Naime Narin, “İç dünya hikâyecisi”, Virgül, Mayıs 2007
Ursula K. Le Guin, eleştirmenlerce bilimkurgu-fantezi yazın türü içinde değerlendirilen bir yazar. Sadece eserlerdeki “görünür konu” ve birtakım fantastik kurgu ve figürlerin kullanılmasına bakılarak yapılan bu “tür” ayırımının sıkıntısı, türe ilişkin olumsuz genel önyargının tür içinde değerlendirilen tüm yazarları kapsar hale gelmesi. Her ne kadar Le Guin de kendini bu tür içinde tanımlıyorsa da, onun için söylenebilecek ilk ve öncelikli şey, onun bir hikâye ve romancı olduğu, bunun da ötesinde “iyi” bir bilimkurgu-fantezi hikâye ve roman yazarı olduğudur. Yine de Le Guin üzerine yazmak, hem türe hem de Le Guin’in eserlerine karşı ilgisizliğe sebep olan olumsuz önyargılardan söz etmeyi gerektiriyor...
Bu yargılar, özellikle, bu türün bir “kaçış” edebiyatı, basit, çocuklar ya da gençler için yazılan bir tür olduğu, pazar ürünü olup, “ciddi edebiyat” dediğimiz alanın dışında değerlendirilmesi gerektiği konularında yoğunlaşıyor... Elbette her okur her türden hoşlanmak zorunda değildir ve sevdiği yazarlar arasına Le Guin girmeyebilir. Ne var ki durum, bir seçimden çok, önyargı eseri oluyor genellikle.
Bir Le Guin –ve türün az sayıdaki iyi roman ve hikâyecilerini– sever olarak benim de çok rahatlıkla dahil edilebileceğim bu “ciddi” okur kitlesinin temel olumsuz önyargısı, türün kendisi ile ilgili. Tür, genellikle birtakım güzel hayallerin ya da buluşların süslenmiş ve şişirilmiş, edebi değer taşımayan yazılı ifadeleri olarak algılanıyor. Bu ve benzeri önyargı ve inançlar, hem türden hem yazarlarından gerekli ve yeterli ilgiyi esirgeyen bir tutuma dönüşüp, türe iyi örnekler kazandırmayı teşvik edecek eleştirilerin önünü kesiyor.
Le Guin, “bilimkurgu ve fantezi” olarak nitelendirilen türde eserler veren bir yazar. Le Guin ve onun gibi az sayıdaki yazar, türün çok sayıdaki kötü örneklerinden farklıdırlar. Bunun en önemli nedeni, elbette ki, bu yazarların her şeyden önce iyi edebiyatçılar olmalarıdır.
Ateşin etrafında ya da soba başında, çıtırtılar eşliğinde, ya da yaz günü yıldızların altında, içimizi ürperten, bazen korkutan, hayal gücümüzü harekete geçiren hikâyeler anlatan ninelerimizin ya da annelerimizin sesi hâlâ çoğumuzun kulağındadır. Bu hikâyeler, nereden ve nasıl bildiklerini kestiremediğimiz, kimi anlatıcıları tarafından kurgulanan, kimi geçmişin deneyimlerinin bilgeliğinden gelen, onlara da başka anlatıcıların anlattığı, çoğu mitsel ve arketipsel nitelikler taşıyan hikâyelerdir. Bazen tüm nedensellik ilişkilerinden uzak görünen, ama aslında satır aralarında saklı bir nedenselliğe sahip olan, aynı zamanda akıl ve mantık çerçevesinde kavranamayacak olanı ima eden, ama sezgisel iç dünyamızın yoğun bilinçli zihni çaba olmadan bu ima edileni anlayan, alması gerekeni aldığı hikâyelerdir. Bir bakış açısının çok rahatlıkla ilkel olarak tanımlayacağı, benimse “ilksel” demeyi tercih edeceğim bir dünyanın, gerçekte hiç de ilkel olmayan, tam tersine oldukça komplike olduğunu düşündüğüm “iç dünya” hikâyeleridir bunlar.
