Sadık Yalsızuçanlar, “Susmayan bir ‘Bilge’”, Kitap Zamanı, 2 Mart 2009
Metis Yayınları, ‘benim yazarlarım’dan birinin, Bilge Karasu’nun yayımlanmamış metinlerini Susanlar adıyla yayımladı. Bu kıymetli yayının, Bilge Karasu okurları açısından nasıl bir güzellik olduğunu söylememe gerek yok.
Zaman zaman dönerek okuduğum Karasu’nun bu metinlerini de öncekilerin yanına iliştireceğim. Yazarın ölümünden sonra Öteki Metinler gün yüzüne çıkmıştı. Modern edebiyatımızın, özellikle öykü ve romancılığımızın özel bir adası olan Karasu’nun bu metinlerinin okurla buluşmasında Serdar Soydan, Füsun Akatlı ve Enis Batur’a şükran borcumuz var.
Karasu’nun Susanlar’ı, öykü, şiir, deneme-değini ve söyleşilerden oluşuyor.
Kitabı hazırlayan Serdar Soydan, ne denli çetin bir işe soyunduğunun farkında. Karasu hayattayken yazısını emanet ettiği Füsun Akatlı’ya giden Soydan, onayı alıp yola koyulmuş. 1950’lerden bugüne Karasu’nun farklı köşelerde kalmış, dergi ve defter aralarına gizlenmiş metinlerinin dikkatle derlenmesi, sınıflandırılması ve yayıma hazırlanması belirli bir hassasiyeti, dikkat ve özeni gerektiriyor. Kitapta bu özeni bulduğumu söylemeliyim. Yazarın genellikle ilk dönem metinlerini içeren bu çalışma ile birlikte Karasu külliyatı iyice kemale ermiş görünüyor.
Kafkavari bir loşluk
Dokuz öyküyü sindire sindire okudum. Karasu’yu özlediğimi fark ettim. Onun yazıp yayımladığı yıllarda, dilin düşünceyi örttüğünü hisseden biri olarak, yayımladığı her kitabı hemen edinir okurdum. Dünyanın ağırlığını bize hissettiren, o ağırlığın paylaşıldığında daha da arttığını gösteren bir anlatıcı idi Karasu. Yalnızlığın dur durak bilmeksizin sürekli çoğalan bir şey olduğunu gösteren. Türk dilinin felsefi ve imgesel açıdan derinliğini en çok onun metinlerinde hissederdim. Oğuz Atay’da da belli bir derinlik sarhoşluğu yaşarsınız. Ama Karasu’da Kafkavari bir loşluk, bir karanlık, bir belirlenimsizlik ve belirsizlik vardır. Bunu bir de özellikle ilk dönem öykülerinde Rasim Özdenören’in öykülerinde bulursunuz. Özdenören’in dünyası daha umutlu ve nuranidir. Enikonu o da dünyanın biricikliğini, her anın Hakk’ın özel bir tecellisi olduğunu anlatır ve bizi ruhun labirentlerine çeker, bunu derin, sersemletici, uyarıcı, sarsıcı bir dilin içinden yapar. Ama Karasu’da, özellikle varoluşçu bir yan, daha baskındır. Hemen tümü rastlantısal izlenimi veren imgeler, sizi hissettirmeden derin bir kuyuya çeker, orada kaybolursunuz.
