Elif Şafak:
"Beni anlatmak değildir edebiyat, ben olmaktan çıkmaktır."
Erdem Öztop, Cumhuriyet Kitap Eki, 15 Temmuz 2004
Her ne kadar edebiyat dünyasına Kem Gözlere Anadolu (1994) isimli öykü kitabıyla adım atsa da Elif Şafak, kendi yazarlık miladını bu kitapta değil Pinhan (1997) isimli romanında bulur. Tasavvufun dış cephesini ördüğü bu romanında Şafak, din ile dinsizlik, inanç ile inançsızlık gibi sorunsalları irdeler 'Pinhan'da. Ardından gelen Şehrin Aynaları (1999) romanında tarihsel olgunun her katmanına iner. 'Öfke'nin her dem bu romana hâkim olduğu gözlenir. 2000 yılında yazdığı Mahrem isimli romanı ise yazarının da kendi ifadesiyle bilinçaltına yolculuktur aslında. Ardından gelen Bit Palas'ta (2002) bir söyleşide belirttiği gibi, Oğuz Atay'ın "kapalı sistem yaratıklarının dış dünya korkusu" diye adlandırdığı korkunun üzerine gider ve iç-dış ayrımını tersyüz etmeye çalışır. Şimdi ise Araf isimli romanıyla okurun karşısına çıktı Elif Şafak! Amerika'da öğrenci olan altı farklı kültürden arkadaşın kahramanlarını oluşturduğu Araf, konu itibarıyla aidiyet-aidiyetsizlik, göçebelik ve çokkültürlülük üzerine yoğunlaşır. En önemlisi de diğer romanlarında da olduğu gibi, 'eşiklik' olgusu başı çeken konusudur kitabın! Elif Şafak'la yeni kitabı Araf'ı konuşurken yer yer günümüz edebiyatının, yer yer de günümüz siyasetinin sarmaladığı bir söyleşi gerçekleştirdik. İyi okumalar...

Son romanınız Araf'a ilişkin sorulara geçmeden önce şunu sormak istiyorum İlk romanınız Pinhan'dan bu yana dil hâkimiyetiniz muazzam derecede! Sırrınız nedir?

Türkiye'de hâkim romancılık geleneğinin aksine romanlarımda ne anlattığımı değil, neyi nasıl anlattığımı da önemsedim her zaman. Bir Hurufi kadar bağlıyım harflere. Dili bir mekân, içine girilen bir mekân, kelimeleri de canlı addediyorum. Yaşıyorlar. Her birinin ayrı ayrı kişilikleri, özellikleri var. İçlerinden biri yitip gitse içim sızlıyor. Kültürel enkazımızın altından çekip çıkarıyorum Osmanlıca kelimeleri. Beni üzen Türkiye'de kültürde ve dilde süreklilik olmaması, kültürün bir kuşaktan bir kuşağa akamamış olması. Kelimelerin de tıpkı insanlar gibi, toplumlar gibi yaşam çemberleri olduğuna inanıyorum. Eceli gelmeyen kelimenin öldürülmesine, ortadan kaldırılmasına gönlüm razı olmuyor.
       Sırra gelince, sır sayılmaz ama şunu söyleyebilirim Kiminin sayısal hafızası iyidir, kiminin görsel hafızası. Benim de dilsel hafızam kudretlidir; duyduğum gördüğüm bir kelimeyi kolay kolay unutmam, kelimeler takılır kalır hafızamda.

Vakit kaybetmeden yeni romanınıza gelelim Nedir Araf? Okur için kulağa ilk anda yabancı geliyor.

'Araf' benim çok sevdiğim bir kelime. Ne cennete ne cehenneme gidebilen ruhların toplandığı yer. Arada kalmışlığa, geçiciliğe işaret eden bir kelime. Bilirsiniz, cinlerin meşveret yeridir eşikler, tekin olmadıklarına inanılır.

Aslında sizin ilk kitabınızdan bu yana uğraştığınız temel konu 'eşiklik' olgusu, yanılıyor muyum?

