Sizi Elif’in kıyılarına davet ediyorum. Çünkü o bize görünenin görünmeyen yüzünü arama cesareti veriyor. Hikâyelerimizin içiçe geçmişliğini hatırlatıp, her türlü sınırı ortadan kaldırıyor. Aklın boşluğunu, saçmanın bilgeliğiyle dolduruyor. Bize bir demet hüzün sunuyor...
Elif, gel seni konuşalım. Büyüme tarzını, öfkelerini anlat bana ki okurların romanlarındaki temaları daha iyi anlasın. Edebiyatıma bire bir yansıyan, bir mekânsızlık, bir aidiyetsizlik, bir parçalanmışlık hissi bende çok küçük yaşlarda şekillendi.
E tabii, anne baba ayrı bir çocuksun. Yurtdışında doğdun... Strasburg’da doğdum. Daha sonra babam orada kaldı, annemle ben geri döndük. Kültürel ve toplumsal bölünmeler, dinî kopuşlar hep iç içe geçti. Bir dönem anneannemin tarafında kaldım. Orada daha sevecen, bir "Cemal Tanrı" vardı. Bir dönem babaanneye gittim. Orada tam tersine "Celal Tanrı" vardı. Yani yargılayan, kahreden, sürekli gözetleyen. Aynı Tanrı’nın iki farklı yüzü olduğunu, farklı Müslümanlık algıları olduğunu çok küçük yaşlarda gördüm. Keza bazı ruhsal krizleri gözlemleyerek büyüdüm.
Eh tabii bu da hiçbir şeyden emin olmamayı getirdi sana. Evet ama bana açtığı güzel kapılar da oldu. Hiçbir zaman mutlakiyetçi olmadı zihnim. Bir insan çok geveze ise onun sustuğu an beni hiç şaşırtmaz, o anı bilirim. Korkaksa, cesaretlendiği, delilendiği anı bilirim. O parçalanmışlığı yaşadım. Çok yalnızdım. Tamamen kardeşsiz, arkadaşsız. Çok içe dönüktüm. O zaman hayal gücü başka şekilde işlemeye başlıyor.
Kendine hayali arkadaşlar mı yarattın? Evet, yazıyla ilişkim böyle gelişti. Okuma yazma öğrenince günlük tutmaya başladım. Yaşamadığım bir hayatı yaşıyormuşçasına yazdığımı fark ettim. Hakikatle hayal nerede başlıyor, nerede bitiyor bulanmaya başladı. Bir süre sonra yarattığın insanlar ve hadiseler, yazma eyleminin kendisi, hayatın bir parçası oluyor.
Tamamen mi babasız geçti o dönemin? Sadece çocukluk dönemim değil, bütün yaşamım boyunca babam olmadı. 11 yaşında tekrar yurtdışına çıktım annemle. Yalnızlık arttı ve kültürel, sınıfsal, dinsel, dilsel bir yabancılaşma eklendi. Benim anneannemlerle kaldığım ev, bir orta sınıf mahalle ortamıydı. Buradan çıkıp, şak diye üst düzey diplomat çocuklarının okuduğu bir koleje gidiyorsun. Onlara ayak uyduramadım.
Çok travmatik bölünmeler bunlar. Çünkü yüzde yüz başka bir ortama dönüyorsun. Kesitler, kopuşlar çok keskin. Madrid’deki o İngiliz kolejinde konuşulan dil benim dilim değildi. Bir süre sonra hem dışlanmaya, hem dışlamaya başlıyorsun. Homojen bir çocukluk çıkartamıyorum. 8 ayrı yüzü olan ve bu 8 ayrı yüzün hepsi de birbiriyle çelişen bir sürü şey. Zaten 8 ayrı kişiliğim olduğunu düşünürüm zaman zaman.
8 mi?! Ben 88 zannetmiştim! Kitabı yakaladın. İyi espriydi!