Bu kadim hikâye anlatıcıları geleneği kent kültürü dışındaki dar alanlarda farklılaşmış da olsa, her bir alanın kendi yeni hikâyeleriyle süren bir gelenek aynı zamanda. Bu geleneğin, otantikliğini hâlâ koruyan bu dar alanlar dışında da “modern” biçimlere bürünerek bilimkurgu-fantezi anlatılar tarzında sürmekte olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bir şekilde zamanın ötesine geçen bu kadim anlatıcılar –ki bana göre tüm iyi edebiyatçılar onların soyundan geliyor– insanlığın kolektif bilinçdışının değişmez, yeri doldurulamaz görünen arketiplerinden olsa gerek, her çağ ve her alan kendi anlatıcılarını yaratmış, yaratıyor. Le Guin, bu çağın gençlerine ve bazı yetişkinlerine, ihtiyaç duydukları hikâyeleri anlatan o kadim hikâye anlatıcıları geleneğinden.
Le Guin tür hakkında –belki kendi yazdıklarının açıklayıcısı ya da eleştirmeni de olmak zorunda kaldığından– yazdığı bir yazısında, türün bilim ve teknoloji tarafından derinden derine şekillendirilmiş ve değiştirilmiş olan dünyayı kavramak için mit yapıcı özelliğini kullandığını, özgünlüğünün ise bu özelliği yeni malzeme üzerinde kullanmasında olduğunu ifade ediyor. Le Guin’i kadim hikâye anlatıcılarıyla aynı soya ait kılan, her iyi edebiyatçının yaptığı gibi, yazdıklarının dünyayı ve insanı kavramaya adanmış olması.
Genellikle çocuklara özgü diye düşündüğümüz, basit, masalsı ya da ilkel olarak algıladığımız hikâye etme türünün dili aslında sözcüklerle yarattığımız gündelik dilden farklı: insan iç dünyasının dili bu. Bir başka ifadeyle, Jung’un kolektif bilinçdışı olarak tanımladığı alanın simgesel dili. Aklı başında herkesin yakındığı reklam ve pazarlama tekniklerinin, manipülasyon hareketlerinin bütünüyle bu bilinçdışına müdahaleyi amaçlayan çalışmalar olduğu bilinen bir durum. Bilmediğimiz ya da üzerine düşünmeye layık bulmadığımız ise, bilimkurgu-fantezi dilinin, bilinçdışının simgesel ve mitsel diline ne kadar benzediği ve aynı zamanda yeni mitler oluşturacak denli güçlü olduğu ya da olabileceği. Le Guin, aynı yazısında, mitsel öğeler taşıyan her hikâyenin gerçek mitler yaratmadığını belirterek, bilimkurgu-fantezi türünün çokça ürettiği, entelektüel ya da estetik değeri olmayan simgelerin, figürlerin, kolektif zihnimize kolayca yerleştiğini de vurguluyor. Deli bilginler, iyi kalpli diktatörler, Süpermen vs figürlerin, ne kadar sefil de olsalar, bir şekilde gerçek mitin köklerinden beslendikleri için son derece güçlü ve canlı olduklarını, bunun da ötesinde, alt-mit diye tanımladığı bu figürlerin faşizm gibi hareketleri motive edebiliyor olduklarını ekliyor.
Bizim türe ilişkin ilgisiz veya küçümseyici bakışımızın en sorunlu sonucu da bununla ilgilidir; türün iyi ya da kötü örneklerinin neler yaratabileceğiyle. Özellikle genç bir okur kitlesini sahip olan bu tür, Batı’dan biraz daha geç olmakla birlikte, son yıllarda bizde de hızla yaygınlaştı, türün yerli örnekleri ortaya çıktı ve çıkmayı sürdürüyor. İster beğenelim ister beğenmeyelim, bir kuşak, Matrix’ten varoluş paradigmaları üretirken, Harry Potter’dan başka bir şeyi zihinlerine kazıyıp büyüyor. Metal Fırtına ve benzeri kitaplarla, halihazırda yaşayan insanlar ve ülkelere karşı korku ve hamaset duygularıyla dolup şeytanlar ve melekler üretiyor, atom bombaları atıp savaşlar kazanıyor. Üstelik bunu ülkenin ve dünyanın sorunlu farklılık alanlarını daha da ötekileştirerek yapıyorlar. Bu kitaplar yüz binlerle ifade edilen rakamlarda basılıp bir o kadar da okunuyorlar. Gerçeklik ile fantezinin iç içe geçirilip böyle harmanlandığı, tehlikeli biçimde faşizan kitle bilincini toplumsal bilinçdışına taşıyan bu metinler, bu konu üzerine ciddi biçimde düşünmemiz için fazlasıyla yeterli.
