Romanlarınıza baktığımızda; her birinde bir yüzleşme, tarih'le bir alışveriş, zamana uzamsal bir yolculuk var. Söyleşimizin başlama noktasını bu üçlemin oluşturmasını istiyorum. Dilerseniz, buraya varmadan öncesine dönelim bunların. Elif Şafak'ın yazıyla, edebiyatla buluştuğu yere/zamana uzanalım. O ilk izlerden, imgelerden söz eder misiniz?Yazıyla buluştuğum kavşak dendiğinde ister istemez çocukluğuma dönüyorum. Benim için yazarlık sevdasından ya da edebiyat merakından çok önce gelişti yazma tutkusu. Ancak bu belki de bir tercihten ziyade bir mecburiyetti bir yanıyla da. Yani çok fazla seçeneğim yoktu o zamanlar. Son derece yalnız bir çocukluk dönemi geçirdim. Bu yalnızlığa, yurtdışına çıkmamla birlikte bir de dilsel-dinsel-kültürel yabancılaşma eklendi. Öte yandan, annemle babamın ayrılmasıyla birlikte, yaşadığım mekansal ve kültürel parçalanmalar daha da derinleşti. Bir dönem babaannemin yanında kaldım. Tanrının Celal yüzünü görüp, ondan kaçmaya çabalayarak. Öte yandan anneannemin yanında aynı tanrının Cemal yüzüyle karşılaştım. Bir sınıftan bir başka sınıfa, bir mekândan bir başka mekâna, bir kültürden bir başka kültüre... tüm bu kesintiler ve kopukluklar boyunca benimle birlikte gelen ve süreklilik arz eden tek şey yazı oldu galiba.
Ben yazmaya günlük tutarak başladım. Okuma yazmayı öğrendiğim safhadan itibaren uzun yıllar boyunca sürekli günlük tuttum. Ne var ki bunlar öyle tipik günlükler değildi. İnsan günlüklerine o gün ne yaptığını filan anlatır ya hani. Kendini ve kendi yaşam evrenini. Bense kendimi o kadar yalnız, hayatımı o kadar sıkıcı buluyordum ki herhalde, günlüklere kendi başımdan geçenleri değil, hayali olayları anlatıyordum sanki gerçekmiş gibi. Daha o zamandan hayal ile hakikat, "ben" ile "başkası" birbirinin içine sızmaya başlamıştı. Tüm bunlar bir yana, önemli olan nokta şu benim için: Yazıyla aramdaki bağı, yazarlık arzusu üzerine kurmadım. Yani ben yazar olayım diye, ileriye dönük bir gelecek projesiyle başlamadım yazmaya. Tam tersine, yazarlık merakı da, yazdıklarını yayınlatma arzusu da sonra, çok sonra geldi. Aslolan yazının çağrısıdır benim için. Gerisinden rahatlıkla vazgeçebilirim.
Çocukluk, gezginlik, ayrılıklar... Yurtlar, diller, ait olunanlardan.. Biraz bu kapıyı aralar mısınız?İnsan bu kadar kopuk kopuk, kesik kesik bir geçmişe sahip olunca, hayatın vaat ettiği mutlaklıklardan ziyade, içinde barındırdığı muğlaklıkların peşinden gitmeye başlıyor. Sanıyorum bu benim hem yaşamla hem de yazıyla aramdaki bağın düğümlerinden biridir. Yaşamı ve yazarlığı "şimdilik" duygusuyla algılayabiliyorum ancak. Hiçbir şeyi kesin görmüyor, hiçbir yere kök salmak istemiyor, hiçbir konumdan yekpare bir kimlik edinmek istemiyorum. Evet hayat şöyle şöyle, ama şimdilik. Evet kitabım çıktı ve konuşuluyor ama şimdilik. İşte bu "şimdilik" vurgusu sayesinde, ya da onun yüzünden mi demeliyim, bir türlü bir yere, bir konuma, bir kimliğe yerleşemiyorum bütünüyle.
Bektaşi fıkrasını bilirsiniz. Gemide fırtına çıkar. Güvertede herkes bir aşağı bir yukarı telaşla koşmaya başlar, feryat figan. Bir tek Bektaşi sakin sakin nargilesini tüttürmektedir. Dayanamaz, sorarlar "Sen nasıl böyle sakin kalabilirsin? Dünyanın altı üstüne geliyor." Bektaşi de gülümser. "Az biraz durun erenler" der. "Hele bir bakalım, gelsin altı üstüne. Belki altı üstünden yeğdir, kim bilir!" Hayata ve yazıya karşı böylesi bir esneklik bende de var.