Peki babasızlığı nasıl algıladın? Bir boşluk hissi olarak. Ölü olan bir babanın yokluğunu anlamlandırabilirsin. Ama hayatta olan bir babanın yokluğunu anlamlandıramazsın. O sadece bir boşluktur. Bir gün dolacağını düşünürsün, ama dolmaz.
Babanla hesaplaşmak istemedin mi?İstedim. Bir insan çok iyi bir eş, çok iyi bir ayakkabı boyacısı, çok iyi bir akademisyen olur, ama hayatının bir alanında da çok berbattır. Bu kadar yekpare iyiler ve kötüler yok. Babamın da hayatının alanının birçok yerinde çok başarılı ve iyi bir insan olduğunu; ama benimle ilişkisi içinde çok yanlış bir insan olduğunu düşünüyorum.
Bunu söyledin mi kendisine? Evet. Topu topu üç kez yan yana geldim. Ona olan öfkemi biliyor. Öfke çok sahici, çok güçlü bir duygu ve bende çok geç ortaya çıktı. Küçükken ona öfkeli değildim. Mesela iki erkek kardeşim olduğunu çok çok geç öğrendim. Geç kalındıktan sonra. Böyle olmak zorunda değildi.
Kardeşler, ikinci evlilikten mi? Evet. Bir edebiyat konuşması için İzmir’e gidiyorum. Beni bulup "Bize de gel," diyorlar. Hiç sahici değil. Erkek kardeşlerimden biriyle bir buçuk sene evvel ders verdiğim üniversitenin kantininde tesadüfen tanıştık. Aynı gerçeklik duygusu farklı şekillerde okunabilir duygusu bende çok hakim. Kardeşim mesela babasını çok seviyor, ben babamı günahım kadar sevmiyorum. Aynı baba. İkimiz de samimi, ikimiz de dürüstüz.
Kardeşinle paylaştınız mı bunları? Paylaştık. O bana şaşırdı, ben ona şaşırdım. Aynı metni okuyoruz sonuçta. Eminim onunla kurduğu ilişki çok da güzeldir. Benimle kurduğu ilişki ise bir boşluk. Bu adam aramadı, sormadı, görmedi, maddi ve manevi hiçbir anlamda babalık yapmadı ve bütün enerjisini, sevgisini bu tarafa akıtmış. Dolayısıyla, kardeşim onu çok seviyor ve haklı.
Öfkene rağmen, babanın kötü biri olmadığını düşünmen, mutlakiyetçilik tuzağına düşmediğini gösteriyor. Babam kötü biri değil. Tam tersine iyi bir eş, iyi bir hoca, iyi bir akademisyen, öteki çocuklarına iyi bir baba... Resmin bütünü son derece nezih ve iyi. Ancak tablonun kenarında bir güve yeniği var, ilk bakışta belli olmuyor. Benimle ilişkisi o güve yeniği. Kitaplarımda "öteki"leştirilmiş karakterleri anlatmam, onlarla ruhdaşlık kurmam belki de tesadüf değil. Onlar da ait oldukları toplumsal tabloların güve yenikleri!
Baban seni mi cezalandırıyor, anneni mi, kendisini mi? Bunun cevabını vermek kolay değil; ama annemi çok takdir ediyorum. Hiçbir maddi manevi destek olmaksızın, etrafındaki insanlar evliliği bitirme konusunda ona tam tersini öğütlerken beni kendi başına büyüttü. Çok da ağır bedeller ödedi. Birçok kadın biten evliliklerin ardından karşı tarafı karalayarak çocuklarını büyütür. Annem hiç böyle yapmadı. Hep bilincinde oldum; onların evliliği onları ilgilendirir. Benim için aslolan babamla kurduğum ilişkidir. Ve ben notumu babama 30 yaşında verdim.
Niye bu kadar geç? Bilerek boş bıraktım. O boşluğu bir süre sonra öfke doldurdu.
