Ayhan Geçgin, "Bilmediğim dil: Le Guin'in Tao Te Ching'i", K24, 19 Temmuz 2018
1.
Aşağı yukarı milattan önce altıncı ile üçüncü yüzyıllar arasında hem Antik Yunan’da hem Antik Çin’de büyük düşüncelerin doğuşuna tanık oluyoruz. Bu olgu gerçekten şaşırtıcıdır. Dünyanın iki ucunda, geriye dönüp baktığımızda, her bakımdan çok farklı iki uygarlıkta nasıl oluyor da aynı tarihsel zamanlarda böylesi bir düşünce devrimi meydana gelmiş? Jacques Gernet, bir makalesinde, benzerlikleri sıralıyor: hem Çin’de hem Yunan’da aristokratik savaşçı toplulukları çözülür, aynı zamanda askerî teknikler hızlı biçimde değişir (Yunan’da soylu hippeis, at sırtındaki savaşçıdan yurttaşlar hoplitine, piyadelere; Çin’de ise soyluların savaş arabalarından köylü piyadelerine geçiş); bu dönüşümlere bağlı olarak dinin toplumdaki işleviyle yeri değişir, düşünceler deyim yerindeyse dünyevî bir özellik kazanmaya başlar. Ancak koşullardaki benzerliklere rağmen ortaya çıkan sonuçlar bambaşkadır. Bilindiği gibi, siyasî bakımdan Yunan’da özgür kent devletleri ortaya çıkar ve Yunanlılar, özgün bir siyasî biçimi, demokrasiyi icat eder. Çin’de ise tarihte yaygın biçimde gördüğümüz merkezî bir devlet biçimi gelişir. Tarihçilere göre, milattan önce beşinci yüzyıldan itibaren merkezileşme süreci hız kazanmış, M.Ö. 221’de ilk Çin İmparatorluğu kurulmuştur.
Fark, düşüncede de devasadır. Bir örnekle yetinirsek, Çinli düşünürlere göre eylem, ancak insanın ya da doğa güçlerinin eğilimlerine uygunluk içinde yapılırsa etkili olabilir. Gernet, özellikle milattan önce dördüncü ve üçüncü yüzyılda Çin düşüncesinin ana temalarından birinin bu olduğunu söylüyor. Vernant ise bize André G. Haudricourt’un hoş bir kıyaslamasını aktarıyor: Yunanlılar gibi çobanlardan ve denizcilerden oluşan bir halkın kavrayış tarzıyla Çinliler gibi “bahçıvan” halkların kavrayışı arasındaki fark. Çobanıl Yunanlılar için insan ilişkilerinin örneği temelde çobanın sürüyle ilişkisine benzer: güç uygulama, zorlama, müdahale etme, yönetme, kısaca doğrudan eylem vardır. Oysa bahçeci insanlar, insan ilişkileri için, “dolaylı ve olumsuz” bir eylemi örnek alırlar. Güç uygulamak ya da müdahale etmek yerine herhangi bir varlığın “doğal” ya da “kendiliğinden” gelişimini engelleyecek şeyleri ortadan kaldırmak yeterlidir. Tıpkı bahçıvanın bitkinin kendiliğinden serpilmesini sağlamaktan, gelişimine zarar verecek koşulları ortadan kaldırmaya çalışmaktan başka bir şey yapmaması gibi. Te Ching’de bu anlayış, paradoksal bir ifadede, wei wu wei ifadesinde dile getirilir. Ursula K. Le Guin bunu “do without doing,” ya da “do not-doing,” Türkçe çevirmenler de “yapmadan yapmak,” “yapmamayı yapmak” biçiminde çevirmiş.
2.