Sanırım hep sevdim arafta kalmışları, araftaki ruh hallerini. Nereye ait olduğunu kesinkes bilen, geleceğini kıyım kıyım planlamış geçmişiyle tamamen barışık insanların yanında rahat edememişimdir hiçbir zaman. Akan insanları sevdim ben hep. İlla ki bir yarası, bir sancısı olan aidiyetsizleri, eşiktekileri ruhtaşım belledim. En çok onların hikâyelerini anlattım.

Geçmişte gerçekleştirdiğiniz bir söyleşide roman biçiminize dair sorulan soruya, soyut bir kaynağın var olduğunu ama aynı zamanda bilgiden ziyade sezgiden beslendiğinizi belirtiyorsunuz. Araf için de bu söz konusu mu?

Yazı benim için akıldan ziyade sezgiye dayalı bir süreç. Ama bu demek değil ki bilgi ile biçimlendirmiyorum romanlarımı. Aksine, anlattığım konuyla ilgili muhakkak derinlemesine araştırma yaparım, okumalarımdan, bilgi birikimimden faydalanırım, bilhassa akademik çalışmalarım yön gösterir bana. Ama işte bunların hepsini nasıl harmanlayacağımı, yazının akışını sezgi belirler. Bilhassa roman hızlandığında kendi kendini yazdırır artık, ben kalemimin kâtibi olurum o noktadan sonra. Bir eşik var ki yazarken, o eşiği geçince yazı bir vecd halidir.

Bir başka söyleşide ise benim için edebiyat, insanın "olduğu şey"i değil, "olmadığı şey"i anlatmasıdır" diye ifade ediyorsunuz... Aralar mısınız biraz bu sözleri?

Edebiyatı insanın kendisini, kendi hikâyesini anlatması olarak görmek çok yaygın bir yaklaşım. Yazı ile yazanı ayırt etmeden. Sanki anlattığınız hikâye illa ki kendi hikâyeniz olmalı, ancak o zaman anlaşılır bir şey niçin o konuyu anlatmayı seçtiğiniz. Ama bazen de o konu gelir sizi seçer. Ben hep başkalarını anlatırken kendimi anlattığımı gördüm, kendimi anlatırken de başkalarına ulaştığımı. Edebiyat benim için hudutları aşmak demek. İçine doğduğum cinsel, dinsel, dilsel, kültürel ve sınıfsal hudutların berisinde neler olduğunu keşfetmek. Beni anlatmak değildir edebiyat, ben olmaktan çıkmaktır.

Araf, evin köpeğini de dahil edersek 7 kahramandan oluşuyor; Ömer, Abed, Piyu, Gail, Alegre, Debra Ellen Thompson ve Arroz. Altı farklı kültürden gelen insanın ortak bir noktada buluşmasının hikâyesi diye belirtebilir miyiz Araf'ı?

Evet, ama kahramanlardan ziyade karakterler var. Böyle bakınca aslında şehirler de, müzik de birer karakter olarak yer alıyor romanda. Mesela İstanbul başlı başına bir karakter ve illa ki dişi bir karakter. Başka başka karakterler de var, sokakta yaşayanlar, yersiz yurtsuzlar, şöyle bir görünüp geçenler... Onlar da bu hikâyenin parçaları. Bertold Brecht'in kahramanlara dair sarf ettiği sözü sevmişimdir hep "Toplumca ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil kahramanlara ihtiyacı olmayan bir toplumdur olsa olsa..."

Kahramanlardan Ömer'i roman boyunca size daha yakın buldum. Gerek Türk olması, gerekse de siyaset bilim doktorası için Amerika'ya gitmesinden, katılır mısınız?

Ömer de benden çok iz var elbette. En temeli noktaların kaybı meselesi. İsminizin noktalarını yitirmek, benim de soyadımın içindeki Ş harfinin noktasını yitirmem... Çok atıfta bulundum kendime Ömer aracılığıyla ama öteki karakterlerde de benden çok iz var, benim bildiğim bir de bilmediğim izler...

Hikâye Amerika'da geçiyor. Bu romanı yazmada sizin son birkaç yıldır Amerika'da yaşıyor olmanız etken olmuştur, değil mi?

Elbette bu roman Amerika'daki gözlemlerimden epeyce beslendi. Orada gördüklerim kadar nereye gidersem gideyim peşim sıra sürüklediğim aidiyet-aidiyetsizlik ikilemi de çokça sızdı bu hikâyeye.