Belki seni fark etmesini, sevmesini bekledin... Tabii hikâye onun açısından yazıldığında başka bir şey çıkacaktır ortaya. Son nefesinde Müslüman olan birini nasıl sahici bulmuyorsam, ölüm veya hastalık korkusuyla dönüp beni arayan bir babayı da sahici bulmuyorum. Cennete yatırım yapan her türlü var oluş bana çok itici geliyor.
Sen yıllarca boşluk bırakmışsın. Belki onun boşluğu da ancak doldu. Yok öyle değil. Babamın böbrek ameliyatına hiç istemediğim halde gittim. Tam ameliyata girmek üzereydi, "Beni bağışlıyor musun?" dedi, "Bağışlıyorum" dedim, çok kritik bir ameliyattı. Ameliyattan çıktı, değişen hiçbir şey olmadı.
Peki bu sende intikam duygusu oluşturuyor mu? Mesela babamın soyadını kullanmıyorum yazarken. Şafak, annemin ismi. Ben hiçbir zaman babamın kızı olmadım. Her türlü hukuki bağdan da kurtulmak istiyorum. Reddi baba davası açmayı düşünüyorum. Çünkü bu bana daha sahici geliyor, –mış gibi yapmaktansa.
Seninle övünüyordur ama şimdi... Çok geç. Çalıştığı üniversitede benim fotoğrafım var. Ben roman yazdıkça benimle övünmek istiyor. Niye!? Ha şunu da anlarım. Gerçekten insan farklı bir hesaplaşma içine girer, kimliğini, kişiliğini var oluş tarzını sorgular; yıkarak yeni bir şey yapılır. Ama bu ancak parçalanmayı göze alarak mümkün. Ben de kendimi sorgularım, o da kendini sorgular. Böyle bir şey de yok.
Peki senin boşluğuna o ne açıklama getiriyor? "Büyümeni bekledim kafan karışmasın diye" diyor. Hakikaten çok saçma bir sürü ayrıntı var.
Belki onu da kilitleyen şeyler var, belki anne ve babasıyla ilişkisinde yanlışlar var. Tabii tabii, ben bunları algılayabilirim. O kendini sorgulasaydı sahiden, hatalarıyla yüzleşseydi, çoktan onun yanındaydım.
Ayrıca herkes senin kadar cesur olamaz ki. İşte o zaman sanki o sorgulamayı yapmış ve yaşamışçasına bir karşılık beklemesi de anlamsız. O zaman bu böyle devam eder. İzmir’e giderken ilginç bir şey oldu işte. Telefonumu almış beni davet edenlerden. Açtım, babam: İzmir’e geliyormuşsun./ Evet./ Ben dinleyici olarak gelsem konferansa rahatsız olur musun?/ Olurum./ Çıkışına gelebilir miyim?/ Gelme./ Bize gelir misin?/ Gelmeyeyim. Yani ben o eve niçin hiç küçükken götürülmedim, hiç davet edilmedim, o evde kalmadım değil mi? Ben de kardeşlerimle o evde, tatillerde gidebilirdim. İzmir’e gelirsen bize de uğra! Ben seninle gurur duymak istiyorum, izin vermiyorsun. Söyleyemiyorum senin kızım olduğunu!
Senin de istediğin bu galiba. Evet, söyleyemesin istiyorum. O anlamda onun kızı değilim. Yapay bir "aile bağları" temasını sevmiyorum. Büyüklerimizi sayalım, küçüklerimizi sevelim! Yine de affetmek lazım, yine de! Bence değil ya! Değil yani!
Affetmeyi, onun seni zehirlemesine müsaade etmemek diye anlayamaz mısın canım? Onu affetmek zorunda değilsin. Ama araya, elektriği sana geçirmeyecek bir tahta parçası koyman lazım. Belki edebiyat böyle bir şey.
