Mahrem, 1999'un İstanbul'unda başlayıp 1999'un İstanbul'unda biten; araya tarihlerin, masalların, ülkelerin, hayvansı insanların, insansı hayvanların, kötülerin, zayıfların, çirkinlerin, güzellerin girdiği, zamanın ve mekânın geçmişle bugün arasında mekik dokuduğu bir roman... Elif Şafak'ın üçüncü romanı.
Roman, farklı zaman ve mekândaki masalsı ve gerçek kahramanların ayrı ayrı, öykülerinden kurulu... 1999'un İstanbul'unda karşımıza çıkan, şişmanlığı başına dert bir kadın kahraman... Yemesi için acıkması gerekmeyen, zaten her koşulda acıkan genç bir kadın... Sıkıldıkça yiyen, yedikçe sıkılan... Doydukça acıkan, acıktıkça neşelenen, neşelendikçe acıkan, acıktıkça yiyen... Bakışların kilolarına kilitlenip insafsızca sorguladığı, yadırgadığı, dersler çıkardığı, haline şükrettiği, tahtalara vurduğu, parmakla gösterdiği bir kimlik... Zayıflamayı deneyen ama midesinin çağrılarını hiç reddetmeyen, yedikçe kilo alan, aldıkça iştahı kabaran bir kadın...
Romanın ikinci durağı, 1885'in Perası... Kahramanı ise, bir kerametle dünyaya gelen mum kokulu Keramet Mumî Keşke Memiş Efendi. Yokuşun tepesindeki vişne renkli çadırın sahibi... Yalnızlığını, gösteri çadırında sergilediği akıllara durgunluk veren güzellik ve çirkinliklerle gidermeye çalışan masalsı adam... Çadırının gözdeleri, çirkinler çirkini Samur Kız'la, güzeller güzeli Belle Anabelle...
Samur Kız'ın öyküsü, bizi 1648 Sibiryası'na götürüyor. Belle Anabelle'ninki 1868 Fransası'na... Her ikisinin buluştuğu yerse 1885 Perası... Dünyaya gelişleri, mahremiyetin ihtilaliyle lanetlenen ve kaderleri bu lanetle çizilen iki varlığın yolu, vişne rengi çadırda, insanları eğlendirmek, tiksindirmek, özendirmek için kesişiyor. Hayvanımsı insan Samur Kız'ın kaderini lanetleyen ve atalarını kuşaklar boyu başkalarına seyirlik yapan, Sibiryalı bir samur avcısı... Kaderi, samur kürkü için insan kanı akıtmaktan geri kalmayacak denli cani insanların elinde şekillenen Samur Kız, Keramet Mumî Memiş Efendi'nin çadırına, çirkinliğiyle çuvallar dolusu para kazandırmak üzere alınıyor. Böylelikle, soyağacı 1648 Sibiryası'na uzanan bu hayvanımsı insanlar, Samur Kız'la 1885'in Perası'na, İstanbul'una adım atıyor: "Her akşam sahneye çıktığında, kendini seyreden gözü seyrederdi. Seyredilişini seyrederdi. İnerdi tokmak, inerdi davul. Samur Kız, ağır ağır başlardı raks etmeye. Üzerindeki kürk, yerleri süpürecek kadar uzun, gövdesini tamamen kapatacak kadar boldu. Samurdu muhtemelen. Çadıra doluşan kadınların arasında, bu kürke özenip benzerini diktirenler de vardı. Samur Kız sahnede salınırken, onlarda gayri ihtiyari kendi samur kürklerini okşarlardı. İnerdi tokmak, inlerdi davul. Samur Kız sert hareketlerle kürkünü çıkarırdı. Çırılçıplak kalırdı. Sahnenin kenarına yaklaşıp, korkunç sesler çıkararak yüzyıllar öncesinden devraldığı laneti lapa lapa yağdırırdı seyircilerin üzerine. Bütün akrabaları gibi pervasızca teşhir ederdi abidevi çirkinliğini. Vücudunun üst kısmı bir kadına, alt tarafı ise bir hayvana aitti." (s.68)