"Şu hayatta başkalarının gözünde daha görünür olmanın yolunun, özden mümkün olduğunca uzaklaşmak anlamına geldiğini kanıtlarcasına."(s. 9) Daha ikinci sayfada böyle bir ifade yer alıyor bir şeyleri ima etmek adına, ne dersiniz?

Her kazanım görünmeyen kayıplarla el ele gider. Ne gariptir ki, ne kadar görünür olursanız o kadar silinir, görünmez olur kimi yanlarınız. Bazen saklanmanın en iyi yoludur görünmek. Saklanamıyor musun? Mesela o zaman tam ortada, herkesin baktığı yerde dur, görünmemenin bir adresi de orasıdır Gözönü. Mahrem'de kıyasıya irdelediğim temalar bunlar. Görmek-görülmek benim için önemli bir ikilem.

Kitaptaki hikâyeyi sondan başa dönerek okuyoruz. Kahramanlardan Ömer ve Abed, barda otururlarken Ömer, peçeteye ismini Omer diye yazıyor. Daha sonra uzun bir müddet iki arkadaşı dil üzerine konuşturuyorsunuz. Kitaptaki tabirle, toplum çapındaki aksaklıklar üzerine...

Ömer de Abed de iki yabancı Amerika'da. İkisi de birbirleriyle anlaşabilmek için bir üçüncü dile, anadillerinin dışında bir dilin elçiliğine muhtaç. İkisi de o dilde konuşurken neyi anlattıklarından ziyade neyi anlatamadıklarına takılıyor. Eksiklik duygusuyla kuruyorlar iletişimlerini. Ama işte her ikisi de yabancı olduklarından, her ikisi de yabancılık duygusuna aşina olduklarından birbirlerinin dillerini de anlıyorlar bir yandan, sadece söyledikleri kelimeleri değil neleri söyleyemediklerini de anlayabiliyorlar.

Ömer'i "ne İslamla ne de başka bir dinle alakası olsun istemeyen bir doğuştan-Müslüman; Tanrı'nın bilinebilirliğine değil Tanrı'nın kendisini bilmesine karşı çıkan bir bilinmezci" olarak tanımlıyorsunuz. Kahramanınızın inanç dünyasını bu şekilde yaratmaya sizi iten sebepler ne(ler)dir?

İnanç benim için önemli bir mesele. Türk solunun din konusundaki ilgisizliğine ve bilgisizliğine içerlemişimdir her zaman. Siz isterseniz ateist olun, agnostik olun, dünyayı materyalist temeller üzerinde okuyun, ama din felsefesini dinler tarihini de bilin. Frankfurt Okulu teorisyenleri bunu yapabildiler. Yahudi kökenli 'Eleştirel Kuramcılar' aynı zamanda Yahudi mistisizminin diline de vakıftılar. Türk modernleşmesi ve laikleşmesi yapay kamplar yarattı bu anlamda. Birbirinin alanını bilmeyen, dilinden konuşamayan kesimler doğdu. İnançlı olursunuz olmazsınız o ayrı ama inancı ciddiye almayan insan yaşamı, felsefeyi, ölümü nasıl ciddiye alabilir? Bu tür sorular sürekli kurcaladığım meseleler olduğu için Ömer karakterini şekillendirirken de bu mesele sızdı romana.

Romanda yer yer 'özgürlük' temasını işliyorsunuz. Dünyanın bugünkü geldiği kapitalist tüketim toplumunun doymak bilmez arzusuyla semiren "daha iyi bir gelecek" doktrinini eleştiriyorsunuz...

Çizgisel zamandan ziyade döngüsel zamanı sevmişimdir hep. İlerleme fikrine dayalı, evrensel bir model üzerine türetilmiş Aydınlanmacı modernist anlayışın hem akademik, hem sanatsal eleştirileriyle yakından ilgiliyim.

