaman zaten cevaplarıyla birlikte gelecek.