Kuşkusuz Le Guin gibi bir yazarın, dünyanın en eski, klasik metinlerinden birini çevirmesi başlı başına ilginç, merak uyandırıcı. Ama Le Guin, Çince bilmediğini söylediğinde durum çok daha ilginç bir hâle geliyor. Yine de burada özel türden bir bilmemenin söz konusu olduğunu belirtelim. Zira çevirinin gerisinde metinle bir hayat boyu ilgilenme, yeniden yeniden okuyup düşünme, belli başlı diğer çeviriler üzerine titiz bir çalışma, bir de Çin dili uzmanlarıyla tartışmalar var. Biz burada Le Guin’in çevirisinin bir incelemesini yapmayacağız, zaten yapamayız. Benzer biçimde Türkçe çevirisini de ele almayacağız. Burada odaklandığımız nokta çeviriler değil, çeviri hareketinin kendisi. Le Guin’in çalışmasını ilginç kılan şu soruyu soracağız: Bilmediğimiz bir dilden çeviri yapmak ne demektir? Bu sorunun anlamını kavramak içinse önce öteki türlü, alışılageldiği biçimde sormak gerekecek: Bir dilden çeviri yapmak ne demektir? Soru elbette çok geniş bir alanı kapsayan zor bir sorudur; burada bazı genel, olası yanıtları düşünmeye çalışacağız.
Bir yanıt şöyle verilebilir. Asıl metnin anlamını, çevirdiğim dilde vermeye çalışırım. Ama bu yanıt bizi Platoncu model-kopya anlayışından daha ileriye götürmez. Tıpkı kopyanın sadakatini modele benzerliği ile ölçtüğüm gibi, çeviriyi de asıl metne sadakatiyle ölçerim. Burada her durumda çeviri, tıpkı kopya gibi ikincil bir öneme sahip olur. Ayrıca birçok soru doğar. En başta, peki ama asıl anlam ne? Bu asıl anlamı nasıl biliyorum? (Anımsanacağı gibi Platon, modelin bilgisine nasıl sahibim sorusuna doğuştan sahip olduğumuz gibi bir yanıt veriyordu, dolayısıyla bilmek, anımsamak oluyordu.) Tao Te Ching’in aslı nedir? Birçok eski metin gibi bu metin de önce sözlü olarak aktarılmış, aktarılırken herhalde değişmiş, daha sonra -çeşitli versiyonlar hâlinde- yazıya geçirilmiş. Yine birçok klasik metin gibi farklı yorumların, farklı düşünce okullarının elinde değişik anlamlara kavuşmuş. Dahası, bir asıl anlam olduğunu varsaysak bile, bu asıl anlama ulaştığımızı nasıl söyleyeceğiz? Zira asıl metnin diliyle, çevirdiğimiz dilin uygunluğunu ölçecek üçüncü, tarafsız bir dilimiz yok. Öyleyse ilk yanıtımız bizi ya hep eksik, ikincil bir çeviriye, soluk bir kopyaya mahkûm ediyor ya da çevirinin aslında olanaksız olduğunu söylemeye zorluyor.
3.
Bir başka yanıt, en az Platon’un yanıtı kadar esaslı bir yanıt, Nietzscheci bir yanıt olabilir. Burada, model ya da asıl düşüncesini tamamen iptal ederim. Geriye ne kalır? Yalnızca kopyalar ya da görünüşler kalır, maskenin altında başka bir maske, onun altında bir başka maske, sonra bir başka maske daha. Başka bir deyişle, var olan tek gerçek edim, çeviri ya da yorumlamadır. Aslında her metin bir çeviri metindir, anlamı, sanki kat kat, birçok metin üst üste gelmiş gibi tüm o yorumlama ve çeviri faaliyetinin toplamından oluşur. Ama hiçbir çeviri ya da yorum, tarafsız, nesnel değildir; her metin, farklı güçlerin, farklı bakış açılarının, değerlerle anlayışların egemenlik kurmaya, birbirlerine üstün gelmeye çalıştığı bir savaş alanı gibidir. Bir metnin anlamını, üzerinde çarpışan bu güçlerin, üstünlüklerinin ve yenilgilerinin tarihi kurar. Bu anlamsa her zaman kısmî, parçalı ve tamamlanmamıştır, farklı bir bakış açısı doğduğunda yeniden değişir.
Burada “çevirmek,” belki de “döndürmek, değiştirmek” gibi sözcüğün düz anlamına yaklaşır. Bu açıdan Türkçe çevirmek ya da çeviri sözcüğünün başarılı bir öneri olduğunu söyleyebiliriz. İngilizcedeki translation ya da Almanca übersetzen sözcüklerinin kökeninde “öteki tarafa taşımak, götürmek” gibi anlamlar var. (Arapçadan gelen tercüme sözcüğü ise kökeni açısından başka bir yönü işaret ediyor gibi.) Oysa çeviri yaparken taşımıyoruz, bir anlamı oradan alıp buraya getirmiyoruz. Aksine çeviriyor, döndürüyor, değiştiriyoruz. Antik Çin’de çevirmen, bir yazarın aktardığına göre, imparatorluğun hangi sınır bölgesinde görevliyse ona göre değişik sözcüklerle adlandırılırmış: “Batı bölgesinde görevli olanlara ji denir (emanet edilmiş, aktarıcı); Güneydekilere, xiang (tasvirci); Batıda Didi (Di kabilelerini bilenler) ve Kuzeydekilere de yí (çevirici, değiştirici).”