Yazmayı bir memuriyet, bir mecburiyet gibi algılamadığım, hatta yazmamayı da her zaman olası bir seçenek olarak gördüğüm için yazabiliyorum. İronik ama böyle. Karşıtından güç alabildiğim için daha üretkenim belki de.
Dışta kalmak, dışa bakmak dıştan görmek... Siz, hep ötelerde durdunuz. Farklı dil/kültür ortamlarında yoğruldunuz. Ve gelip durduğumuz “yer”de, yazdığınız ilk romanda “kadim” bir sese döndünüz yüzünüzü. Önce, o dil bağına dönelim. Sizi o sese, tınıya, “tarih”in saklı yüzüne götüren(ler)e...Dil benim gözümde büyük öneme sahip. Genellikle roman söz konusu olduğunda dil ikinci planda tutulur. Bu önkabul uyarınca, bir romanda aslolan ne anlattığınızdır, onu nasıl anlattığınız değil. Türk romancılığının gelişimi içinde de dilin yer yer özensizce kullanıldığını görebiliyoruz rahatlıkla. Dil hep şiirin meselesi, şairlerin derdi olmuştur. Romanda ise akıl ve mantık öne çıkarılmıştır. Erkeksi bir mühendislik ile özdeşleştirilir roman. Bu noktada benim romancılığımın ayrıştığını, farklı olduğunu düşünüyorum. Doğrusu ben türler arasındaki sınırları tırtıklamayı seviyorum. Şiirin romanla, romanın öyküyle kesiştiği sınırlarda dolaşmayı.
Öte yandan başka açılardan da dile büyük önem veriyorum. Belki de çocukluğumda bir dönem Türkçeden kopmuş, uzaklaşmış olmamın da etkisi var bunda. Genellikle anadilimizi, zaten bildiğimiz, zaten sahip olduğumuz, elimizin altında duran, bizi asla terk etmeyeceğinden emin olduğumuz sadık bir uşak gibi kullanırız. Vaktimizi, paramızı, enerjimizi hep yabancı bir dil öğrenmeye harcarız. Anadil için ayrıca bir çabaya lüzum yoktur. Benim avantajım, böyle bir önkabulden hareket edememem oldu herhalde. Tabii o dönemler bunu bir avantaj olarak algılamıyordum. Tam tersine, ürkütücü bir kayıptı benim için. Türkiye'ye döndüğümde, meramımı gayet iyi anlatabilsem de, dilin inceliklerini yitirmiştim. Argoyu, deyimleri, esprileri takip edemiyordum. Oturdum ve Türkçe çalışmaya, sözlük okumaya, insanların hangi kelimeleri nasıl kullandıklarına dikkat etmeye başladım. Dil beni büyüledi. Bazı şeyleri görebilmek için bir nebze de olsa yabancılaşmak gerekiyor galiba. Bir şeyin çok içinde olduğumuzda körleşiyoruz. Ben Türkçenin dışına çıkınca görebildim onun güzelliğini.
Yıllar yıllar sonra okurlar, eleştirmenler Türkçemin farklılığına dikkat çekip, yetkinliğini övdüklerinde buruk bir kıvanç duyuyorum içimde. Belki de anadilim ile ben, birbirimize en çok ihtiyaç duyduğumuz kavşakta hoyratça ayrı kalmamızın kefaretini ödetmek ve ödeyebilmek için, şimdi böyle sımsıkı kenetlenebiliyoruz.
Pinhan'ı yazma düşüncesinden konuşalım istiyorum. Mistisizme ilginiz, heterodoksiye yönelişiniz... Daha doğrusu bu düşüncelerin uçlandığı noktalarla roman oluşma/yazılma serüvenini açar mısınız biraz.Pinhan benim nazarımda apayrı bir öneme, yere sahip. Başlangıç noktamı öykü kitabımda değil,
Pinhan'da bulurum ben. Şunu da söylemeliyim ki,
Pinhan benim için akademi ile edebiyatın kesiştiği kavşakta doğdu. Bana yeni bir yön tayin etti. Ben master'ımı ODTÜ Kadın Çalışmaları'nda yaptım. Orada İslam heterodoksisi çalıştım. Tez konum: Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik idi. Bu alanda bulabildiğim, ulaşabildiğim tüm kaynakları büyük bir merakla okudum. Okudukça daha çok değil, daha az bilmeyi göze alarak. Sonunda öylesine yoğun bir araştırma ve okuma döneminin ardından, geride kalan bilgi ve his birikimi beni yönlendirmeye başladı.