Ömer'in ise doktorasını yapmak için gittiği Boston'a ilk ayak bastığında 'özgürlük' tanımı anlatıcı tarafından şöyle yapılıyor "Kahvesini bitirip kapıya yöneldi, uzun, ince bacaklarına, leylekvari yürüyüşüne bir nebze kibir eklenerek, tam tutulma olmanın, dışarıda kalmışlığın, burada herkesin önünde olmanın ama kimse tarafından görülmemenin keyfini çıkararak ilerledi. Bu özgürlük..." Ne dersiniz?

Daha evvel hiç gitmediğiniz bir şehre gittiğinizde oradaki ilk gününüz muazzam bir özgürlüktür. Kimse tarafından tanınmamak müthiş bir keyif. Sokağa çıkmak tek bir tanıdığa rastlamamak, hiç kimse olabilmek! Ne bir geçmişiniz var, ne siciliniz. Ne bir isminiz var ne de suretiniz. Görünmez insan gibisiniz. Öylesine geçici bir keyiftir ki, bu tadı doya doya çıkarmalı! Çok değil, iki gün sonra kapıcı, gazeteci, filanca falanca derken birilerini tanımaya başlarsınız. Bilinmemektir özgürlük! O yüzden insanlar birbirleri hakkında mümkün olduğunca çok şey bilmeye can atarlar. Sizin hakkınızda ne kadar çok şey bilirlerse o kadar kısıtlanmıştır özgürlüğünüz.

Ömer ilk olarak yurttan ayrılıp bir eve çıkmaya karar veriyor ve Piyu ile Abed'in paylaştığı öğrenci evine ortaklık ediyor. İlk aydönümlerinin şerefine kutlama yaptıkları gece aralarında 'Amerikalılar'ı tartışıyorlar. İki sorum var. Birincisi Amerika'da "yabancı memlekette yabancı olanlar" bir konuşmada ilgi alanlarını Amerikalılar üzerine mi çekerler? İkincisi Amerikalılar gerçekten tuhaf insanlar mı?

Ben böylesi kallavi genellemelerden kaçınmışımdır hep. Romanda da yabancıların nasıl böylesine genellemeler yapabildiklerini eleştirel bir mesafeyle, onları biraz anlayarak biraz tiye alarak anlatıyorum. Ama mesele "yabancılık" durumu. İnsanların yabancı bir memlekette kendilerine kuş sürüleri bulmaya çalışmaları. Hemencecik "biz" ve "onlar" ikileminin arkasına saklanma ihtiyaçları. "Biz" duygusundan kuvvet almaları.

Aynı kutlamada Ömer bir düşüncesini ev arkadaşlarıyla paylaşıyor "İnsan yabancı oldu mu kendisi olamıyor artık. Başkalarının gözünde bir ulusal kimlikten ibaretim artık. Kendim hariç her şeyim"(s. 114) Sonradan diğer iki ev arkadaşı da bu düşünceyle hemfikir oluyorlar...

Yurtdışına çıkar çıkmaz size bakanların gözünde öncelikle ulusal kimliğiniz ile özdeşsiniz. Ben bunu çocukluğumda tecrübe etmiştim ilk. On bir yaşımda İspanya'ya, Madrid'e gittiğimde oradaki hayli kozmopolit okulda tek Türk bendim ve ne yaparsam yapayım, kim olursam olayım her şeyden evvel ulusal kimliğimdi insanların bende gördükleri. Bu his kimilerini o kimliğe daha da sıkı sarılmaya itiyor. Milliyetçisi daha milliyetçi kesiliveriyor mesela yurtdışında.

Ömer Amerika'ya geldiğinden kısa bir süre sonra zaman problemi çekiyor. Ömer, saati çizgisel zamanın ölçü birimi olarak tanımlıyor. Tuhaftır, çözüm için de dinlediği müziğin süresini kullanıyor...

Ömer zamanla başı dertte bir insan. Saat taşıyamıyor. Zamanın ölçülebilirliği, yetişilemezliği sinirlerini bozuyor. O da saatleri kullanmak yerine müziğe başvuruyor. Zamanın aksine müziği her zaman geri alabilir, gene dinleyebilir, ileriye sardırabilir ya da durdurabilirsiniz. Benim için de müthiş bir itkidir müzik. Ben sessizlikte çalışamam, yazamam, nefesim daralır.