Jung bilincin ve bilinçdışının dillerinin birbirinden ayrı olduğunu söyler. İkincisi, özel alanlar –sanatsal yaratıcılık, kutsal metinler– dışında, genellikle kitle bilinci içinde yaygın kullanılan bir dil değildir. Bu dilin, kitle bilincinde gündelik dil haline geldiği zamanlar, tarihin faşizan zamanları olmuştur hep. Nitekim bizi giderek daha da tedirgin eden gelişmeler, gündelik hayat ve politik dilimizin farkında olduğumuzun ötesinde anlamlar taşıyan simge kalıpları haline dönüşmesi, bilinçaltının simgesel dilinin kitle bilincine içkinleşmesiyle, kitle bilincinin faşizan söylemlerine aracı kılınmasıyla beraber yürüyor.
Bu durum, bilinçdışının simgesel dilinin etkisinin farkında olan ve bunun sorumluluğunu taşıyan yazarlar için, bu türde eserler vermenin sanıldığı gibi kolay olmadığını ve hatta daha da zor olabileceğini de gösteriyor. Eğer mitlerin dilinin dünyasına giriyorsanız, çok dikkatli olmalısınız, orası görünen sözcüklerin yarattığı dünyadan daha karanlık bir alandır.
Le Guin görünürde olmayan gerçeklikler ve dünyalar yaratır. Ama aslında, tam da burada, bu dünyada yaşadıklarımızdan, yaşama ihtimalimiz olan şeylerden söz eder. İnsanlık hallerimizden. Yeni dünyalarda keşfe çıkmış görünse de, aslında çıktığı ve bizi de beraberinde götürdüğü keşif yolculuğu iç dünyalarımızadır. Dışarıda yarattığı farklı dünyalar, içimizin yeni yollarına bakmamıza, o yeni yollardaki olasılıklara, o olasılıkların deneyim hallerine bakmamızı sağladığı gibi, nasıl olur, olur mu, neden olsun, sorularını da sordurtur bize. Kolektif bilinçdışının aklıselim, bir anlamda varoluşu olduğu gibi kucaklayan hikâye anlatıcısıdır o. İyiler ve kötüler önermez, sadece insana ve insanlık hallerine dair hikâyeler anlatır. Hissettiğimizi soğurmaz, sorduğu sorular ve deneyimlediğimiz hallerle baş başa bırakır bizi. Onlarla ne yapacağımız bize kalmıştır. Bilinçle bilinçdışı arasında köprü kurar, kendi gölgemizle karşılaşmamıza aracılık eder. Kurduğu köprü, bu iki alan arasındaki, karşılıklı birbirini etkileyen canlı, yaratıcı ve bir anlamda da sağaltıcı ilişkinin yeniden doğması ihtimalini yaratır. Ve bu yolla da benliğin daha bütünlüklü hale gelmesi ihtimalini.
Bizi iç dünya yolculuğuna çıkarttığında, alışılmış kalıplarımızın dışına da çıkartarak, “hadi bir de buradan bakın” der. Mesela, “Newton’un Uykusu” hikâyesinde (İçdeniz Balıkçısı) “dünya bir yıkım içinde (hangisi olduğunun ne önemi var, bizim bildiğimiz tek dünya var sonuçta), ve siz bir grup insan kurtuldunuz, ben hikâyeyi böyle kurguladım ama hikâye soruyor size, ne hissedersiniz,” der. Ya da, onun mesel dediği, “Her Şeyi Değiştiren Taş” hikâyesinde, bir tür yönetici kast olan obllar ile karşılaştığımızda, hikâye sorar bize, “ne hissettiniz, onların güce alışmış ve gücü kanıksamış kibirlerinin kör halini tanıdınız mı, dünya obllarla dolu değil mi?” Sonra tutup O ismini verdiği gezegene götürür bizi, orada yabancı ve karmaşık bulacağımız bir akraba ve evlilik ilişkileri ağı içine konumlandırır. Ya da Gethen’de, cinsiyetsiz ama belli zamanlarda geçici cinsiyet kazanan insanların arasına götürür bizi. Ancak iyi bir hikâyeci sizi tüm bu zorluklara rağmen hikâyenin içine çekip alabilir, o yolculuğa çıkmaya ikna edebilir. Seçmeyebilirsiniz elbette, ama bu yolculuğun size vaat edeceği çok şey vardır.