Pinhan'da akıl ve sezgi, bilgi ve his iç içe geçti. Bu açıdan özel bir roman olduğuna inanırım.
Heterodoksiye gelince, öncelikle şunu söylemek isterim. Bizde bu konularla ilgilenen çok az kişi bulabilirsiniz.
Pinhan yayınlandıktan sonra pek çok kişinin kafasının karıştığını gördüm. Benim nerede durduğumu, hangi kategorinin insanı olduğumu anlayamadıkları için. Bu da bence, kategorilerin bu kadar net, önyargıların böylesine yerleşik olduğu bir ülkede olumlu bir şey. Öte yandan hemen şunu da belirtmeliyim, benim tasavvufa duyduğum ilgi salt entelektüel bir ilgi değil. Turistik bir merak da değil. Anlattığım konular, kökleri çocukluğuma kadar uzanan, benliğimde karşılığı, denkliği olan konular. Bilgi ile hissiyat birleşmezse, sahiciliğinden çok şey yitirir edebiyat.
Türkiye'de birbirinden yalıtılmış düşünce sistematikleri içinde hareket etmeyi seven bir kültürel yapılanma var. Birbirinin dilini konuşmayan, küçümseyen cemaatler halinde sürdürüyoruz hayatlarımızı. Türk solu, genel olarak dine karşı hem ilgisiz, hem de bu konuda bilgisiz. İslam dendiğinde tek ve yekpare bir bütün algılanıyor. Keza Osmanlı dendiğinde de, Türkiye'de iki kutup görüyorum ben. Osmanlı'ya toz kondurmayanlar var bir tarafta. Diğer yanda da bunun tam zıttı, Osmanlı'da sevilmeye değer hiçbir şey bulamayanlar. Aralarındaki farklılıklara rağmen bu iki bakış açısı temelde büyük benzerlikler taşıyor bence. Her şeyden önce, her ikisinde de geçmişi tekleştirme, tek bir sıfata, renge, kimliğe indirgeme eğilimini görürüz. Nedense, geçmişin bugünden daha az karmaşık, daha az özneli olduğunu düşünmeyi severiz. Ben Osmanlı'ya baktığımda, kurumlardan, yapılardan, savaşlardan ya da yenilgilerden önce ve öncelikle insanları görüyorum, düşünüyorum. İnsanları düşününce de hikayelerini. Hikâyelerinden ve insanlarından arındırılmış bir geçmiş algılayamıyorum.
Şehrin Aynaları’nda bir başka kıyıya geçiyorsunuz. Zaman ve mekan olarak. Gene arayış, gidiş, varış var. Önce romanın oluşması üzerinde duralım istiyorum.Şehrin Aynaları, tarihsel dokusuyla belirginleşen bir roman. Bir kez 17. yüzyıl sapkınlarının hikayeleriyle ilgilenmeye başladıktan ve romanı yazmaya doğru demir aldıktan sonra, oturup uzunca bir okuma süreci belirledim kendime. Konuyla ilgili yoğun bir araştırma yaptım. İspanyolca kaynakları da takip ettim. Çocukluğumun İspanyasından kalan resimlerle bütünleştirdim.
Şehrin Aynaları, 17. yüzyıl İstanbul'unda farklı dinsel kimlikleri de buluşturan bir kurguya sahip. Ama temelinde belki de öfkeli bir ruhun kendini arayışının hikâyesi. Tanrı'yı bulamayışının hikâyesi. Öfke son derece sahici bir dürtüdür bence. Galiba şöyle bir şey yapıyorum: Başkalarından yola çıkıyor, kendime ulaşıyorum sonunda. Bazen de kendimden yola çıkıyor, başkalarını anlatıyorum. Ama her halükârda anlattıklarımın birebir benim hikayem olmaması, salt kendi yaşamımın üzerine kurulmuş olmaması bence romancılığımın olumlu yanlarından bir tanesi. "Ben" ve "öteki" arasındaki hudut boyunu arşınlamayı seviyorum sanırım.