Ömer, görünürde Amerika'ya siyaset bilimi doktorası yapmak için gidiyor. Sizce asıl niyeti kendinden kaçmak mı, yoksa olgunlaşmak mı?

O her ne kadar bunu kabul etmekte zorlansa da kendinden kaçmak gibi bir gayesi var alttan alta, tabii nereye kadar kaçabilirse. Bir de şu var Böyle uzun yolculuklara çıkınca insan değişip bambaşka biri olacağına inanır, gaza gelir. O da öyle eski beni atıp yeni bir ben edinmek üzere çıkıyor bu yolculuğa, bunun ne kadar mümkün olduğu belli romanı okuyunca.

Gelelim Gail'e... Romanın başında Ömer'le üç yıldır evli olduklarını biliyoruz. Geçmişe yol almaya başladığında hikâye, Gail'in psikolojik sorunları olan bir vakaymış gibi geliyor bana, katılır mısınız?

Gail psikolojik sorunları olan bir vaka, doğru, ama tam da bu yüzden bu haliyle özel. Kaldı ki romandaki tüm karakterlerin bir arızası var, bilinen ya da bilinmeyen, ilk bakışta görünen ya da görünmeyen. Gail diğer arıza tiplere kıyasla kendi arızasıyla dosdoğru yüzleşebilen biri. Bir de şu var, fazlasıyla eleştirel bir zekâya sahip. Eğer ruhen bunalımda isen en iyisi fazla sorgulamamak. Hem eleştirel akıl hem kasvetengiz mizaç tehlikeli bir ikili bence. İkisinden biri olsa, katlanılabilir bir durum.

Gail, kimlik problemi çeken biri. Romanın başında Zarpandit ismini kullanıyordu. Piyu'nun sevgilisi Alegre'nin doğumgünü yemeğinde arkadaşlarına isimlerini değiştirmelerini öneriyor...

Pinhan'dan bu yana romanlarımda isimlerin hem büyülü hem de büyücü oldukları fikrini işledim alttan alta. Gail de isimlerin kudretinin farkında. Bence isimlerimizi sadece taşımaz, aynı zamanda isimlerimiz tarafından şekillenir hatta ve hatta bir yere, bir kimliğe çivileniriz. Gail ruhen iflah olmaz bir göçebe. İlla ki değişecek, değişemezse ölür. İlla ki silkinip atacak taşıdığı ismi, yeni bir isim, yeni bir kader, yeni bir kimlik edinecek, ta ki onu da atana kadar.

Altı farklı kültürden oluşan arkadaş grubu, sabırsızlıkla sayfaları arşınladığım zaman diliminde, sonunda birbirlerinin 'inanç'ları üzerine tartışmaya başlıyorlar. Bir anlamda bu, altı farklı kişiyi buluşturarak amacınız birbirleriyle tartışmalarını mı sağlamaktı? Zaten bire bir konuşmalarda söz er geç kültür-inanç-kimlik üçlüsüne geliyor.

Kısmen hayal gücüm kısmen de gözlemlerim aracılığıyla yazıldı bu bölümler. Farklı farklı ulusal, dinsel kökenlerden gelen insanların olduğu masalarda konuşulan ve konuşulamayan konuları düşünerek kaleme aldım bu tartışmaları. Hem sevecenlikle hem de mizahla. Bir de şu var. İnsan kendini ötekinin gözünden nasıl görüyor böyle durumlarda. Sana bakanın gözünden nasıl görünüyorsun? Bu soruların izini sürdüm...

Ömer'in geçmişine uzandığınız sayfalarda onun üniversite yıllarında sosyalist bir grubun içinde yer aldığı belirtiliyor. O günlerden bu yana sosyalistler, artakalanlar olarak tanımlanıyor "Ömer'in çocukluğunda 1970'lerden 1980 darbesine kadar esip gürleyen o güçlü, yoğun, canlı muhalefetin kalıntılarından, artıklarından başka bir şey değildi bugünkü direniş." Gerçi roman içinde ara sıra keskin sözler olsa da bunlardan başka siyasi yorum göremiyorum!