İnsanların çirkine ve güzele zaaflarının kullanıldığı vişne rengi çadırın diğer gözdesi Belle Anabelle ise, yasak bir ilişkiden doğan ikizlerin güzel olanı... Nefret edilmek ve doğduğu malikaneden uzaklaştırılmak için gerekçesi hazır! Dillere destan güzelliği ile çirkinliği, yasak meyve oluşuyla da ihaneti anımsatıyor. "Vişne rengi çadırda toplaşan bütün erkekler isterdi ki mütemadiyen hareket eden bu periçehre, bir an için durup soluklansa; başını omuzlarına koysa. Hayal bu ya, herkes gizliden gizliye özlemini çektiği aşkın suretini görürdü la Belle Anabelle'nin güzeller güzeli yüzünde..." (s. 128)
Elif Şafak, tarihin koridorlarında masalsı kahramanlarla gezinirken, kah Sibirya'ya uğruyor, kah fransa'ya... Her ikisinin kesiştiği zaman 1885; mekansa İstanbul'un Perası ve Pera'da yokuşun tepesindeki vişne renkli çadır... Diğer bir mekan, 1999'un İstanbul'unda yokuşun başındaki bir apartman; Hayalîfener Apartmanı... Yazarın bu karmaşık yolculukta Hayalîfener Apartmanı'na vardığınızda karşımıza çıkardığı, şişmanlığını gözlerden uzak tutmaya çalışan, ancak öyle olduğunda kendini rahat hisseden bir kreş öğretmeni... Seyirlik olduğunda, tıpkı çadırın gözdeleri gibi izlenen, sorgulanan ve yadırganan bir kimlik...
İç içe kurgusuyla birbirinden kopuk gibi görünen, geçmişle bugün arasında gidip gelen romanın parçaları, sonuna doğru birleştiriliyor ve romanın başından itibaren tekrarlanarak kullanılan kimi sözcük ve cümleler, 1980 İstanbul'unda anlamını buluyor.. Asıl kahramanın şişmanlığının nedenini çözdüğümüz bu bölüm, olayın çarpıcılığının da etkisiyle olsa gerek, çok etkili bir biçimde kaleme alınmış.
Elif Şafak, 1971 doğumlu genç bir yazar olmasına karşın,
Mahrem'de ince ayrıntılarla örülmüş usta bir kurguyla karşı karşıya bırakıyor okuru... Beklediği; kolaya kaçmayan, olayın başı ile sonunu birleştirecek dikkate sahip okuyucu... Sayfalar ve olaylar sonrasında ucu açık kalmış bir ayrıntıyı kapattığında, geçmişteki o ayrıntıyı anımsatacak cümle ve paragraf tekrarlarına girişiyor. Bu tekrarların anlamı, romanın sonlarına doğru iyice belirginleşiyor ve bütüne ulaşılıyor. Anlatımı yer yer şiirsi yola giren yazar, gerçeğin acı ve acıtıcı yanlarını da törpüleyerek akıtıyor kalemine: "Bazen tepetaklak olur yürek. Ahesterevan giderken kendi yoluna; göğüs kafesine toslar küttedek. Yüzüstü kapaklanıverir yere. Bir yerlerinin fena halde kırıldığını hisseder, kalkmaya yeltenip de kalkamadığını gördüğünde. Elmas bir gözdür yürek. Ve çizilmeye görsün bir kere, artık hep sedefsi bir yırtıkla bakacaktır cümle âleme." (s.153 )
Romanın ilginç özelliklerinden biri de, 1999'un İstanbul'unda geçen olayların anlatıldığı bölümde, cümleler arasına serpiştirilen sözlük... Şişman kadının erkek arkadaşı Be-Ce tarafından kaleme alınan ve Nazar Sözlüğü adı verilen bu sözlük, A'dan Z'ye özel olarak seçilmiş sözcükleri ilginç, farklı ve romanla ilintili olarak yorumluyor.
Elif Şafak, hayli şişman bir kahramandan yola çıkarak kaleme aldığı
Mahrem'de, mahrem ile açık olanı tarihin farklı kesit ve mekânlarından masalsı ve gerçek kahramanlarla açımlıyor. Mahremiyetin sınırlarını, açıklığın uzantılarını aktarıyor. Seyirlik olmakla, gizlenme duygusunu karşı karşıya getiriyor. Geçmiş zamanın çadırındaki seyirliklerle, günümüz apartmanındaki seyirlikleri, ilginç noktalardan benzeştirerek; seyirlik olanlarla, onları başkalarına seyrettirenleri gözler önüne seriyor. Renklerle sayılar arasında sıkı bağlar kurarak... Bu bağları sık sık karşımıza çıkararak...