Gelelim Mahrem'e. Bir duruş soluk alış romanı gibi geldi. Hayatın seyrine katılışın dilini arayış... "Görmek" ve "bakmak" adına edilen sözlerin gizemi, edememenin çekilen sanrısı. Gene zaman/mekân kavramlarının dili çıkıyor karşımıza. Bu kez daha değişken bir zaman dilimini düşünüyorsunuz. Bu gidiş gelişler, parçalanmışlıklar ve mekanların dili üzerinde duralım önce.Biraz önce sözünü ettiğim ruhdaşlık hali
Mahrem'i yazarken çok belirgindi. Pek çok okur beni imza günlerinde, söyleşilerde görünce hep aynı şeyi dile getirdi. Benim çok şişman biri olduğumu düşünmüşler. Oysa kitapta anlattığım kadının yaşadıklarını bilebilmem için illa da aşırı şişman olmam gerekmiyor. Onunla ortak bir ruhsal paydam var. Olmasa, bu roman da böyle bir seyir almazdı zaten.
Kapalı, örtük bir metin. Yoğunluğunu da yansıttığı gerçeklerdense, kurduğu gerçekliğin dilinden alıyor diye düşünüyorum. Bir tür çözülmenin, iniş çıkışların, delirium an'larının romanı. Bu gözün açıldığını, ya da açılmaya çalışıldığını düşündüren anlatı. Katmanlı bir yanı var. Burada çekildiğiniz kıyıları konuşalım. O içdenizdeki fırtınanın koptuğu dili açalım istiyorum.Biz romanı hep ince ince kurgularla özdeşleştirdiğimiz için bunu söylemem tuhaf gelebilir. Ama ben kurgudan değil an'dan yola çıkarım. Bir fikir, bir his. Küçücük bir soru çengeli. Kurgu sonradan gelir, hissin ve sezginin peşi sıra. Şöyle diyebilirim belki de. Sezgi bana ne yöne doğru gideceğimi söyler yazarken. O yöne nasıl varacağımı da akıl ve kurgu söyler.
Mahrem kadar çok parçalı bir metinde bu çok önemliydi. Romanın belli bölümleri tamamen yazma süreci içinde şekillendi. Mesela 3. Kısım; Sobe bölümünü yazmaya başlamadan önce tasarlamamıştım. Yazdıkça, yazının kendi içinden çıktı. Beni de şaşırtarak, sarsarak.
Gene de, oradan kurmacanın büyüsünü alıyorsunuz. Biraz öte yanla, yani 19. yüzyıl romanıyla alışverişiniz üzerinde duralım istiyorum.Dediğim gibi bir dönem İspanyol ve Fransız edebiyatının klasik isimlerini ve romanlarını yakından takip etmeye çalıştım. Balzac ve Zola'yı severek, etkilenerek okudum hep. Bir de Jacques le Fataliste...
Peki yakın dönemde kanbağınız olanlar kimler?Yakın dönemden etkilenerek, severek okuduğum isimler o kadar çok ki. Bunların arasında Michel Tournier, Milorad Pavic, Witold Gombrowicz, Jeanette Winterson, Iris Murdoch, Sylvie Germain, John Fante, Boris Vian, Italo Calvino, Paul Auster... ilk aklıma gelenler.
Mahrem'in kurgusu romancının araştırmacı bir yanı olduğunu imliyor. Yani kurmacanın gerçekliğine bakarak onun vardığı yerleri, dönedurduğu kaynakları görebiliyoruz. Elif Şafak'ın bu yanını açalım biraz. Nasıl çalışıyor, neler okuyup ediyorsunuz bu süreçte?Bir konuyu, temayı yazarken onu derinlemesine incelemek. Tanımaya, anlamaya, hissetmeye çalışmak. Ben bunlara çok dikkat ediyorum. Mesela
Şehrin Aynaları'nı yazarken, 17. yüzyıl İspanyası, dinler tarihi, Yahudilik, dönemin İstanbul'u ve buradaki çeşitli dinlerden azınlıkların hayatları ile ilgili pek çok kaynak taradım, araştırma yaptım. Keza,
Pinhan'ı yazmadan önce zaten İslam heterodoksisi üzerine bir hayli araştırma yapmıştım ve roman yazılırken bir taraftan da bu konularda okumaya, çalışmaya devam ettim. Kendi kendime koyduğum bir eşik var. Çok yoğun olarak okuyor, çalışıyorum; sonra o eşiğe gelince, okuduklarımdan geriye kalan bilgi ve his tortusunun üzerine romanı işliyorum.
