| | Elif Şafak: "Elif Şafak kendini anlatıyor" Alper İlhan, düşLE İnternet Edebiyat Dergisi, Sayı 25, 2003 Şiirden başlayalım, Türk Şiiri’ni tanıyabilmek için gerekli olan öz kaynağın Divan Şiiri olduğunu savunuyor Ataol Behramoğlu, İskender Pala, Attilâ İlhan gibi edebiyatçılarımız... bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Salt şiir değil, tüm bir kültürel süreklilik açısından Osmanlı’yla ilişkimizi değiştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Müthiş bir kopukluk var cumhuriyet kültürümüz ile Osmanlı kültürü arasında. Bence aslolan geçmişe sırt çevirmemek, geçmişi daha iyi bilmek, daha çok okumak, ama aynı zamanda eleştirel bir gözle değerlendirebilmek Bizde maalesef herkes düşünmekten çok partizanlığa yatkın. Kemik bir laiklik anlayışıyla kemikleşmiş bir Osmanlı hayranlığı çatışadursun bence çok da farkları yok, tarihe bakışları itibariyle aynı dar zihniyeti görüyorum her ikisinde de... Eserlerinizdeki sözcük seçimi nasıl bir oluşum gösteriyor? Cümleye uygun düşen sözcük mü ilk anda geliyor, yoksa sonradan bu sözcük daha uygun diyerek mi belirliyorsunuz sözcükleri? Böyle bir soru soruyorum çünkü seçtiğiniz sözcüklerin bazıları kitleye göre anlamsızlaşabiliyor... Dil benim için had safhada önemli bir konu. Romancılar genellikle dile özen göstermez, benim edebiyatçılığımda ise tam tersine, ne anlattığım kadar, nasıl anlattığım da önemli. Türkiye’de dil meselesi açık bir yara. Dilde yaşadığımız travmalardan, kopukluklardan ötürü birbirinin dilini anlayamayan kesimler var toplumda. En kötüsü bilginin akmaması. Bilgi, kültürel birikim, bir kuşaktan bir başkasına, bir kesimden bir diğerine akmıyor. Ben bunları üzücü buluyorum. Osmanlıca pek çok kelime var yaşayan, hayatta ve ayakta kalan. Onları yok saymaya kimsenin hakkı olmadığına inanıyorum. Türkiye’de dil konusunda önyargılı gruplar var, bense kendi dilimi hem Öz Türkçe hem de Osmanlıca denilen kelimelere açık tutuyorum, esnek ve önyargısız. Dili iyi kullandığınız söylendiğinde buruk bir kıvanç duyduğunuzdan bahsetmişsiniz bir röportajda, üslup ve konu arasındaki bağı kurmaktan öte cümle-sözcük arasındaki tirede bile güç dengesi oluşturuyorsunuz. Özellikle Mahrem gibi bir romanı anlatabilmek için dili kullanım şekli oldukça önemliydi, dil hassasiyetleriniz ne ölçüde? Dili iyi kullanıyorum çünkü dilimi yitirmenin nasıl bir şey olduğunu yaşadım biliyorum. Türkiye’den Türkçe’den bir dönem kopmuş olmam, yurtdışında yaşamam bazı şeyleri daha iyi görmemi sağladı. Türkiye’de dil konusuna zerre önem vermeden yetişen kuşaklar var. 200 kelime ile idare ederek yaşayıp gidiyorlar. Oysa dil demek hayal gücü demek, kelimelerle düşünüyorsak eğer, ki öyle, o zaman kelimeler daraldıkça düşünce ve iletişim imkanlarımız da daralıyor biz daha farkında olmadan. Ben Osmanlıca kelimeleri ve kültürü Walter Benjamin’in kültür tanımına benzetirim. Kültür için "enkaz üzerinde yürüyüp aşağıdan ses geliyor mu hâlâ kurtarılacak bir şeyler var mı" diye bakmak tanımını yapar Benjamin. Ben yazarken, dilde içerikte bir enkaz üzerinde dolaşıyorum. Bazen bir taşın altından, ummadığım yerden canlı çıkıyor, bir iz, bir kapı geçmişe. Onu alıp yaşatıyorum, eserime taşıyorum ama temelde yazı saham bir enkaz alanı. "Davulun Sesi Sanatın Siyaseti" başlıklı yazınızda sanat-siyaset ilişkisine değinmişsiniz, sanat-ideoloji ilişkisi nedir sizce?Sanat ile siyasetin apayrı, karışmaz sular olduğunu zannedenler son derece dar bir siyaset tanımına sahipler. Politiklik meclisten, siyasetçilerin uğraşlarından ibaret değildir. Çoğu zaman en az politik zannettiğimiz şeylerdir en derine kök salmış politik