Le Guin’in hikâyeleri ne kolaydır ne de kaçışa izin verir; kaçmak isteyenlere kötü haber. Onun hikâyelerini okurken dış gerçeklikle aramıza giren mesafe, okuduğumuz iyi bir roman ya da hikâye ile aramızdaki kadardır en fazla. Ve hatta daha da az... Bildiğimiz dünyanın hikâyelerinde, hikâyenin akışına kapılıp gitmemiz ve dolayısıyla kaçmamız daha kolay ve mümkündür. Onun hikâyelerinde ise buna fırsatımız olmaz. Her şeyden önce, kendi deyimiyle, onun keşfettiği dünyaları biz de keşfetmek ve en azından o hikâye için gerekli olanı anlamak zorundayızdır. Hikâyenin içine başta çok rahat gireriz –bu da onun iyi hikâyeciliğinin bir başka göstergesidir– ama bir solukta okuyup bitirsek bile –ki genellikle öyle olmaz– geri döner ve yeniden okuruz kimi yerlerini. Bu sefer karşımıza çıkan daha başka, daha çoğullaşmış, zenginleşmiş, daha anlaşılmış, hadi onun deyimiyle söyleyeyim, daha keşfedilmiş bir hikâyedir. Kurguladığı dünyalar, bizim bildiğimiz, alıştığımız toplumsal sistemler olmadığı için, farkında olmadan içselleştirdiğimiz, gözümüzü kırpmak kadar otomatikleşmiş düşünme ve algılama biçimlerimizi tersyüz eder.
Ursula K. Le Guin’in hikâyelerini okumanın sürekli bir meydan okuma olmasının bir başka nedeni de, onun hikâyelerinin çoğunlukla “karşılaşma” hikâyeleri olmasıdır; farklıların, benzer olmayanların, bir anlamda ötekilerin karşılaşma hikâyeleri. Bu hikâyelerde, kahramanların kendilerine benzemeyenlerle karşılaşmalarının yanı sıra, okur da içine girdiği dünyalarda bilmediği ortam ve durumlar aracılığıyla kendiyle karşılaşır. Bu nedenle de bu hikâyeler, buradaki varoluşumuza ilişkin sorular soran, farkındalıklar yaratan, daha ötesinde bireysel olarak dış gerçeklik olarak adlandırdığımız ve inandığımız şeylerle biz diye kurguladığımız şeyi yıkan, hiç değilse o karşılaşmayı göze aldığımızda yıkmaya aday hikâyelerdir. Dışarıdan baktığımızda, dış dünyalara, farklı kurgusal mekânlara yaptığımız bir yolculuk gibi görünüyorlarsa da, gerçekte iç dünyamızın gölgelerine, kabul edemeyip yok saydığımız ötekilik hallerine bir yolculuktur bu. Bu yolculuk aynı zamanda, burada ve şimdi, dışımızdaki ötekine bakma, onu anlama kapısını da açar içimizde... Kurgu gibi görünen bu dünyalar ve oralardaki yolculuğumuz, en az şimdi ve buradaki yaşamımız kadar gerçektir. O yüzden de üç beş eğlenceli hikâye dışında hissettiğimiz, sürekli bir meydan okumadır.
Tüm bu meydan okumaların arasında, dönüp şimdi ve buradaki dış gerçekliğimize baktığımızda, gezegen çapında “öteki” olarak algıladığımız hallerin, aslında nasıl da öyle olmadığını gösterir bize bir yanıyla da. O dünyalardan baktığımızda biz, tek tip dünyanın tek tip varlıkları olarak görünürüz. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna birtakım küçük farklılıklar taşısak da, ne fiziksel bedenlerimiz, ne toplumsal yapılarımız, ne iktisadi ilişkilerimiz, ne dinlerimiz, ne inançlarımız, ne doğru ve yanlışlarımız, ne akrabalık, cinsellik ve cemaat ilişkilerimiz, ne hislerimiz özünde büyük bir farklılık taşır...