Roman tamamlandıktan sonra sayfalar tekrar karıştırıldığında fark ediliyor ki; tüm mahremiyet şu rakamlarda ve sözlerde gizli:
"Bir; yum gözünü... İki; aç gözünü... Üç; Sobe"
Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde araştırma görevlisi olan ve genç yaşına karşın üretkenliği ve biçemindeki kıvraklığıyla dikkati çeken yazarla, kitabı, kurgu anlayışı ve tarihe yatkınlığı üzerine söyleştik:
Ortak yanları, görünüşlerindeki aykırılıklar olan ve gözlerden uzak kaldıklarında rahat edebilen masalsı ve gerçek kahramanları, tarihin farklı kesitlerinde buluşturuyorsunuz. Böyle bir konu ve kurgu düşüncesi nasıl oluştu?Mahrem, kurgusu önceden yapılmış bir roman değil.
Mahrem'e başlamadan önce kafamda bölük pörçük resimler ve kurgular vardı ama bunların bir araya getirilmesi, kiminin ayıklanıp kiminin hiç ummadığım bir seyir izlemesi, tamamen yazma süreciyle birlikte ortaya çıktı. Kurgu sonradan ortaya çıktı ama kafamda bir fikir olarak görmeye ve görülmeye dair bir roman yazmak vardı. Gözlerle ilgili bir metin yazmak istiyordum. Belki de o dönemde kendimi daha iyi anlamaya çalışıyordum; çünkü bende gözlerle sorunu olan insanlardan biriyim. Bu fikrin ve 'Bir insan görülmekten neden rahatsız olur,' görmek ve görülmek masum mudur?' gibi soruların üzerine gittim. Onları kovalarken hikayeleri, hikayeleri kovalarken de farklı zaman ve mekânlardaki alt metinleri oluşturdum.
Bildiğiniz 'bugünkü' tarihle, bilmediğiniz 'uzak' tarihleri, Mahrem'de iç içe geçirmişsiniz. Geçmişe, tarihe yakınlık duyuyorsunuz. İnsan kendi çocukluğundan, geçmişinden çok şeyi beraberinde sürüklediği, belki ben de böyle olduğum için, geçmiş önem kazanıyor romanlarımda. Bu, işin kişisel yönü. Bir başka açıdan da çok önemsiyorum tarihin yeniden ve yeniden yazılmasını. Bizlere belletilen tarih sevimsiz, mesafeli ve çok sorunlu Türkiye, geçmişiyle büyük sorunları olan ama bunun farkında olmayan bir memleket. Tarihin insanlar aracılığıyla yazılması Batı'da son on yıldır dolu dizgin giden bir çalışma alanı. Bakıyorsunuz 15.-16. yüzyılda yaşayan bir değirmencinin, yani tek ve basit bir insanın hayat hikayesinden yola çıkarak o dönemin dinsel, ekonomik, toplumsal yapısı hakkında çok ilginç çözümlemeler yapılabiliyor. Mikro tarihçilik bizde henüz yankı bulamadı; oysa buna en fazla gereksinim duyan ülkelerden biri olduğumuzu düşünüyorum.
Diğer iki romanınızda da hissediliyordu tarihin ağırlığı...Aslında ben her üç romanımdan önce de yoğun bir araştırma yaptım; adeta ne bulduysam okudum. Mesela
Pinhan, benim master tez konum Bektaşi ve Mevlevi düşüncesinde kadın temasıyla örtüşüyordu. Konuyu o kadar sevdim ki, sınırlarının dışına taşarak bulabildiğim, ulaşabildiğim her kitabı okumaya gayret ettim.
Pinhan, bütün o duygu ve bilgi birikiminin ardından yazıldı.
Şehrin Aynaları daha farklıydı; çünkü orada Musevi bir aile söz konusuydu. Her ne kadar dinler tarihi okumayı sevsem ve Musevilik üzerine bir şeyler bilsem de bu yeterli değildi. Dolayısıyla oturup çalıştım. Özellikle 17. yüzyıl İspanyası'nı, insanların ne yiyip ne içtiklerini, nasıl giyindiklerini, o dönemdeki adetleri, büyüleri araştırdım. Resmen ders çalışır gibi çalıştım bütün bunlara.