öğretiler. Ben sanatçının bir siyasi görüşü olmasından yanayım, düşünen sorgulayan her insan gibi. Hele ki Türkiye’de yasayan bir yazarın bence apolitik olmak gibi bir lüksü yok. Şehr-i şehr İstanbul ya da ilgi çekici olmayan herhangi bir yer... çevre bu kadar önemli midir bir yazar için? Çevre elbette önemli ama İstanbul benim romanlarımda bir fon, bir arka plandan ibâret değil. Dikkat ederseniz İstanbul başlı başına bir karakter hemen her romanımda Bunda o şehre duyduğum bağın, aşkın çok payı var. Ama zor bir aşk bu. Ne İstanbulsuz, ne İstanbul’da... Mahrem... Türk Edebiyatı’nın başarılı roman örneklerinden biridir kanımca. Konunun sarmal yapısı ve içten gelen, dışsal sesi etkileyicilik taşıyor. Okuyucuyu sürükleyişi; dağınıklıktan, bırakılmışlıktan ve vazgeçilmişlikten sonra toparlanışı kusursuz. Mahrem ne ifade ediyor sizin için? Mahrem sansürsüz çok seslilik her şeyden evvel, yıkmak ve yaratmak arasında gidip gelen ve saklı kalması gereken bir yaranın açık edilirken dahi nasıl gizli tutulabileceğinin bir örneği bence. Tezatını barındıran, çok kapılı çok başlı bir roman. Mahrem’i yazarken konunun nereye gideceğini tasarlamış da olabilirsiniz, tasarlamamış da... Ancak şu bir gerçek ki başta gelenin sonda gitmesi ve ortada baştakiyle sondakinin devam etmesi durumunu ortaya çıkartabilmek, bir de tüm bunları yaparken yazının soluğunu kesmemek kolay değil. Nasıl bir çalışma ortaya çıkardı Mahrem’i? Ana hatları belli miydi eserin, siz kaleme almadan önce zihninizde? Mahrem'i yazmaya başlarken sabit bir kurgudan yola çıkmadım ama bir kez romanın akışları, akıntıları şekillendikçe her bir mekan her bir dönem için ayrı ayrı araştırma yaptım. Türkiye’de müthiş bir hoyratlık var edebiyat eserlerine yönelik. Okurlar, eleştirmenler bir romanı değerlendirirken onun nasıl muazzam bir çalışma ve araştırma gerektirdiğini fark etmiyorlar çoğu zaman. Bilhassa tarihte geriye doğru gittikçe çok derin bir okuma ve araştırma sürecinden geçmeniz gerekiyor. Yazdıklarınız ancak bilgilerinizin süzgecinden geçenler olabilir. "Eğilip tek tek toplardım, parçalarımı ama her zaman dağılanlar topladıklarımdan fazla çıkardı. Ne kadar dikkat edersem edeyim, daima bir şeyler kalırdı geride. Bir şeyler hep yarımdı, hep iğreti, hep eksik..." Mahrem’den alınan bu cümle eserde gizli olan kırılma noktalarından sadece biri, küçük kızın yaşadıklarını ileriki bölümlerde anlatıyorsunuz, peki ama bu anlatı bir imge mi? Realist yanını bir kenara bırakırsak, tinsel olarak hep fazla olan bir şeyler var mı?Bu cümle benim dünya görüşüme ve tasavvufa olan aşkıma açılan köprülerden biri. Eksik kalanın, güve yeniğinin peşinden gitmek, hikâyeyi bir de onun açısından görmek... Ahmet Hamdi Tanpınar’ı sevdiğinizden bahsetmişsiniz bir röportajınızda; Tanpınar’ın sırf sağ görüşü yüzünden sol kesim tarafından (bir yayınevi eserlerini yeniden basana kadar) umursanmadığını biliyoruz. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?Tanpınar’ın sadece sol kesim tarafından değil sağ kesim tarafından da kendi suretini aksettirecek şekilde bir kimliğe bir kisveye tıkıştırılmak istendiğini gözlemliyoruz Türkiye’de. Üstadı bu kadar farklı kılan noktalardan biri de zaten kategorik ayrımları böylesine bulandırması... "Günün her saati yazabilirim, yeter ki ses olsun." Bu anlayışı biraz açar mısınız? Yazarın zihinsel bir durgunluğa ulaşmadan, elindekileri toparlayabilmesi mümkün müdür? Aynı anda zihinden yüzlerce düşünce geçerken bir de yaşadığının farkında olmak zor değil mi? Ben yazarlığın da yazmanın da bir formülü olduğuna inanmıyorum. Kişiden kişiye değişebildiği gibi aynı insan