Şimdi daha iyi anlaşıldı. Romandaki dikey, yani apartman babanı temsil ediyor. Sanıyorum ki öyle. Dikey yani bir şey olmak; doktor, profesör olmak, şunu olmak, bunu olmak, kötü giden çocukluğundan, yoksulluğundan, kültürel geriliğinden, yalnızlığından kurtulmak için yükselmeye çalışmak, bir şey olmaya çalışmak. Oysa var oluşunu sorgulamak, gerekirse o var oluşu yıkmak daha sahici geliyor bana. Dikey baba figürüyle çok uyumlu, kat üstüne kat çıkarak, ilerlemeci, biriktirmeci, entelektüellik üzerine kurulmuş bir hayat, babamla özdeş şeyler benim kafamda.
Yatay ne, senin ruhunda? Yatayda daha dervişane, daha göçebelik çağrıştıran şeyler var. Otel odaları, tren, gitmek fikri. Bense daireyi, saçmalığı, döngüyü seviyorum.
Ama sanki dikey aynı zamanda senin de hakikatin değilmiş gibi konuşuyorsun. Yok, ben ona tamamen yüz çevirmedim. Kurtulabileceğim bir şey değil o. Ama onu alıp, onun inkarıyla elde ettiğimiz deliliği çok önemsiyorum. Babamla ilişkisizliğim bana şunu öğretti: Mutlak iyiler, mutlak kötüler yok. Birbirimize gösterdiğimiz yüzlerimiz var. Babama baktığında gayet iyi bir insan görüyorsun. Ama onun arkasında çok yanlış şeyler yapmış bir damar var.
Tamam, babanla ilişkisizliğin sana iyi ile kötünün iç içeliğine dikkat etmeyi öğretmiş. Ama düşünüyorum da; kaybın mı büyük, yoksa kazancın mı belli değil. Zaten bu ölçülemez. İnsanları çelişkileriyle anlıyorum. Anlamadığım çelişkisizmişçesine davranmaları.
Elif, bütün fotoğraflarında saçların yüzünü kapıyor. Neden kendini gizliyorsun? Çünkü gösterilmeyeni görmeyi seviyorum. Hayatta görmek istediğim şeyler bana gösterilenler değil, gösterilmeyenler. Bu, kitaplarda anlattığım temalarla da çok örtüşüyor. Mesela,
Pinhan ilk bakışta görünmeyen, örtük olan demek.
Mahrem’de yine bir öyle örtüklük meselesi var. Mevlana ile Şemsi Tebrizi’nin karşılaşmasında vardır ya! Şems ona "Gör beni," der. O talep, onun arkasında yatan dinamik, benim için çok önemli. Belki yazarken de okurlardan beni görmelerini istiyorum. Fotoğraftaki yüzümü değil de, göstermediğim yüzümü görmelerini istiyorum.
Yüzünü mü, hüznünü mü görsünler istiyorsun aslında? Doğru, fotoğraftaki, romandaki, yaşamdaki, var oluştaki hüznü görmelerini istiyorum.
Onu paylaşsınlar da seni biraz hafifletsinler diye mi? Hem öyle, hem de şu: Ben de başkalarının gösterdikleri yüzün arkasındaki hüznün peşine düşüyorum. Onların hüznü ile benim hüznüm çok birbirine bağlantılı. Hikâyelerimiz iç içe aslında. Bu onun hikâyesi, bu benim hikâyem, falancanın hikâyesi gibi birbirinden yalıtılmış kompartımanlar halinde değil.
Bu, "biz bir aşureyiz" anlayışı, senin aşkı yaşamanı nasıl etkiliyor? Bizde ulus devletleşme sürecinde yüceltilen kadın tiplemesi, "babalarının kızları" tiplemesidir. Bence "babalarının kızları", çok rahat "kocalarının karılarına" dönüşebiliyorlar. Babasız kızlar veya annelerinin kızları olanlar, aynı rahatlıkla kocalarının eşlerine dönüşmüyorlar. Onun için benim erkeklerle kurduğum ilişkide bu hep hissettiğim bir şeydir. Hiçbir zaman bir insana kendimi bütünüyle ait hissetmem.