Mustafa Şerif Onaran, “Bilge Karasu 80 yaşında”, Cumhuriyet Kitap Eki, 30 Aralık 2010
Edebiyatın “dili işleme hüneri” olduğu belki de Bilge Karasu için söylenmiş bir sözdür. Her yazısına biraz bitmemiş gözüyle baktığı için, bekletir; yeniden gözden geçirir.
Türk Dili dergisine emek verdiğim yıllardı. O zamanlar “Türk Dil Kurumu”nda “Hafta Sonu Konuşmaları” da yapılırdı.
Yazıya, Bilge Karasu’nun “Konuşma” üzerine yaptığı bir söyleşiye değinerek başlamak istiyorum. Yazı yazma yalnızlığına alışan insan için konuşma güçlüğünün üstesinden gelmek kolay değildir. Bu yüzden Bilge Karasu da yazılı bir konuşma yapmıştı. Gene de söyleşi tadında hazırlanmış bir yazıydı bu!
Konuşma ile dinleme, yazı ile okuma arasındaki ayrımların anlatıldığı bu söyleşi, onun yazarlık serüvenine de ışık tutuyordu.
Bilge Karasu “yapıntı” diyordu yazdıklarına. Bunun tanımını da şöyle yapıyordu:
“Gerçekte olmadığı veya olup olmadığı bilinmediği halde varmış gibi düşünülen şey.”
Söyleşide, bu alan içindeki öykü ile romanı nasıl yazdığını, yazarlık serüvenindeki sorunları ele alıyordu.
Bu “Konuşma”, Türk Dili dergisinde yayımlandı. Daha sonra Serdar Soydan’ın yazılarını derlediği kitaba da alındı (Susanlar, Metis Yayınları, 2009).
Bilge Karasu “yapıntı”larını “masal” diye nitelendiriyor. “Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam”, “Bir Başka Tepe”, “Göçmüş Kediler Bahçesi” hep o masalsı anlatıların yer aldığı “yapıntı”lardır.
Onun işi, bir olay öyküsü anlatmak değildir. Ayrıntıların yazarıdır Bilge Karasu. Ayrıntılardaki bilinmeyen gerçekleri anlatırken sözcüklerdeki duyarlığı tartmasın bilen bir yazar. Bu yüzden o masalsı gerçekleri “yapıntı” olarak değerlendiriyor.
Bilge Karasu 1930’da doğduğuna göre, yaşasaydı 80 yaşında olacaktı. Pankreas kanserine yenik düşüp 15 yıl önce, 14 Temmuz 1995’te ölmeseydi, kimbilir daha neler yazacaktı!
Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi, Semih Tezcan ile Tansu Açık’ın düzenlediği bir etkinlikte; yazdıkların değerlendirirken, anılarla kişiliğini yaşatırken, onu yeterinece anlamadığımızın ayrımına vardık.
Bilge Karasu’nun bütün kitaplarını artık Metis Yayınları çıkarıyor. Metis Yayınları’nın Genel Yönetmeni Müge Gürsoy Sökmen de etkinlikte görev alanlar arasındaydı.
Bilkent’te 13-14 Aralık 2010 tarihlerinde süren bu etkinliğe otuza yakın konuşmacı katıldı. Her birinin kapsamlı bildirisini, Karasu’nun kişiliğini gösteren anıları burada ayrı ayrı anlatmam olanaksız. Umarım bu çok yönlü etkinlik bir kitapta toplanır da, iyi tanımadığımız bu edebiyatçıyı daha bilinçli okuma olanağı bulabiliriz.
Talat Sait Halman’ın kapsamlı açış konuşması, sanki bütün konuşmacılara bir çıkış yolu gösterir gibiydi.
Bilge Karasu’yu İngilizceye çeviren Aron Aji, Türkçenin gücünü bilen bir kültür insanı olarak bizi etkiledi.
Nice konuşmacı ayrıntılardan yola çıkıp Bilge Karasu’nun bir başka yönünü belirtirken, Doğan Hızlan, o her zamanki ustalığıyla, bir genel çerçeve çizdi.
Bilgi Karasu’ya yeni bakış açıları getiren genç arkaaşlar vardı. Neslihan Demirkol, Servet Erdem gibi bu genç arkadaşlar şimdiden ayrıntıları görmesini bilen, yarının usta eleştirmenleri olabilir. Yeter ki biçemlerindeki gülümseyen duruşu yitirmesinler, bilimselliğin tekdüzeliğine düşmesinler.