Bu dilin, daha 1952’de yayımlanmış “Depo” öyküsüyle başladığını görmeniz mümkündür. Bir su gibi çağıldayarak akan bir dil. Ama Necip Fazıl’ın dediği gibi “kıvrım kıvrım”. Nesneler, sanki o tanıdık bildik nesneler olmaktan çıkıp birer insana, gizemli birer yaratığa, ruha, ele avuca gelmez, tanıma sığmaz birer mecaza dönüşür. İroni var, her zamanki gibi. İnce bir ironi. Belli belirsiz. Gerçekçilik var. Tuhaf bir gerçekçilik bu. ‘Karanlık köşeleri yaran’ bir dilin içinden geçen insanlar, nesneler, mekânlar... ‘Işığı beklediğini bilen’ bir anlatıcı bu. Onun gözünden ‘sarı leke’lerin öyküsü. ‘Ölümün her yerde’ olduğunu anlatacak belli ki. Emanet edilen ‘Cumhuriyet’in kalbindeki krize dokunan, bireyselleşmiş, parçalanmış, kaotik bir iç dünyanın resmi. Büyü sonra. Yabansı insanların boş felsefeleri. Eliot’ın kokteyl partisi. Dinler gibi duran, boşluğa fırlatılan sözcükler... Karasu bunu demek ki ilk yazmaya başladığından beri yapıyor. Birden dil denen o okyanusa düşmüş ve oranın nasıl bir gizemli dünya olduğunu anlata anlata bitirememiş. Nasıl bitirebilir ki! Kıyısız bir deniz burası. Burası ‘susanlar’ın yeri. Konuşanların yalnızlığı. Dinleyenlerin boşluğu. Burada dil, birden Hitler’e, Habeşistan’a, İspanya’ya uğruyor. İstanbul merkez, insanın hem bireysel psikolojisine, hem de bu psikolojilerinin anlamını yitirdiği, her şeyin Çinliler veya Zenciler gibi eşitlendiği yere, birlik yurduna doğru yollar veren bir merkez. Bazen yalnız, karanlık, kansız. Bazen belli belirsiz umutlu: “İçime, birden öyle geldi ki, hayatım sonuna kadar, bir yolun, bir şehir yolunun taş kenarında önüne dizilen bir sonsuz sıra eş ve kuru, tok adım sesinden ibaret olacak... Sonra uzaklardan, şehrin dalgalarca koparılan ışıkları... Her şeyin ölüme doğuşu, yeniden ölümle...”
Sonra Susanlar’ın son hikâyesi. Aynı kapalılık içinde... Başkaca susanlar sonra... “Kör Nokta” burası. Olay, bir denizin dibinde geçmektedir. Her tarafı kalın camdan bir oda. Kişiler konuşurlar ama kimse kimsenin söylediğini anlamaz. Oyun gibi. Yaşamın oyun metaforuyla anlatıldığı bir metin. Seyirci sonunda bomboş salondan çıkıp gider. Tekrar kapalı bir öykü. Kapalı tramvay durağından taşan bir kalabalığın açıldığı kaos... Yalnızlık, boşluk ve karmaşa.
Karasu’nun zihin haritası
“Ben Edebiyatı Üzerine” başlıklı yazı, bu sorunsala ilişkin okuduğum en zihin açıcı olanlarından biri. ‘Yığın uygarlığı’nı veri alan bir yazı. ‘Ben’in nasıl bir şey olduğunu açımlıyor. Cemal Süreya’nın “Tehlikeli Alakalar” yazısından hareketle tartıştığı sorun ‘uzmanlaşma’ ve ‘odak’laşmayı merkeze alıyor. “Yazar, Yazı, Dil”, felsefi düşünce’nin çevresinde gelişiyor. Karasu’nun yazıları, zihin haritasının hangi sorunlar ve temalardan oluştuğunu göstermesi bakımından ilginç. Konuşmalar bölümünde ise Füsun Akatlı’nın, Murathan Mungan’ın, Murat Yalçın’ın söyleşilerini okudum. Akatlı’ya söyledikleri arasında birkaç cümleyi almak isterim. Buradan Karasu’nun dünyasına bir menfez açılabilir : “Metinde düzayak okumayı yokuşa süren ne, demek istiyorsun. Kat kat anlamsal dizgeler, bu dizgelerde kullanılan imler, belli duyarlıklara ya da bilgi birikimlerine daha yakın ya da daha uzak düşebilir. Elbette ilk okuma düzeyinde, dikkatli bir okurun, okumasını çeşitli ‘dalgaya düşmelerle’ aksatmayacak bir okurun, bilgi birikiminden ya da duyarlığından söz edilebilir. Ancak yazar da, tasarlayabildiği iyi okurun kendisiyle iletişime girebilmesi için, gerektiğini düşünebileceği her koşulu yerine getirmek zorundadır. Bana, benim yazıma gelince, benim tümce kurma anlayışım, ‘dolu’ adını verebileceğim bir tümce yapısına dayalı. İletileni öğreni açısından, taşırılığı elden geldiğince azaltmak, bir tümceye elden geldiğince öğreni yüklemek... İlk yazışta, her an, böyle düşünmesem bile, çalışıp çalışıp eninde sonunda beğendiğim, şimdi oldu dediğim tümce öyle oluyor. Dolayısıyla kolay anlaşılır, yani bilinen öğelerin çoğunlukta olduğu tümceler değil benimkiler.”