Benzer bir titizliği
Mahrem'de de gösterdim. Özellikle Sibirya ile ilgili kısımları yazmadan evvel epey bir okuma yaptım. Ama şunu da eklemeliyim. Romanlara yönelik araştırma yaptığım doğru, ancak tersi de geçerli bunun. Zaten sürekli okuduğum, araştırdığım belli akademik/entelektüel sahalar var. Bu açıdan, romandan yola çıkarak araştırma yaptığım gibi, yaptığım araştırmalardan da etkilenerek yazdığımı söyleyebilirim. İki yönlü bir yol bu.
Görene, görülene dair edeceğiniz sözler de olmalı; siz, kendinizi, bir yazar olarak burada nasıl/nerede görüyorsunuz; bir kimlik tanımlaması gerekir mi yazarın?Kimlik tanımlamalarından hoşnut olduğumu söyleyemem. Bence türler, kimlikler illaki kullanılacaksa kitaplar için kullanılmalı, yazarlar için değil. Bir kişiye polisiye roman yazarı denmesindense, yazdığı kitap için polisiye roman denmesi bana daha sağlıklı geliyor mesela. Keza benim için kullanılan "genç yazar", "kadın yazar", "postmodern yazar" gibi tanımlamalar içinde de rahat edemiyorum.
Gelelim Bit Palas'a. Yakın döneme, hatta bugüne bakışın romanı. Çözülmenin, yozlaşmanın, çürümenin dilini kuruyorsunuz. Dış ve iç, ben ve öteki, zaman ve mekan gene burada da var. Bu kez bir duruştan, dikeyliğin hallerinden söz ediyorsunuz. Bu anlamda Bonbon Palas bir simge. Romanın kuruluşu, yazılış sürecinden başlayalım dilerseniz.Romanın yazılış sürecinden söz edeceksek eğer, ister istemez benim gündelik yaşamımdan da söz etmemiz gerekecek. Zira
Bit Palas tamamen bir sürü gündelik hayhuy koşuşturma içinde, arasında yazıldı. Ben hiçbir dönem kendimi tamamen yaşamdan yalıtıp yazmamıştım zaten. Ama bu romanda bu durum daha da belirginleşti.
Romanın içeriğine gelince, İstanbul'da, mezarlıklar üzerine inşa edilmiş bir apartman Bonbon Palas. Hayatla ölüm, temizlik ile pislik, böcekler ile insanlar iç içe yaşıyorlar orada. Ne var ki apartmanın sakinleri, kendilerini rahatsız eden pis kokunun kaynağının dışarısı olduğundan çok eminler. Zira her türlü pisliği, belirsizliği, tekinsizliği hep dışarıdan bekliyoruz. Yabancının alanından Galiba şöyle bir şey yapıyoruz. Bize benzeyen insanlarla birlikte oluyor, bize benzeyenlerle evlenip gene bize benzeyen çocuklar yetiştiriyoruz. Türdeşlerimizle geçiyor vaktimiz ve ömrümüz. Oysa bence türdeşlerimizden değil, bize benzemeyenlerden, yabancılardan öğrenecek çok şeyimiz var. Sürdürdüğümüz hayatların yabancıya bu kadar kapalı olması, bit kadar dünyalara kısılmamız demek.
Çürüyen, çözülen, yozlaşan hayatın romanı diyebilir miyiz?Yozlaşma korkusuyla yozlaştırdığımız hayatın romanı diyebiliriz belki de. Tekinsizlikten korktuğumuz için kapılarımızı kapıyoruz dışarıya, kendimize benzemeyene. Oğuz Atay günlüklerinde, "kapalı sistem yaratıklarının dış dünya korkusu" diye adlandırıyor Türkiye'deki hakim kültürü. Bence çok düşündürücü bir tanımlama bu.