Öyleyse bu yaklaşımda, her çeviri, yeni bir bakış açısının ortaya çıkması anlamına gelecektir. Ya da tersinden söylemek daha doğru olacak: Ancak yeni bir bakış açısı yaratılmışsa elimizde yeni bir çeviri, bir yorum var demektir. Bu durumda bir çevirinin değerlendirilmesi şöyle olacaktır. Ya elimizde yeni bir şey vardır ya da bir klişe. Ya bir yaratım ya da bir basmakalıp.
4.
Önceki iki yaklaşımla yer yer kesişen başka bir yanıt. Diyelim çevirinin gerçekten olanaksız olduğunu, insanlar nasıl Babil Kulesi yıkıldıktan sonra birbirilerini anlamamaya başladıysa biz de bir başka dili tam anlayamayacağımızı, olsa olsa kendimize göre anlayacağımızı kabul ettik. Yine de geriye şöyle bir olgu kalıyor, konuşulan diller farklı farklı olsa da sonuçta bu, insan dili değil midir? Yalnızca insana özgü bir araçtan söz ettiğimize, başka hiçbir varlık böyle bir araç kullanmadığına göre yine de bir ortaklık yok mudur? Dahası, insan dili zaten başlı başına bir çeviri aracı değil midir? “Şeyleri,” sözcüklere çevirmek de böylece aynı zamanda bir bakıma o şeyleri, nesneleri yaratmaktadır. Böylece bir dünyamız, bir gökle yerimiz, sağımız solumuz, yönlerimiz, o dünya içinde varlıklarımız olur. Dilin, bir ucu şeylere, duyumlara ya da duyusal çokluğa doğru uzanırken, diğer ucu düşüncelere uzar. Bir dili başka bir dilden ayıran da dilin bu uzanma, ele alma, kavrama biçimidir. “Farklı diller,” diyor Hjelmslev, bu duyusal çokluğa, “dil bakımından gerçekliğin bu biçimlenmemiş bölgelerine kendi farklı ağlarını atarlar.” (Hjelmslev’in örneğiyle, İngilizce “green” ile Galce “glas” ortak bir “içeriğe ya da anlama” sahipmiş gibi görünebilir, oysa İngilizler ve Galler renk spektrumunu farklı biçimde kurar. Galce dilinin “green” için, başka bir tonuna karşılık gelen başka bir göstergesi, “gwyrdd,” vardır; Galcenin “green” dediği ise İngilizcede yeşil, mavi ya da gri olabilir. İngiliz dilinin “yeşil” denilen bölgeye attığı ağ ile Gal dilinin “aynı” bölgeye attığı ağ farklıdır.)
Ama her dil “ağlarını” farklı biçimde atsa da sonuçta dilin kendisi, tüm insanlara ortak bir şey değil midir? Dil kendi başına, bu açıdan, Akşit Göktürk’ün deyişiyle “dillerin dili” değil midir? Ve “dillerin dili” temel örneğini çeviride bulmaz mı?
Burada aklımıza Walter Benjamin geliyor. Dil olarak dile, kendi başına dile, Benjamin “saf dil” diyordu. Saf dil, hiçbir şey ifade etmez, söylemez; ifadesiz, yaratıcı Söz’dür ama her dilin kastettiği, söylemeye niyetlendiği de odur. Saf dil, bir dilin çevrilebilmesini sağlayan olanaktır, dillerin çevrilebilirliğidir. Bir bakıma, onun Babil Kulesi’nden düşüşten önceki dil olduğunu söyleyebiliriz ama asıl, bir tarih sonrasını, insanlığın gerçek dilini konuşmaya başlayacağı zamanları, henüz başlamamış gerçek insanlığın henüz gerçekleşmemiş ortak dilini işaret eder. Bu açıdan her dil ütopik bir çekirdek taşır. Burada Benjamin ilginç biçimde Leibniz’i hatırlatır. Nasıl her monad kendi bakış açısından tek ve aynı dünyayı ifade eder, her dil de tek, bir ve aynı şeyi kasteder.
