| | Engin Geçtan: "Engin Geçtan'la 'Hayat' Üzerine Bir Röportaj" Ayşe Arman, Hürriyet Pazar, 30 Mart 2003 Siz bu kitabı bize neyi göstermek için yazdınız?"İleri yaştaki bir adamın dünya görüşünü insanlarla paylaşmak isteğinden başka bir şey değil benimki. Psikiyatri profesörü olmasaydınız da yazabilir miydiniz?Başka bir mesleğ icra eden ikinci bir Engin Geçtan yok ki, kontrol grubu olarak kıyaslayayım. Düşünün ki, 45 yıl boyunca pek çok insanın hayatını paylaştım. Onlar sürekli benim hayatıma bir şey kattılar ve beni zenginleştirdiler... İyi de pek çok psikiyatr var, neden siz bunları damıtabildiniz?Hepimiz yapıyoruz. Kendiliğinden oluşan bir şey. İnsanın yaşı ilerledikçe daha belirgin hale geliyor. Süzme süreciniz için daha çok zamanınız olmuş oluyor. Siz bizi eğitmek mi istiyorsunuz, bize birtakım yanlışlarımızı mı gösteriyorsunuz?Hayır kesinlikle öyle değil. Ama siz bizden daha iyi görebiliyorsunuz?Böyle bir kıyaslama doğru değil. Benim göremediğim şeyleri de siz görüyorsunuz. Hepimizin daha iyi görebildiği ve göremediği şeyler var. Ama ben o Hayat kitabında kendi yanlışlarımı görüyorum. Siz bana ayna tutuyorsunuz.Bu soruya şöyle cevap vereyim: Kitap taslak halindeydi. Yayıncım okudu ve dedi ki: "Bu kitap biraz fazla utangaç değil mi?" Grafiker arkadaşımız ise "fazla mütevazı" bulmuş. Hoşuma gitti. Antik Yunan tiyatrosunda bir kural vardır: Katarsis, seyirciye aittir. Yıllar önce, tiyatronun politize olduğu dönemde Ankara'daydım. Politik mesajlı bir oyun oynanıyordu. Oyunun sonunda oyuncular sahneye çıkıp "Bağımsız Türkiye!" diye bağırdılar ve ben çok rahatsız oldum. Çünkü onlar bağırdılar. Oysa beni bağırtmalıydılar. Bu kitap da farkındaysanız, okuyucuyu bir yere kadar getirip bırakıyor. Ötesi onlara ait... Bir psikiyatrın hayatı algılaması diğer insanlardan, diğer mesleklerden farklı mı?Ben başkaları adına konuşamam. Tarafım! Ama bir marangoz olsaydınız bu kadar çok insan öyküsü dinliyor olmayacaktınız!Ben dinlemiyorum ki. Paylaşıyorum. Bazen "Nasıl dinliyorsunuz o kadar insanı?" derler. Valla benim odam, hiç öyle "dinlenilen" bir yer değil. Her türlü şeyin yaşanabildiği, gayet dinamik bir yer. Ne zaman neyin konuşulacağı ve neyin olacağı hiç belli olmaz. Yani dinlemek sözcüğü benim yaşadığım psikiyatriye uymuyor. Edilgen bir konum... "Depresyon", çağın özellikleriyle birlikte şekil mi değiştirdi? Önce maskesizdi de sonra mı maskeli oldu? Yani yaşadığımız dönemle mi ilgili?Bence öyle. Maskeli depresyonun giderek arttığına inanıyorum. Farkında olmadan da maskeli depresyon yaşıyor olabilir miyiz?Elbette. İyi de farkına varmadığımız bir şeyin içinden nasıl çıkacağız?Fark edemiyorsak, zaten bizim için içinden çıkılması gereken bir durum da yok! Belirtileri var mıdır bunun?Saymakla bitmez! İşler yolundaymış gibi yaşayanlar. Yani mış gibi yapanlar. Evinde yalnız kalamayanlar, sürekli çalışanlar, durmaksızın koşturanlar, uyuşturucusu "hız" olanlar. İçimizdeki boşluk sözünü ettiğim. Bir şeylerle sürekli doldurmaya çalışıyoruz. Victor Frankl bu olguyu "nojenik nevroz" olarak adlandırmıştı. Varoluş ve Psikiyatri adlı kitabımda ben ancak üç sayfada anlatabildim.Sonra bir gün Balık Pazarı'na alışverişe gittiğimde bir duvar yazısı gördüm. Yazdıklarımı bir cümlede bu kadar iyi anlatacak başka bir laf yoktu, şaşırdım. Şöyle yazıyordu: "Hayat boştur, ama içine sıçınca dolar!" Kitabınızda şöyle bir diyalog var: Biri size "Beni anlayabilmen zor" diyor, "Sen kolay bir hayat yaşadın." Siz de "Haklısın. Ama benim senin gibi bir tarihim olmayacak!" diyorsunuz. İnişli çıkışlı bir hayatım olmadı diye üzülüyor musunuz?Söz konusu kişi benden büyük biri. Farklı bir kuşak. Onlar bir imparatorluğun çöküşüne, savaşlara tanık oldular. Görkemler, düşüşler, yeniden belirişler yaşadılar. Bir geçiş dönemi yani. Hiç kuşku yok ki, benim yaşadığım hayata göre çok daha renkli. Peki bizim kuşak ne