O iç içe geçen öykülerdeki suretlerin dilinden konuşalım. Dışarıda olanlarla içeridekilerin hallerini...Bit Palas'ta genel kabul gören iç ve dış ayırımlarını kurcalamaya çalıştım. Pisliğin dışarıda değil, içeride olduğunu göstermek istedim hem okura, hem de kendime. Bir şey daha var. Steril ve kapalı hayatlardansa, pisliği içinde barındıran, kendi pisliğiyle yüzleşen dışa açık hayatların yeğ olduğunu da söylemek istedim.
Korku ve yalan, kirlenme ve korunma... O altüst olan hayatların hem dışında hem de içinde olanlara bakarken bunların bir bir izlerini de buluruz. Sizin, romanda buluşturmak, asal olarak anlatmak/dile getirmek istediklerinize yüzümüzü döndüğümüzde insanın dramı/trajedisi ve sürüklenişinin aynalı mekânlara yansısını buluruz.Bonbon Palas 10 daireli bir apartman. Bu apartmanı küçük bir kainat, yani bir mikrokozmos olarak görmek de mümkün. İstanbul'un bir minyatürü gibi. Burada yaşayan insanlar hayatlarını birbirlerininkinden ayırmaya, yalıtmaya çalışıyorlar. Kapılarını kilitledikleri, sürgülerini çekip evlerine kapandıkları anda birbirlerinin hayatlarının dışında kaldıklarını sanarak. Oysa bence hayatlarımız hep iç içe. Birimizin attığı bir adım, ötekini etkiliyor. Klasik liberal öğretinin o çok yücelttiği düstur vardır ya hani, birinin özgürlüğünün başladığı yerde ötekininki biter. Sahte bir özgürlük tanımıdır bu. Sahtedir çünkü yaşamlarımız iç içe sızar, hikayelerimiz birbirinin içine geçer ve gene Oğuz Atay'ın dediği gibi özgürlük, tam da bir başkasının özgürlüğüne müdahale edebilme noktasında şekillenir.
Yazının/romanın vardığı kıyıdaki oyun düşüncesini sorgulayıcılık var. Biraz bu kurgunun anlamı üzerinde duralım.Bit Palas'ın bir ana karakteri varsa eğer, kitaptaki apartmandır herhalde. Roman boyunca anlatılan bütün yan ve alt hikayeler de hep aynı ırmağa açılan dereler gibi. Ben farklı gibi görünen insanların yaşamları arasındaki geçişlilikleri seviyorum. Bu geçişlilikleri gösterecek şekilde kurdum romanın çatısını.
Dünle bugünün buluştuğu çizgideki yokoluşu imlerken acının kaynağına ironik bir bakışla yöneliyorsunuz. Buradaki mizahi öğeden yansıyan da biraz bu. Acı, alay ve mizah, sizde nerede duruyor?Bit Palas'ı yazarken belli bölümlerden çok büyük keyif aldım, aynı keyfi okura da verebildiğimi görmek benim için çok önemli. Zorla yazmadım ben bu romanı, zorlanarak da yazmadım. Bunun önemli bir özellik olduğuna inanıyorum. Yaptığınız işten aldığınız keyif okur tarafından da hissediliyor. Metne ayrı bir akışkanlık kazandırıyor. O akışkanlık içinde mizah ve ironi, hüzün ve eleştiri iç içe geçti sanıyorum. Sonuçta yer yer hayli komik, yer yer hayli acı ve sancılı bir roman çıktı ortaya.
Peki, romanda asıl anlatmak istedikleriniz nedir; bu dille ne yapmak, nereye varmak, neyi kurmak istiyorsunuz?Doğrusunu isterseniz ben bir romanı yazmaya başlarken, kafamda bir mesaj sabitlemiyorum. Bu anlamda okura iletmek, öğretmek istediğim bir tez olmadığı gibi bu dürtüyle yazmaktan da hoşlanmıyorum. Tanpınar'ın dediği gibi tam da. Ben bulmadım roman karakterlerimi. Onlar gelip beni buldular. Bilhassa içlerinden birkaç tanesi var ki, oturup onların katipliğini yapmaktan başka çarem yoktu belli noktalarda. Mesela Profesör Kandinsky'nin ağzından yazdığım kısımlarda, kendimi bir katip gibi hissettim. O konuştu, ben yazdım.