Ben siyasetin "siyaset" kelimesine hapsedilmemesi gerektiğine inanan bir akademik okumadan geliyorum. Özel alanın da, gündelik yaşam ayrıntılarının da, hatta ve hatta siyasetten en uzak addedilen mevzuların da nasıl politikayla bağlantılı olduğuna inanan bir eleştirel düşünce sistematiğinden besleniyorum. Siyaset illa da tek bir jargon kullanarak yapılabilen, tek özneli bir mecra değil bence. Mesela feminist kuram, ev hayatının da nasıl politik olduğunu, özel alanın da ne denli politik olduğunu göstererek yapmıştır en önemli çıkışlarından birini. Siyasetin hem mikro hem makro yansımalarını takip etmeyi ve bağlantılandırmayı önemsiyorum. Ve Türkiye gibi bir ülkede yaşayıp, bu topraklardan beslenip de apolitik olmak gibi bir lüksümüz olmadığına inanıyorum. Sanat ile siyaset, estetik ile politik olan arasındaki sarkaç benim için önemli mesele.

Romanda mekân olarak hep Pearl Sokağı 8 Numara kullanılıyor. Örneğin kahramanların okullarından, doktora çalışmalarından pek fazla bahsedilmiyor, neden?

Karakterleri en ufak ayrıntısına kadar betimlemeyi sevmiyorum. Onun yerine malzemeleri veriyorum, tarif okurun. İpuçlarını veriyorum, keşif okurun. Yüz hatlarını anlatıyorum ama suret okurun. Bilgi ve esrar aynı anda karıştırılmalı bence karakterlere. Bildiklerinle ilerlersin, ama bilmediklerindir aslında sana soluk alanı veren. Malumat kadar muamma da kıymetlidir kanımca. Yoksa daralmış, bir kalıba oturtulmuş, kıpırdayamaz karakterler çıkar. Hayal edebilmesini istiyorum okurun. Ve o hayali özgürce kurabilmesini istiyorum.

Kitabın sonlarında Ömer'le Gail'in evlendikten sonraki İstanbul seyahati anlatılıyor. Ömer'in ağzından İstanbul'u tarif edişiniz var ki, ağzım açık kalıyor "Zira insanın cilalayıp parlatabileceği, kenarlarındaki fazlalıkları atıp, sivriliklerini törpüleyip, sevgilisini sevindirmek için hediye paketiyle ona sunabileceği şehirlerden değildi o. (...) Bir ucube melike, kaprisli bir ece her yeni gelenin tohumlarını içine çeken ama tarihi boyunca kimse tarafından döllenmemiş olan bir rahim, sahiplerin penahı, hem kimse tarafından sahiplenilemeyen." (s. 323) Yurtdışında doğup, eğitiminin bir bölümünü yine yurtdışında tamamlayan birisi olarak İstanbul sevginiz takdire şayan!

Belki de tam da bu yüzden, yani tam da bu sayede, burada doğup burada büyüyen bir insan İstanbul'u hiç kaybetmemiş ki, onun kaybı nasıl bir sızıdır bilmiyor. Anadilinden hiç uzaklaşmamış ki, anadilin ritmini yitirmek nasıl ürkütür insanı anlamıyor.
       İronik ama yabancılaşmak bazen bir şeyi daha iyi görebilmeyi sağlıyor. Bir yapının dışına çıkınca içini idrak edebiliyorsunuz bazen. İstanbul benim için imkânsız aşk! 'Bit Palas' romanımda bir karakterin dediği gibi, inanıyorum ki "İstanbul'a ya bir şeylerden kaçarak varılır ya da gün gelir ondan kaçılır."

Araf'ın finaline baktığımda, tüm kahramanların emellerine kavuştuklarını söyleyebilir miyiz?

Romanın sonunda karakterler emellerine kavuşuyorlar belki ama o nokta benim için en tahammülfersa, en tatsız kısım. Çünkü kitap bitmiştir artık, bir adım sonrası yok. O boşluk duygusundan sıyrılmak çok zor. O yüzden karakterlerin emellerine kavuştukları safha belki de yazarın amaçsız kaldığı, ölümlülüğü ile, sinirliliği ile yüzleştiği safhadır.