Peki ama, kadim hikâye anlatıcısı bu dönemde neden bize bu kadar meydan okuyan, kurguladığımız ve artık biz sandığımız paradigmalarımızı yıkmaya aday hikâyeler anlatıyor? Öyle zannediyorum ki, tüm iyi edebiyatçılar gibi, o da zaman dışında bir gezgin olduğu için, şimdi ve burada, yeni bir yüzyılın başlangıcındaki kaosta bizim olasılıklarımızı görüyor. Ve onun gördüğü, bu yeni çağın, eğer biz insan varlıkları gezegeni ve kendimizi yok etmeden bir arada yaşamayı becerebilirsek, şimdiki tahayyülümüzün çok ötesinde bir çağ olacağı. Bunun böyle olacağının nüveleri ufkumuzda çoktan göründü; küçülen dünyamız, DNA kodlarının çözülmesi, kök hücre çalışmaları, hayvan ve insan kopyalanması, hibrit varlıkların yaratılma ihtimali, belki de çoktan yaratıldıkları, başka dünyalarda hayat, iklime müdahale edilmesi ve biz sıradan okurların bilmediği daha birçok şey... Tüm bunlar sadece ufukta görünenler, ama bundan daha fazlasının olacağı açık. Bunların işaret ettiği –hadi bu sefer de zaman dışına geçen ben olayım– nicel bir değişimin ötesinde, bilinen dünya tarihimizde bugüne kadar görmediğimiz nitel bir değişimin gerçekleşmesi olasılığı. Eh, benim tahayyülümün sınırı da bu kadar.
Bilim ve teknolojideki bu “ilerleme”nin sonuçlarını tümüyle kestirebilmek mümkün görünmese de, aynı konuya dönüyoruz yine; insanın doğa karşısındaki zaferine... Tüm bu “ilerlemeler,” hızla tanrılaşmakta olan, insan değil yapı ve sistem seven, kendi yarattıklarının kölesi ve mağduru olan, gezegen üzerindeki diğer varlıklar bir yana, kendinden azıcık farklı hemcinsine bile tahammül edemeyen, varoluşa dair her şeye mülk sahibi zihniyetiyle yaklaşan, aynı zamanda kibriyle deliliğin sınırına çoktan dayanmış durumdaki insanın bununla ne yapacağı sorusunu gündeme getiriyor.
Giderek artan çatışma alanları, sürekli yaratılan ötekilik halleri, hızla yükselen tahammülsüzlüğün giderek şiddetlenen ayak sesleri bunu gösteriyor bir yanıyla da. Bugüne kadar dönüp bakmadıkları için devasa karartılar haline gelen kendi gölgelerinden dehşetle korkan, korku ve savunma mekanizmaları ile dışarıda kötüler icat eden, onlarla savaşırlarsa bu korkuyla, bu içsel yok olma hissiyle baş edeceklerini zannedenlerin ayak sesleri bunlar. Görünen o ki, yeni ve daha ötesinde başka bir dünya, kendi gölgeleriyle yüzleşemeyen, farklılığa tahammül edemeyen bu iç değişim/iç genişleme korkusu, farklılığı varoluşuna ciddi bir tehdit olarak algılayan bu tuhaf akıl tutulmasıyla baş etmek zorunda kalacak. Tam da burada, kadim hikâye anlatıcısının neden bizi kendi gölgelerimize baktırmaya aday karşılaşma hikâyeleri anlattığını anlamak zor olmasa gerek.
Le Guin’in yolculuğuna katılmak isterseniz, size şunu söylemeliyim: Kolay bir yolculuk olmayabilir bu, her kişisel hayat deneyimi gibi. Ama keşke karşılaşmalar sadece onun gibi yazarların hikâyelerinde yaşansa. Ne de olsa “iyi” hikâyeler bunlar; insan öldürmez, akıl tutulmasını –belki de ruh tutulması demeliyim– beslemez, bilinçdışının dilini, son raddeye varmış bir sorumsuzlukla, kitle bilincinin yarattığı korku ve savunma merkezli ideolojilerini beslemek için kullanmazlar. Türün iyi örnekleri gibi, en fazla paradigma yıkarlar, insanı ve dünyayı anlamaya çalışırlar, insanlık ailesi olarak evrendeki tekilliğimizi hatırlatırlar. Ve her şeyden önemlisi, istersek kendi gölgelerimizle yüzleşmemize kapı açarlar.
Ve bazılarımız için de, şimdi ve burada, gerçekliğimizin karşılaşmalarına dayanmamızı sağlarlar.