Yıllardır görmediğim, eskilerden gelen arkadaşım Sedat Örsel, gençliğindeki coşkusunu koruyor. Bilge Karasu’yla ilgili anıları gözlerimizi yaşarttı. Bilge Karasu’nun son yıllarını geçirdiği Nilgün Sokak neden onun adını taşımasın?
Semih Tozcan’ın kapanış konuşması, Bilge Karasu’ya yaraşan, duygu yüklü, etkili bir konuşma oldu.
Anıların önemi
Bilge Karasu gibi soylu bir yazarı 15. ölüm yılında anarken yazdıklarından yola çıkmak, onun dilimize kazandırdığı zenginlikler üzerinde durmak gerekir. Ama böyle bir anma gününde anıların da önemi var. Hele anılarla dile gösterdiği özen arasında bağlantı kurubalirise daha somut sonuçlarla dile varılabilir.
Önce bu durum belirten bir anımı anlatayım:
Simene de Beauvoir Sessiz Bir Ölüm (La Monte Bouce) adındaki anı-romanında, ölmek üzere olan annesinin, “şimdi bayılacağım gabile” dediğini anlatır. Yaşlı kadın yaşamaya öylesine bağlıdır ki, ölümü aklına bile getirmek istemez.
Bu romanı dilimize çeviren Bilge Karasu Türkçenin inceliklerini iyi bilirdi. Romandaki kimi hekimlik terimlerinin dilimize çevrilmesinide benim de görüşlerimi almıtı. Örnekse, “dekübitüs” yerine “yatalak yarası” karşılığını benim önerim üzerine kullanmıştı.
Bilge Karasu’nun ölümü de “Sessiz Bir Ölüm” müydü?
Mum nasıl eriye eriye tükenirse; Bilge Karasu da gün be gün kendini kemiren o sessiz ölüme yeniş düşerek öbür dünyaya göçüverdi. Ha bugün ha yarın diyor, ölüp de kurtulacağı günü bekliyorduk. Öylesine yorgun düşmüş, öylesine bitkin kalmıştı ki, yanı başındaki telefona uzanacak gücü kalmamıştı. Bir yardım edeni yanında değilse, telefonu fişten çekmiş olurdu.
“Göç” yazarlar üzerine
Onu ilk tanıdığım günleri anımsıyorum: Ulus’ta, ellili yılların sonlarına doğru, Bentderesi’ne inerken solda, Basın Yayın Genel Müdürlüğü vardı. Arkadaşım Bilge Karasu’yu görmeye giderdim oraya, Zanzalak Ağacı’nı yeni yazdığı zamanlar olsa gerek. Hikmet Münir Ebcioğlu gibi “mukni sosli” radyo sunucularının da bulunduğu gürültülü bir odada çalışıyordu. Oysa Bilge Karasu sessizliği severdi. O gürültülü ortamda bile kendi sessizliğine çekilmesini bilirdi.
“12 Eylül” yönetimi onu da görevinden aldı. Baskı yönetimlerinin görevden alması için gerekçe söz konusu değildir.
Türkçenin gizlerini araştırarak ayrıntılardaki bilinmeyeni yazmak usta yazarın işidir. Bilge Karasu böyle bir yazarlık serüvenini göze aldı. Onu okuyanlar da bir ön hazırlık içinde olmalı.
Metis Yayınları onun bütün çalışmlarını 12 kitapta topladı. Kitap haline gelmeyen; kalıtında, dergilerde kalmış yazılarını Füsun Akatlı Lağımlaranası ya da Beyoğlu, Öteki Metinler adıyla; Serdar Soydan da Susanlar adıyla kitaplaştırdı.
Füsun Akatlı, “Bilge Karasu’nun yayıma hazır hale getiremeden ardında bıraktığı yazılı kalıtı” üzerinde çalışarak kitaplarını hazırladı.
Öteki Metinler’de kendi adıma da rastladım:
“Bir süre önce Mustafa Şerif Onaran’la konuşurken ‘güç’ yazarlar üzerinde durmak gerektiğini, ‘güç’ olduğu söylenen yazarların bu ‘güç’lüğünü anlamağa, anlatmağa çalışmağa hazırlandığımı söyleecek oldum. ‘Bunu Türk Dili’ne yaz’ dedi. Mustafa Şerif Onaran bir şey dedi mi, akan sular durur. Nasıl bir yazı kurmaca dışında yazı yazmamıştım hemen hemen, denemeye değerdi. Nasıl bir yazı olacaktı bu? Nasıl yazılacaktı? (‘Güç’ Yazarlar Üzerine Yazılmayan Yazı).