Gelelim romanınızla ilgili iki tane eleştiriye! Feridun Andaç, yaptığı bir konuşmada Araf için şöyle diyor "Yazar, Türkiye'de gelişen olayların dışında, küreselleşmenin getirdiği olanaklarla başka ülkelere gitme fırsatı bulan insanların açılımlarını ne ölçüde görüp anlatıyor? O zaman Araf'ta bana göre eksiklik olarak şunu gördüm Yazar yeni bir dil kurma, yeni bir roman biçimi geliştirme gibi bir derdi çok fazla önemsemeyip, salt birtakım günlük söylemlerden yola çıkarak roman kurmasının getirdiği yanlışlıklar var. O zaman da yazarın Türkiye üzerine bilgilenme eksikliği de ortaya çıkıyor. Böyle olunca da gerçekliklerin havada kalması söz konusu oluyor." Nasıl değerlendirirsiniz Andaç'ın bu eleştirisini?

Hiçbir şekilde katılmıyorum ama benim kendisinin görüşlerine katılıp katılmamam hiç önemli değil. Önemli olan Feridun Andaç'ın, edebiyat eleştiri geleneğinin yeşeremediği bir toprakta ve yazıdan ziyade yazarı konuşmayı seven bir edebiyat ortamına rağmen edebiyatı edebiyat içinden ve edebiyat üzerinden tartışmakta sebat etmiş az sayıdaki değerli edebiyat eleştirmeninden biri olması. Söylediklerine katılmasam da kendisinin bakış açısını, üslubunu, yaklaşımını çokça önemsiyor ve kıymetli buluyorum.

Bir de gazeteci Ahmet Hakan'ın değerlendirmesi var "Yaza giriş yapmaya başladığımız şu günlerde herkes incelmek için akla hayale gelmeyecek yöntemlere başvururken romancı Elif Şafak'ın yaptığına bakın! Son romanı Araf'ın kapağına, "günaha son çağrı" gibi, o iştah açıcı çikolata fotoğrafını koymuş.. Fotoğraf o kadar etkileyici ki, kitabın kapağına şöyle bir göz atan, kendini "Çikolata" adlı filmi izlemiş gibi hissedip, The Marmara Cafe'ye zor atıyor. İşte buraya yazıyorum Bu kitap satmayacak ve Elif Şafak kapaktan kaybedecek..." Yorumunuz?

Her zaman olduğu gibi bu kitabımın kapağını da doğrudan doğruya romanın içeriği belirlemiştir. Kapakta niye mi çikolata var, cevabı içinde saklı. Kapakta niye gümüş kaşık mı var, cevabı içinde saklı. Zaten benim bildiğim edebiyat eseri içeriğiyle tartılır ve tartışılır, uzaktan nasıl göründüğüyle değil.

Kitabınız İngilizce olarak yazılıp Aslı Biçen tarafından Türkçeye çevrilerek yayımlandı. Bu konu da epey eleştirildi medyada. "hikâye, İngilizce olarak oluşmaya başlamıştı kafamda" diye bir ifadeniz vardı yanılmıyorsam?

Takım tutar gibi bir kültürün tutulmasını isteyenler var Türkiye'de. Bizden misiniz onlardan mı mantığıyla yaklaşıldıkça kültüre, şimdi siz Türk edebiyatından mısınız Amerikan edebiyatından mı gibi sorular da gelmeye devam edecek medyadan. Ben bunları önemsemiyorum. Bana "ya o.. ya bu..." diyen bir dayatmaya inat "hem bu... hem o..." olabilmekten yanayım! Çokkültürlü, çok dilli, çok başlı olmak da mümkün.
       Bugün attığımız pek çok adımın kökeni, sebebi geçmişte saklı. Benim de bu romanı İngilizce kaleme almam kendi geçmişimle bağlantılı. Yoksa oturup da "Eh şimdi de İngilizce yazayım" diye başka bir dilde yazmaya başlayamazsınız. Araf'ı niçin İngilizce yazdığımın cevabı romanın içinde saklı. Romanı okumayan, kitaba uzaktan bakan, sadece İngilizce yazıldığını duymakla yetinen biri kitaptaki dinamikleri çözümlemedikçe, oradaki aidiyet-aidiyetsizlik, göçebelik, çokkültürlülük meselelerini görmedikçe bu kitabın yazılma sürecini kavrayamaz. Araf'ın nasıl olup da başka bir dilde yazıldığını hakikaten samimiyetle merak edip anlamak isteyen kişinin yapacağı tek şey var romanı okumak!