İşte, çevirmenin asıl işi, her dildeki bu saf dili duyurma çabasıdır. Bu açıdan çeviri ne bir anlamın aktarımıdır, ne iletişimdir, ne de bir bilginin iletilmesidir. Nasıl bir şair, bir yazar okuyucuyu düşünerek yazmaz, çevirmen de okuyucuyu düşünerek çevirmez. Çevirmen bir yandan, metni başka bir dile çeviren kişi olarak, sanatçıdan daha aşağı bir yerde bulunur. Ancak, saf dil açısından baktığımızda, sanatçıdan çok daha yüksek bir yere yerleşir.
5.
Bu bir, tek ve aynı şey nedir? Bir adı var mıdır? Tao Te Ching, önce söz vardı diyen kutsal kitapların aksine, önce adsızlığın geldiğini söylüyor.
The way you can go
isn’t the real way.
The name you can say
isn’t the real name.
Heaven and earth
begin in the unnnamed:
name’s the mother
of the ten thousand things. (Shambhala, s. 3)
(Gidebileceğin yol
gerçek yol değil.
Söyleyebileceğin isim
gerçek isim değil.
Gökyüzü ve yer
isimsizde başlar:
İsim, anasıdır,
on bin şeyin.) (Metis, s. 25)
Bu ilk iki kıtasıydı. Ursula K. Le Guin, yorumunda bu bölümün doyurucu bir çevirisinin olanaksız olduğunu, aslında bütün kitabı içerdiğini söylüyor. Yine de biz konumuz bağlamında yorumlamaya çalışalım. Adlarla varlıklar, yani gökyüzü ve yer arasındaki on bin şey doğmuştur ama Tao’nun adı yoktur. Tao bu açıdan adlı varlıklar gibi bir varlık değildir, ona vardır ya da yoktur demek eşit ölçüde yanlıştır; bununla birlikte, her varlığın yolu, var olma tarzıdır. Elbette onu Tao diye adlandırmak da aynı biçimde yanlıştır. Öyleyse bu bir, tek ve aynı şeyin bir adı yoktur ama her adın ifade ettiği de odur. Her ad, dil olarak, onu söylemek ister ama zorunlu olarak yanlış ya da eksik söyler. Yine de onu söylemenin tek yolu budur, yanlış ya da eksik söylemektir.
Böylece ilk sorduğumuz sorunun, “bilmediğimiz bir dilde çeviri yapmak ne demektir,” sorusunun yanıtına yaklaşmış oluyoruz. Çevirinin asıl edimi, öyle görünüyor ki, zaten bilmediğimiz bir dili çevirmektir, bütün dillerin kastettiği, bir dilde değil ama çevirinin bir dilden diğerine gidip gelme hareketinde varlığını hissettiren o asıl yabancı dilden çevirmektir. Çevirmenin henüz bir sözcüğe, bir cümleye karşılık bulamadığı, her iki sözcüğün de, hem çevrilecek sözcüğün hem bulunacak karşılığın, bir an içine düştüğü, adların henüz ortaya çıkmadığı o belirsizlik, bulanıklık bölgesinde kımıldanan bir dil. Öyleyse bilmediğimiz dil, dillerin dili, adsız bir dil, adlandırmayan bir dil olacaktır. Tao Te Ching ya da geçmişin öteki büyük yapıtları asla geçmişte değildir ya da geçmişle gelecek hiç de düşündüğümüz kadar birbirlerine uzak değildir ve burada anımsamak, Platon’dakinden farklı olarak, geleceği anımsamaktır. İşte, bize göre Ursula K. Le Guin’in Tao’nun Çincesinde, çevirilerinde duyup bize duyurmaya, Türkçe çevirmenlerin de Le Guin’de duyup Türkçede duyurmaya çalıştığı, ancak çevirilerin bu geliş gidiş hareketlerinde yakalanabilen, her dilden daha yabancı o dildir. Çeviriyi sanat, sanat yapıtını da bu açıdan henüz konuşulmaya başlanmamış bir dilin çevirisi kılan o saf dildir.