yapsın? Bırakın sizden bir önceki kuşağı, sizinkine göre bile çok kolay bir hayatımız oldu...Kolay ve kendiliğinden akan bir hayatla, ucuza çıkarılmaya çalışılan hayatlar arasında fark var. Buna dikkat etmek gerekiyor. Çünkü o zaman insan çok ağır bedeller ödeyebiliyor. İnsanın kendine yeni bir hayat ısmarlaması neden mümkün değil? Bir dolu şarkı var bize ümit veren, sanki bu olabilirmiş hissini geçiren...Hayat kitabını yazarken bir tanesini ben de duydum. Yanılmıyorsam Sertab Erener'in. "Yeni bir ben"den söz ediyor. Ben kendimi kabul etmiyorsam, "yeni bir ben" ısmarlamak durumundayım, değil mi? Kendi tarihini kabul edememiş insanlar ve toplumlar var. Türkiye de onlardan biri. Böyle bir kopukluğumuz var... Peki "aynı ben"le yeni bir hayat ısmarlamak?Tanıdınız mı bunu başarabilen birini, ben tanımadım da! Hayatı projeler olarak yaşayan insanlar var. Tabii ki planlar, projeler yapacağız. Ama biz o giden yolu denetleyemeyebiliriz, sapabilir bir yerde. Kendini de proje olarak yaşayanlar var... Bana da soruyorlar bunu, sen bir proje misin diyorlar. Ben de bir proje olamayacak kadar abuk sabuk şeyler yapıp her şeyi mlahvedebilme yeteneğine sahip olduğumu söylüyorum.İsabet ediyorsunuz! İnsanın an be an kendi içinden gelen sese uyabilmesi önemli. Ben sizden ayrıldıktan sonra kim olacağımı, ne yaşayacağımı bilmiyorum. Projelerde geleceği ipotekleme eğilimi var. Yani geleceği denetim altına almak adına şimdiki zamanın içine etmek!
Bazen dışarıdaki ses o kadar fazla oluyor ki, o gürültüde insan kendi iç sesini duyamaz hale geliyor...
Dalay Lama diyor ki, günde bir süre yalnız kalın. Ama öyle bir durumdayız ki, bir kesimin yaşayış şekli şu: "Annem nerede?" Bebeklikten çocukluğa geçildiği dönemde, çocuk, ilk bağımsız denemelerini yaparken, bir taraftan da annesinden uzakta olmasına rağmen onun evin neresinde olduğunu sürekli denetler. Şimdi bu durumu hatırlatırcasına cep telefonu devreye giriyor. "Yerinde mi telefonları" diyorum ben ona. "Security check" yani. Sevgilisinin, eşinin dostunun nerede olduğunu bilmek istiyor. Kendini öyle güvende hissediyor. İyi ama ben sürekli sizin nerede olduğunuzu biliyorsam, siz de benim nerede olduğumu biliyorsanız, hababam telefonda anlamsız konuşmalar yapıyorsak, bir araya geldiğimizde birbirimize anlatacak hikâyemiz olmuyor! Bunda aynı zamanda insanların o anda kendileriyle ne yapacaklarını bilememelerinin de payı olabilir. Bir hikâyesizliktir gidiyor. Bazen bana "Siz dünyayı nasıl böyle olduğu gibi kabul edebiliyorsunuz?" diyorlar. "Cepten yiyorum" diyorum. Kendi kuşağıma bakınca şunu görüyorum: Bizim hayatlarımız kendiliğinden akmış gibi. Telaşsız bir biçimde. Halbuki şimdi bazı genç insanlarınki ya akmıyor ya da dişli çark gibi duruyor. Bir dinozor olduğum için de böyle görüyor olabilirim tabii! Ama hayatı kendimize ısmarlamak için debelenmediğimizde hayat bize gelir...
Aşk da öyle midir? Çağırmayınca mı gelir?
Zaten çağırsanız ya kimse gelmez ya da yanlış kişi gelir! Okuyabileceğiniz diğer Engin Geçtan söyleşileri ▪ "Bana sorarsanız Türkiye harika bir çılgın" | Filiz Aygündüz, Milliyet, 24 Şubat 2008 | ▪ "Esas hayat alanımızı daraltırsak… Kaybederiz! - Engin Geçtan" | Ayşe Arman, Hürriyet Gazetesi, 20 Mart 2016 | ▪ "Ülke olarak çok ilerledik ama toplum olarak çocukluk devrine geriledik. - Engin Geçtan" | Yenal Bilgici, Hürriyet, 24 Şubat 2018 | ▪ "Onun da Sorunu ‘Zaman’la" | Kürşad Oğuz, Aktüel, Sayı 318, 1997 | ▪ "Kaosun Kıyısındaki Çılgın Dansa Katılmanın Keyfi" | Mustafa Arslantunalı, Orhan Koçak, Virgül, Sayı 27, Şubat 2000 | ▪ "Sistem Benim İçin Deliyi İdare Etmek" | Filiz Aygündüz, Milliyet Kültür & Sanat Eki, 20 Haziran 2002 | ▪ "Tren nereye giderse..." | Ümran Kartal, Radikal Kitap Eki, 6 Şubat 2004 | ▪ "Uyuklayan Türkiye yerine çılgın Türkiye’yi tercih ederim" | Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar, 21 Şubat 2010 |
|