Romandaki masalsı ya da gerçek kahramanlar, kurmaca mı; yoksa gerçekliği olan ya da efsanelere konu olmuş kahramanlar mı?Sanırım hayal ile hakikat arasındaki sınır bir yerden sonra tamamen bulanıyor. Ben, özellikle tarihsel bölümleri yazmadan önce muhakkak bir ön araştırma yapmış oluyorum. Sibirya, Fransa ve Pera ile ilgili bölümlerde hep ön ve yan okumalar oldu. Diyelim Sibirya ile ilgili bölümü yazmadan önce Rus fatihleri, kürk avcıları vs. hakkında bilgilenmiştim. Bunlar tarihsel gerçekler. Bunlardan geriye bir his, bir tortu kalıyor ve ben o tortuyu işliyorum. Tarihsel olmayan bölümlerde ise hayal çok daha ağır basıyor. Sonuçta, bir de bakıyorsunuz ki, neyin ne kadar hayal ürünü olduğunu ayıklamanın imkânı kalmıyor; anlamı da.
Olayların açık uçları, sayfalar sonrasında kapandığına göre yazarken, belli bir çalışma planına sadık kalıyor olmalısınız. Belki de plansız, gelişine yazıyor ama açık uçları unutmuyorsunuz...Bu tespitiniz çok hoşuma gitti. Açık uçlara çok açık bir insanım ben. Bazı insanlar müthiş kontrollüdürler, her şeyin denetimini ellerinde tutmak isterler, çerçeveleri net, cevapları sabittir. Ben daha esnek, kaygan, ucu açık, şekillenmeye müsait algılıyor ve yaşıyorum hayatı. Düzenli bir insan da değilim. Galiba açık uçlara yabancı olmadığım ve aslında zaten nihai sonuçlara inanmadığım için, dönüp devam etmekte zorlanmıyorum. Deleuze ve Guattari,
Kapitalizm ve Şizofreni isimli ortak kitaplarında iki tarz varoluştan, yazın tarzından söz ederler. Bir tarafta, nokta kullanarak yazılan, yani tamamlanan cümleler vardır. Öbür tarafta, ve...ve...ve... diye giden ve aslında hiç kapanmayan anlatılar... Belki böyle bir şeydir benim de yapmak istediğim!
Kurgudaki iç içelik, açık bırakılan uçlar ve benzetmelerin yorgunluğuna bakılırsa, Mahrem dikkatli bir okura gereksinim duyuyor.Evet sanırım öyle. Ama ben yazmaya başlarken böyle bir niyet taşımıyordum. Seçkincilikten hoşlanmıyorum. Öte yandan her metnin farklı okumalara açık olduğunu düşünüyorum. Özellikle de
Mahrem gibi bir metnin... Bu da demektir ki salt ve mutlaka doğru olan bir okuması yok
Mahrem'in. Belki aynı insan bile farklı okumalarda farklı anlamlar çıkartacak. O yüzden farklı okumalara, yorumlara açık olmak gerektiğine inanıyorum.
Görmeye ve görülmeye dair sözcüklerin yorumlanarak ele alındığı Nazar Sözlüğü, aralara serpiştirilmiş başlı başına bir bölüm. Romana da koşut gidiyor. Var mı böyle bir sözlük çalışmanız?Mahrem'in içinde Nazar Sözlüğü, görmenin ve görülmenin aslında ne kadar önemli olduğu, gözün iktidarının ucunun nerelere kadar varabileceğini göstermek amacı taşıyordu. Yani bir anlamda Be-Ce'nin, Şişko'ya ispatlamak, 'göstermek' istediği şeydi, görmenin ve görülmenin niçin bu kadar önemli olduğu. Ama şunu da belirtmeliyim; sözlüğü oluşturmak, işin en zor kısmıydı. Eklenen her maddede bütün sırayı değiştirmek zorunda kaldım. Tek tek her maddeyi oradan oraya taşıdım. Birçok maddeden vazgeçtim, çünkü ağırlaşmasından korktum. Tuhaftır, kitaba bakınca hiç de öyle görünmüyor ama en çok vaktimi ve emeğimi alan bölümün bu sözlük olduğunu söyleyebilirim. Nazar Sözlüğü, beni çok cezbeden bir fikir. Böyle bir sözlük oluşturmak ya da bunu oluşturacak bir ekip içinde yer almak isterdim.
Kitabın adı "Mahrem", ancak; mahremin paylaşılamazlığı yanında, kitap çoktan paylaşıldı bile.