ömrünün farklı dönemlerinde farklı motiflerle de yazabilir. Ben gürültüyle sesle kaosun içinde yazarım. İstanbul’dayken en üretken olduğum zamanlar Kazancı Yokuşu’nun bitmez dinmez küfürbaz gürültüleri içinde olduğum zamanlardı. Ben şehri, karmaşayı seviyorum. bana zoraki düzenlerden romantikleştirilmiş sessizliklerden daha sahici geliyor. Bit Palas’ın yapısı dağınıklığın toparlanışı ve beklenmedik bir sonla bütünlenişi. Bit Palas’ı tanımlayacak olsam başlangıç, dağılış, toparlanış, çözümleniş ve garipseniş derdim. Yazın tarzınızın en önemli özelliklerden biri mi sizce bu? Bağlantılar... Bu doğru, tıpkı yaşamı algılama biçimim gibi. Ben bir aile ortamı içinde, "normal"şartlarda büyümemiş olmamın da bunda izi olduğunu düşünüyorum. Kendi hayatımdaki kesintiler göçebelikler aidiyetsizlikler edebiyatıma yansıyor. Okuyabileceğiniz diğer Elif Şafak söyleşileri ▪ "Beşi bir romanda!" | Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004 | ▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar" | Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004 | ▪ "Kelimelerin de insanlar gibi ömrü vardır" | Melih Bayram Dede, Dergibi.com, 2000 | ▪ "Sayılarda gizlenen 'Mahrem'" | Pınar Göksan Aker, Cumhuriyet Kitap, 18 Kasım 2000 | ▪ "Karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum" | Işıl Sönmez, Özlem Şimşek, Cumhuriyet Dergi, 2002 | ▪ "Pislik tam da içimizde" | Filiz Aygündüz, Milliyet Kültür Sanat, 21 Mart 2002 | ▪ "Pislik, belki de sandığımız kadar pis değildir" | Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 22 Mart 2002 | ▪ "Sezgilerimle yazıyorum" | Hasan Öztoprak, E Dergisi, Nisan 2002 | ▪ "Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz / ayrışmaz bir katmanı" | Melih Bayram Dede, Dergibi, 5 Nisan 2002 | ▪ "Sekiz ayrı yüzüm var, sekizi de birbiriyle çelişiyor" | Nuriye Akman, Zaman, 21 Nisan 2002 | ▪ "Yazmamayı da her zaman bir seçenek olarak gördüğüm için yazabiliyorum" | Feridun Andaç, Varlık, Temmuz 2002 | ▪ "Hikâye anlatmayı bilen bir yazar" | Feridun Andaç, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002 | ▪ "Aslolan kitaptır, kâtibi değil" | Efnan Atmaca, Akşam, 28 Aralık 2003 | ▪ "Cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum" | Sevengül Sönmez, Zaman Turkuaz Eki, 18 Ocak 2004 | ▪ "İşittim ve itaat ettim, yabancılık hissi geçmeyecek!" | Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Mart 2004 | ▪ "Türkçenin geçirdiği 'dil budaması devrimi'nden üzüntü duyuyorum." | , Dünya Gazetesi, 21 Nisan 2004 | ▪ "Arafta kalmak, hudutları aşmaktır" | Elif Tunca, Zaman, 10 Mayıs 2004 | ▪ "Hep deliliğe yakın oldum" | Nuriye Akman, Zaman, 16 Mayıs 2004 | ▪ "'Çok olmak' mümkün!" | Fadime Özkan, Zaman gazetesi ve Dergibi, 25 Mayıs 2004 | ▪ "Beni anlatmak değildir edebiyat, ben olmaktan çıkmaktır." | Erdem Öztop, Cumhuriyet Kitap Eki, 15 Temmuz 2004 | ▪ "Med-Cezir, yazma mevsimiyle romandan kurtulma mevsimi arasındaki sarkaçtı" | İhsan Yılmaz, Hürriyet Cumartesi Keyif Eki, 3 Aralık 2005 | ▪ "Mozaik değil ebru modeli konuşulmalı" | Derya Sazak, Milliyet, 12 Aralık 2005 | ▪ "Derdimiz Nobel almak değil onaylanmak" | Fadime Özkan, Yeni Şafak, 3 Ocak 2006 | ▪ "Hafızamı Kaybettim, Hükümsüzdür" | Seda Arıcıoğlu, Cosmopolitan Dergi, Mart 2006 | ▪ "Kuşaklar arasında hafızayı kadınlar aktarıyor!" | Cem Erciyes, Milliyet Sanat Dergisi, Mart 2006 | ▪ "Geçmişi bir an evvel elimizden çıkarılacakbir bavul gibi görmüşüz" | İhsan Yılmaz, Hürriyet Pazar Keyif Eki, 5 Mart 2006 | ▪ "Ben siyasetçi ya da tarihçi değil yazarım, benim derdim insanla" | Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Nisan 2006 |
|