Son olarak, Araf (The Saint of Incipient Insanities), 2004 yılı içersinde Amerika'da yayımlanacak! Nedir yabancı okurdan beklentiniz?

Yabancı yazardan da Türk yazardan da beklentim aynı Romanımın aynasında kendine benzemeyenin suretini görmesi.

Keyifli söyleşi için teşekkürler!

Sağ olun...
Okuyabileceğiniz diğer Elif Şafak söyleşileri
▪ "Beşi bir romanda!"
Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004
▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar"
Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004
▪ "Kelimelerin de insanlar gibi ömrü vardır"
Melih Bayram Dede, Dergibi.com, 2000
▪ "Sayılarda gizlenen 'Mahrem'"
Pınar Göksan Aker, Cumhuriyet Kitap, 18 Kasım 2000
▪ "Karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum"
Işıl Sönmez, Özlem Şimşek, Cumhuriyet Dergi, 2002
▪ "Pislik tam da içimizde"
Filiz Aygündüz, Milliyet Kültür Sanat, 21 Mart 2002
▪ "Pislik, belki de sandığımız kadar pis değildir"
Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 22 Mart 2002
▪ "Sezgilerimle yazıyorum"
Hasan Öztoprak, E Dergisi, Nisan 2002
▪ "Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz / ayrışmaz bir katmanı"
Melih Bayram Dede, Dergibi, 5 Nisan 2002
▪ "Sekiz ayrı yüzüm var, sekizi de birbiriyle çelişiyor"
Nuriye Akman, Zaman, 21 Nisan 2002
▪ "Yazmamayı da her zaman bir seçenek olarak gördüğüm için yazabiliyorum"
Feridun Andaç, Varlık, Temmuz 2002
▪ "Hikâye anlatmayı bilen bir yazar"
Feridun Andaç, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002
▪ "Elif Şafak kendini anlatıyor"
Alper İlhan, düşLE İnternet Edebiyat Dergisi, Sayı 25, 2003
▪ "Aslolan kitaptır, kâtibi değil"
Efnan Atmaca, Akşam, 28 Aralık 2003
▪ "Cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum"
Sevengül Sönmez, Zaman Turkuaz Eki, 18 Ocak 2004
▪ "İşittim ve itaat ettim, yabancılık hissi geçmeyecek!"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Mart 2004
▪ "Türkçenin geçirdiği 'dil budaması devrimi'nden üzüntü duyuyorum."
, Dünya Gazetesi, 21 Nisan 2004
▪ "Arafta kalmak, hudutları aşmaktır"
Elif Tunca, Zaman, 10 Mayıs 2004
▪ "Hep deliliğe yakın oldum"
Nuriye Akman, Zaman, 16 Mayıs 2004
▪ "'Çok olmak' mümkün!"
Fadime Özkan, Zaman gazetesi ve Dergibi, 25 Mayıs 2004
▪ "Med-Cezir, yazma mevsimiyle romandan kurtulma mevsimi arasındaki sarkaçtı"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Cumartesi Keyif Eki, 3 Aralık 2005
▪ "Mozaik değil ebru modeli konuşulmalı"
Derya Sazak, Milliyet, 12 Aralık 2005
▪ "Derdimiz Nobel almak değil onaylanmak"
Fadime Özkan, Yeni Şafak, 3 Ocak 2006
▪ "Hafızamı Kaybettim, Hükümsüzdür"
Seda Arıcıoğlu, Cosmopolitan Dergi, Mart 2006
▪ "Kuşaklar arasında hafızayı kadınlar aktarıyor!"
Cem Erciyes, Milliyet Sanat Dergisi, Mart 2006
▪ "Geçmişi bir an evvel elimizden çıkarılacakbir bavul gibi görmüşüz"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Pazar Keyif Eki, 5 Mart 2006
▪ "Ben siyasetçi ya da tarihçi değil yazarım, benim derdim insanla"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Nisan 2006
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X