“Gecikmiş modernlik” düşüncesinin penceresini araladığımızda, romanın asıl dilini/kurgusunu yeni yakalayabildiğimizi düşünüyorum. Buradan bakınca, Elif Şafak bu dilin/yapının arayışında biri gibi duruyor karşımızda.Gregory Jusdanis'in
Gecikmiş Modernlik başlıklı kitabında Yunan edebiyatının gelişimiyle ilgili değerlendirmelerini, bire bir Türk edebiyatı için düşünebiliriz. Bizim gibi gecikmiş modernitelerde edebiyat, bilhassa da roman başlı başına toplumsal bir misyon üzerine inşa edildi. Bizim romancılarımız, temelinde Doğu ile Batı'nın evliliği olarak gördükleri Batılılaşma sürecinin ilkelerini ve hudutlarını öğretme gayesi güderek yazdılar. Çok uluslu bir imparatorluğun dağılıp, ulus-devletin inşa edildiği o kavşakta kozmosu silbaştan düzenleme gerekliliği öylesine belirgin, o kadar acildi ki, kaosa yer bırakılmadı bir nebze dahi. Benzer şekilde Yunan ve Bulgar romancılığı da, ulusal kimliğin inşası gerekliliğinin gergin ipi üzerinde attı ilk adımlarını. Eğer böylesine düz bir çizgi izlediyse başlangıcında sırf bu yüzden... boşluğa düşme endişesinden.
Türk romanı başından itibaren Dionysos'u değil, Apollon'u kutsamıştır. Esriklikten ziyade doğruculuğu, sezgiden ziyade akılcılığı, şüphecilikten ziyade öğreticiliği, sarhoşluktan ziyade ayıklığı... İdeolojik yelpazenin farklı farklı noktalarında mevzilenmiş romancılar, aralarındaki olanca görüş farklılıklarına rağmen bu hususta benzeşirler. Türk romancılarının ortak özelliği romanlarını yazarken fazlasıyla ayık olmalarıdır bence. Kendilerinin ve metinlerinin fazlasıyla bilincinde. Kanımca 150 yıl sonra Türk romanında hâlâ ve ısrarla eksik olan şey dionizyak bir esriklik, bir başka ifadeyle vecd halidir.
Gelenekle, geleneksel anlatılarla uzak-yakın duruşunuza değinelim istiyorum. Nedir burada önünüzde duran metinler/kaynaklar, ilgi duyduklarınız?Bu soruyu somutlaştırmak için Walter Benjamin'i örnek vermek isterim. Benjamin benim çok önemsediğim bir düşünür. Mistik değildir ama Yahudi mistisizminin dilini gayet iyi bilir. Eleştirel maddeci bir noktadan bakar dünyaya ama geleneğin dilini önemser ve dahası konuşabilir. Ateist, agnostik olmak dinden bihaber olmak anlamına gelmez. Türkiye'de yaftalar ve kamplaşmalar belirleyici olduğu için, bütün kodlar buna göre belirlenmiş. Bence mevcut kategorileri sorgulamakta, aralarına çizdiğimiz hudutları bulandırmakta fayda var. Ben Benjamin'de gördüğüm türden bir kültürel sürekliliğin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Mezar taşlarını okuyamayan bir toplumuz ve bundan fayda görmüyoruz.
Bu eksende tarihe ilginiz, en azından konular/dönemler bağlamında sormak istiyorum, nasıl?Açıkçası geçmiş dendiğinde, geçip bitmiş bir dönemi algılamıyorum. Geçmişin tam da bugünün içinde yaşadığını ve yarını şekillendirdiğini düşünüyorum. Bilhassa İstanbul gibi bir şehri anlamak için bu iç içeliği görmek önemli bence. Bu şehirde ölülerle canlılar birlikte yaşıyorlar. Başka hiçbir şehirde mezarların ve mezarlıkların bir şehrin içinde böylesine dağıldığına rastlamadım.
Kentlerden söz edelim biraz. Sizin için anlamından, kendine sizi çekenlerden, bağlanılanlardan, hüzün verenlerden, ille de orada olmalı/yazmalı dedirtenlerden."İstanbul'a ya bir şeylerden kaçarak varılır; ya da gün gelir, ondan kaçılır" diye bir cümle var
Bit Palas'ın başında. Ben de yürekten inanıyorum bu sözün doğruluğuna.