Şimdi düşünüyorum da asıl güçlük Türkçenin gizlerini araştırmaktan geliyor. Bilkent etkinliğindeki bildirisinde Aron Aji, “Karasu’nun eserlerinde Yenilikçi Atılımlar”ı anlatırken Türkçenin gücünü de ortaya koymuştu.
Bibik ile Bıyık
Bilgi Karasu’nun evinde her zaman bir kedi bulunurdu. Tunus caddesindeki evinde “Bibik” adında bir kedisi vardı. Kedi azmanıydı. Okşamaya kalkardınız. Pençesi hazırdı. Hemen paralardı adamı.
O evde annesiyle ne güzel günleri geçmişti Bilge Karasu’nun. en küçük ayrıntıyı unutmayan, çevresiyle, özellikle Bilge’yle ilgili her şeyi bilen bir kadındı. Süslenmeyi seven, giyimine özen gösteren, bakımlı bir yaşlı kadın.
Ayrıntıların yazarı olmasında Bilge Karasu’ya annesinden geçen bir şeyler olmalı.
Az mı yemek yedim onlarda! Bayan Aspasia Karasu’nun hazırladığı o levrek, tadı unutulmayan bir balıktı.
Anne oğul tutumlu insanlardı. Kuruşlarına dek bilirlerdi hesaplarını. Bilmeleri de gerekirdi. Baba öleli çok ölmüştü. Zamansa acımasızdı. Gene de dost bildiklerine kapıları her zaman açık olan gönlü yüce insanlardı.
Edebiyatçılar Derneği’nde sorumluluk aldığım yıllarda, annesi çoktan ölmüş, Bilge Karasu, Nilgün Sokak’taki bir evin bodrum katında, kanseriyle başbaşa kalmıştı. Onu yalnız hekim olarak değil, dost olarak arardım.
Sol ön patisi pençe ekleminden kırık olan, topallayarak ortalıkta dolaşan, sırtıyla ayaklarımıza sürünen kedisi “Bıyık”, “ne olur ölme” der gibi, insan gibi bakıyordu Bilge’nin yüzüne.
“Bu ‘Bıyık’ı eve aldığımda el kadar bir enikti” diye kesik kesik anlatmaya başladı Bilge:
“El kadar bir enikti. Yağmurdan sırılsıklam, çamur içinde, siçan gibi bir şeydi. Kimbilir ne olmuştu da ezilmişti sol ayağı. Günlerce baktım ona. Sütü bile zor içiyordu. Bak işte, böyle palazlanıverdi.”
O çok sevdiği kedisine bakarken bile yoruluyordu. Pazartesi günleri kemoterapi yapıldığı için perşembeye kadar gücü tükenmiş olurdu zaten. O üzgün yorgunluğunu son üç gün taşıyabiliyordu.
Karasu’yu yeniden okumak
Bilge Karasu çok dil bilirdi. Ama asıl Türkçeyi iyi bilirdi. Sözcüklerin ayrımına varan, alışılmış sözcüklerle bir üstdil geliştirmesini bilen bir edebiyat ustası; gereksiz ilişkilerden uzak, çalışma sınırlarını iyi çizen, zamanını iyi kullanan, ölçülü, dengeli bir yaşamayı benimseyen, felsefe kökenli bir edebiyat insanıydı.
Günlerinin sayılı olduğunu bildiğim halde onunla özel konuşmalar yapmayışım, sesini bir aygıta çekmeyişim yazıklanacak bir davranış gibi görülebilir. Ne var ki istisemde yapamazdım bunu. Böylesi konuşmalar bir edebiyatçının en sağlıklı zamanında yapılmalı. Yangından mal kaçırır gibi, edebiyatçının gizli dünyası çalınmamalı.
O kalın sesinin arkasında gizlenen bu ufak-tefek adamı çok arayacağız. Onu bölük-pörçük anılarımızda bulmak pek de önemli değil. Bilge Karasu’yu; Türkçenin gizlerini sevdiren, o sağlam “yapıntı”ları yazan usta yazarı daha iyi anlamak için, yeniden okumak, dilimizin nasıl bir gelişme gösterdiğini anlamak gerekecektir.
Bilge Karasu’yu yeniden okurken; bilinen sözler arkasındaki bilinmeyen gerçekleri keşfetmeye çalışmalıyız.
Gerçek edebiyatı bilmek için Bilge Karasu’daki dil özelliklerini öğrenmek gerekir. O zaman Türkçenin gücünü dehe iyi anlamış olacağız.